Tiranlara Ölüm – IV: Dîdâr-ı Hürriyet

Bölüm Dört:

Sabah olduğunda Ali, Çiçek’le birlikte koltukça öylece uyuyakaldıklarını fark etti. O üçlü koltukta yarı uzanmış vaziyette, üzerlerindeki montları dahi çıkarmadan uyumuşlardı. Uyanır uyanmaz Çiçek’in kokusunu almak, Ali için bu dünyadaki en güzel hediyeydi. Aptalca bir huzur ve yüzündeki tebessüm ile gözlerini kapattı. Uyumak istemiyordu, bu anı dondurup ebediyen orada, o vaziyette yaşamak için her şeyini verirdi. Sevgilisinin güzel saçları yanaklarına değiyor, nefesi boynuna vuruyordu. Onun huzur içinde uyuduğunu görmek bile Ali’yi mutlu etmeye yetiyordu. Bu halde belki iki, belki üç saat oturdu Ali. Artık beli ağrıdıysa da hiç kıpırdamadı. Bir süre sonra Çiçek’in Ali’nin göbeğinde duran eli hareket etti. “Nişanlısı” uyanmış, gözlerine bakıyordu. Ali’nin uyanık olduğunu ve ona baktığını görünce puslu gözleriyle güldüğünü gören Çiçek boynuna sarıldı. Dudakları konuşurken Ali’nin boynuna değiyor, fısıldayışında nefesinin kokusunu bile alabiliyordu Ali.

—Hiç mi uyumadın?

Ali çok fazla uyumamıştı ama bu kadarı ona yetiyordu.

—Çok bile uyudum. Sen biraz daha kapat istersen gözlerini.

Ali cümlesini bitirmeden Çiçek gözlerini kapatmış, yanağını sevgilisinin boynuna yaslamıştı bile. Ali büyük bir huzur içerisinde gözlerini bir kez daha yumdu.

Nefise onları sabahın geç saatlerinde uyandırdı: “Kahvaltı hazır!”

Ali günler sonra derli toplu bir kahvaltı sofrasında idi. Üstelik Çiçek’le beraberdi. Üstüne Edip’in sohbeti sürekli şenlendirmeye çalışması sağ olsun, uzun zaman sonra mutlu bir kahvaltı ettiler hep birlikte.

O gün Ali için sarhoşluk içinde geçti, süratle. Ne yaptığını bilmiyordu ve bunun da farkındaydı. Akşam olduğunda annesinin kurduğu sofrada otururken de aynı his içerisindeydi. Üzerindeki kazak boynunu sıkıyor ve terliyordu. Ancak terlemesine rağmen elleri ve ayakları üşüyor, karnı ağrıyordu. Endişesi bedenine hâkim oluyor, Ali ise kontrolü kaybettiğini hissediyordu.

Çiçek, Ali’nin durumunu anlayarak sordu.

—Bir sorun yok değil mi Ali?

—Yok.

Ali “Yok” dese de sonrasında susamadı. Ancak konuyu net bir şekilde kapatacak kadar da güçlü değildi.

—Yok, yani… Bilmiyorum.

Ali’nin iç çekerek çatalı tabağının kenarına bıraktığını gören Çiçek iyi hissetmediğini anlayarak fısıldadı.

—Endişe etme. Her şey güzel olacak.

Ali, Çiçek’in gözlerine baktı, cennet gibi yeşil gözlerine. Sevgilisi çok güzeldi. Daha da fazlası, çok iyi kalpli, çok sadık idi. Ailesine kendisiyle gideceğini söyleyip söylemediğini bile bilmiyordu. Belki haberleri dahi yoktu. Ali’yle gelirken tereddüt etmemişti. Üstelik çok şefkatliydi. Ali’ye duyduğu merhameti ve sevgiyi kelimeler anlatamazdı. Ali, Çiçek’in güzel gözlerine bakakaldı. Sevdiğinin çehresine bakarken gördüğü, kendi zayıflığını kendinden iyi bilen ancak buna rağmen ona bağlı kalmayı tercih eden, onu gönülden seven bir dünya güzeli idi. O an onu ne kadar çok sevdiğini, ona ne kadar saf bir sevgiyle bağlı olduğunu bir kez daha anladı. Çiçek’in bacağı üzerinde duran eline elini uzatan Ali, yüzüne yerleştirdiği aşk dolu gülümseme ile birlikte, gözlerini yumarak öptü Çiçek’in elini. Ali sevgilisinin nur parçasını andıran elini öptükten sonra Çiçek’in yüzünde aynı tebessümü gördü.

Bu sırada Edip televizyondaki bir yayının sesini açmaya başladı. Ali rahatsız olarak Edip’e döndü.

—N’oluyor ya?

—Ben de anlayamadım ki. Baksana canlı yayında kavga var.

Ali şaşırmıştı. Saat 8’i geçiyordu, çoktan sokağa çıkma yasağı başlamıştı. Televizyona dönüp baktığında Tiran’ın emrindeki propaganda kanallarından birinin İstanbul Üniversitesi’nin meşhur Beyazıt Kampüsü’nün girişinde canlı yayın yaptığını gördü.

Hakikaten canlı yayında bir itiş kakış vardı. Kamerada bir hareketlilik yoktu, ekip muhtemelen kamerayı tripod üstüne kurmuştu, orada her ne oluyorsa kadrajın dışında bir yerde oluyordu.

Tuhaf olan, ekrandaki yazıda “Beyazıt’ta asayiş berkemal” ifadeleri yer alıyordu. Bunun nasıl bir tezat olduğunun ve ne anlama geldiğinin odadaki herkes farkındaydı. Herkes biliyordu ki Beyazıt’ta günlerdir öğrenciler isyan halindeydi ve Tiran’ın propaganda bakanlığı bunun böyle olmadığını göstermeye çalışıyordu. Propagandacılar Beyazıt Kampüsü’nün önünde sakin bir görüntü yakalamak istemiş ama belli ki öğrenciler bu çabayı baltalamıştı.

—Helal olsun gençler.

Bu sözler en beklenmeyen ağızdan çıktı. Nefise’den.

Nefise, oğlunun okuduğu Beyazıt Kampüsü çevresinde yaşanan olaylarda oğlunun da olabileceğini biliyordu. Çünkü Ârif her zaman önde bir gençti. Lisede de, hukuk kazanıp İstanbul’a gittiğinde de her daim fikirlerini açıklamaktan hiçbir zaman korkmayan, bıçkın bir delikanlıydı. Fakat Ali’nin aksine istişareden biraz uzaktı. Ne yapacağını ne sorar ne de söylerdi. Onun için endişeleniyordu elbette. Her gün ağlıyordu hatta ama televizyondaki yalanlara oğlunun akranlarının engel olduğunu görmek onu mutlu etmişti.

Derken ekranda bir sarsıntı oluştu. Kısa süren bu sarsıntıdan sonra kadraja birden fazla genç giriverdi. Önlerinde kumral yakışıklısı, boylu boslu bir delikanlı duruyor, gür bir sesle konuşuyordu. Yaşı yirmi iki-yirmi üç gibi dursa da yüzünde sakal bile bulunmayan bu gencin öz oğlu olduğunu gören Nefise, elindeki bardağı yere düşürüverdi. Masadaki herkesin nutku tutulmuştu. Ali yerinde oturamayıp ayağa kalkıverdi. Hatta farkına bile varmadan bir iki adım ileri atıp televizyona korkuyla bakmaya başladı. Edip, Ali’nin arkasından içli içli söylendi.

—Aslanım benim…

Ârif ekranda gür sesiyle Namık Kemal’in Hürriyet Kasidesi’ni okuyordu.

“Ne efsûnkâr imişsin âh ey didâr-ı hürriyet!”

Ali’nin yüreği pır pır atıyordu. Kardeşi için korkuyorduysa da bu heyecanının nedeni çok başkaydı. İstanbul’da açıkça isyan eden birileri vardı. Hatta Tiran’ın propagandacılarına saldıracak kadar cesur birileri vardı. Onlardan biri de Ârif’ti. Ârif… Kardeşim. Sen ne yapıyorsun orda? Dertte misin, sıkıntın var mı? Tiran’ın kullarını mı savdın Beyazıt’tan? Ne yapıyorsun iki gözüm? Ali’nin içinden kardeşine duyduğu sevgi ve biriktirdiği hasretin cümleleri ardı ardına geçiyordu.

“Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten!”

Ârif neredeyse haykırarak okuyordu Hürriyet Kasidesi’ni. Bu sırada Edip de Ali gibi ayağa kalkmış, Ârif’in müthiş tonlaması ve gür sedasıyla okuduğu kasideyi hayranlık ve heyecan içinde, sanki donakalmış gibi dinliyordu.

“Ne yâr-ı cân imişsin âh ey ümmîd-i istikbâl!”

Nefise gözlerindeki yaşları zor tutuyordu, ömründe hiçbir zaman böyle gururlanmamıştı. Oğulları girdikleri sınavlarda dereceler yapmış, girdikleri okulları derecelerle bitirmişlerdi. Kocası nice ödüller almıştı. Ama ömründe hiçbir zaman böyle gururlanmamıştı. Canının parçası, yavrusu, oğlu bütün dünyaya cesaretin nasıl bir şey olduğunu gösteriyordu.

“Cihânı sensin âzâd eyleyen bin ye’s ü mihnetden!”

Ârif’in okuduğu her mısra Ali’nin cesaretini artırıyor, az evvel bedenini saran, iştahını kesen endişe yerini kesif bir öfkeye, harekete geçme arzusuna bırakıyordu.

“Senindir devr-i devlet hükmünü dünyâya infâz et!”

Yaşadıkları tüm acılar her bir mısrada yeniden uyanıyordu her birinin sinesinde. Ali yeniden öfke doluyor, babasının öcünü hatırlıyordu. Bu öç, onun boynuna borçtu borç!

“Hüdâ ikbâlini hıfz eylesin her türlü âfetten!”

İşte kardeşi ordaydı! Babasından kalan davayı sürdürüyor, ölüm pahasına sürdüreceğini gösteriyordu. Hem de hiç korkmadan. Bunu her kim yaparsa yapsın sonunun ölüm olacağını bilirdi ama Ârif korkmuyordu işte.

“Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar!”

Ârif bunu söyledikten sonra kısacık bir es verdi.

“Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletden!”

Bu son mısranın ardından Ârif kendi sözleri ile hitap etmeye başladı.

—Türk milleti! Sana adını dahi unutturmaya and içmiş bu gafillerin zulmü altında yaşamaya mecbur değilsin! Zaten buna yaşamak denmez. Biz bu zulmü reddediyoruz. Diktatörlüğü reddediyoruz. Bu Tiran gidecek, bu devre ait tüm melaneti de yanında götürecek! Tiranlara ölüm!

Ârif’in son sözü ile birlikte gözleri objektifin sağ tarafında bir noktaya kaydı. Kalabalık öğrenci grubu ile objektifin sağından gelen birileri arasında arbede başlarken silah atışları duyuldu ve kamera yere devrildi. Bir dakikaya yakın süre yere düşen kameranın sağladığı görüntüler yayımlanmaya devam etti. Kadrajda hiçbir şey görünmüyordu ama kavganın taraflarının birbirlerine savurduğu galiz küfürler ve kavga sesleri duyuluyordu. Ayrıca silah sesleri de devam ediyordu. Ancak gençlerin sayısının oldukça kalabalık olduğu, polis olması muhtemelen grubun müdahalesine rağmen uzun bir süre boyunca gürültünün sürmesi, sloganların atılmaya devam etmesinden anlaşılıyordu. Yayın kesilmeden hemen önce kadraja birkaç ayak girdi. Belki de ayakların sahiplerinden birisi kameraya doğru bağırdı.

—İstanbul’da artık hürriyet var! Bunu tüm Türkiye bilsin!

Bu sözün hemen ardından ekran siyaha büründü. Ali bu kadar uzun süre yayının kesilmemesine şaşırıyordu. Ne Ârif ne de oradaki herhangi bir genç bu propaganda kanalında bu yayının bu kadar uzun süre devam etmesini sağlayamazdı. Muhtemelen kanalın yayın merkezinde bir iki çalışan aylaklık ediyordu.

Ancak yayın kesilir kesilmez yan komşunun olması muhtemel bir feryat odadaki herkes tarafından oldukça net biçimde duyuldu.

—Hey koçum benim be!

Ardından her yerden alkış sesi duyulmaya başladı. Herkes, tüm şehir alkışlıyor gibiydi sanki. Birkaç saniye geçmişti ki Edip de alkışlamaya başladı, ondan biraz sonra da Çiçek. Sonunda Ali de kendisini alkışlarken buldu. Nefise oturmuş yemek masasının kenarında ağlıyordu. Bir teselli edeni bile yoktu. Ali odanın ışığını kapatıp pencerenin kenarına gittiğinde tüm mahallenin ışıklarının kapalı olduğunu gördü. Herkes ışıklarını kapatmış, avuçları patlarcasına alkışlıyordu. Biraz sonra bekçilerin sokakları dolduran düdük sesleri duyuldu. Bir şey fark etmedi, insanlar alkışlamaya devam ediyordu. Biraz sonra ise kurşun sesleri duyulmaya başlandı. Hem de şehrin en uzak yerlerinden. Alkışın uğultusu kurşun sesleriyle bir süreliğine azaldıysa da artarak devam etti. Hatta birkaç dakika sonra Edip’in evinin yakınlarında peş peşe kurşun sıkılmaya başladı ancak bu kez bazı insanlar alkışı bırakıp tencere tava çalmaya başladılar. Alkışlar, tencere tava şangırtılarına karışıyor; Edip, Ali ve Çiçek de Nefise’ye katılarak ağlıyorlardı.

Zira çok çok uzun zaman sonra umut, sonunda alevleniyordu.

YAZAR

Tuğrul Zincirkıran

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir