Tiranlara Ölüm – III: Vuslat ve Zulmet

Bölüm Üç:

Her şey bitmişti. Kendisi muhtemelen bir kuyunun başında infaz edilecek, sevdiğinin başına kim bilir neler neler gelecekti. Annesini ve kardeşini de koruyacak kimse kalmayacaktı. Kaybedecek bir şeyi olmadığını bilen Ali, Tiran’ın eline düşmektense her şeyi yapmaya hazırdı. Sevgilisinin elini yavaşça bırakarak kendi elini Edip’in emanetinin bulunduğu cebine yavaş yavaş götürmeye başladı. Bekçi bir adım attı, Ali elini cebine sokmuş ve silahın emniyetini açmıştı. Bekçi bir adım daha attı, Ali hamle edip etmemekte kararsızdı. Bekçinin çok yaklaşması iyi olmayacaktı. Artık hazır olduğunu düşünen Ali, tam zamanı diyerek hamle edecekti ki bekçinin kendi adını zikrettiğini işitti:

—Ali?

Bekçinin Ali’nin adını söylediğini duyan Çiçek şaşırarak Ali’ye baktı. Kimdi bu ve Ali’yi nereden tanıyordu? Ali de aynı merakla cebinin içinde silahı tutan elini gevşetti, gözlerini kısarak bir adım attı. Karanlıkta parlayan bu gözleri tanıyordu.

—Ömer abi? Sen misin?

Birbirlerini tanıyarak karanlık sokağın ortasında sarıldılar. Ömer Faruk, babası Hasan Âli hocanın sağlığında ve Tiran’ın henüz ülkeyi istila etmediği yıllarda teşkilata girmişti. Emniyet teşkilatına girerken babasından da çok yardım, destek görmüştü. Ali’nin halini ve Çiçek’i görünce durumlarını anladı. Hem nasıl anlamayacaktı ki? Bütün ülke aynı durumdaydı aşağı yukarı.

—Gidiyor musun?

—Evet, Ömer abi, başka bir şansım kalmadı artık. Annemi götürmem lazım buradan.

—Ya Ârif?

Kardeşinin durumunun hassaslığını ve ona yardım edemeyecek durumda oluşunu henüz kendisi bile kabul edemiyordu ama bu ona sürekli hatırlatılıyordu. Ya Ârif? Ne yapacaktı, öz kardeşini orada mı bırakacaktı?

—Bilmiyorum abi.

Ali’nin mahzunluğunu gören Ömer de mahzun oldu.

—Üzülme kardeşim. Ârif güçlü çocuktur. Arslan gibi delikanlı, o başının çaresine bakar. Sen önce anneni emniyete al.

Ömer bu sözünün peşinden Çiçek’e döndü:

—Bu kız kim?

Ali’nin içinde kopan fırtınaları bu dünya kaldıramazdı.

—Nişanlım abi, birlikte gideceğiz.

Çiçek bunu duyunca nasıl çarptıysa kalbi, Ali’ninki de öyle derinden çarptı.

—Tamam, kardeşim. Haydi, gidin öyleyse. Ben sizi görmedim.

Ali ve Ömer tekrar sarıldılar. Ali teşekkür etti. Yerden torbayı almış, “nişanlısının” elini tutmuştu ki yokuşu tırmanmaya başlayan dört bekçinin sesi duyuldu. Çiçek, Ali’nin elini sıktı. Saklanmaları lazımdı. Ömer hemen Ali’ye tırın arkasını işaret etti. Çiçek ve Ali tırın arkasına geçtiler. Bekçiler Ömer Faruk’un yanına geldiklerinde konuştuklarından, parktaki heykele yaptığının duyulduğunu anladı Ali. İçinde bir fırtına sönüyor, diğeri kopuyordu. Direnmek, karşı koymak, yeniden yaşadığını hissettirmişti ona. En çok da Çiçek’in elini tutmak yeniden…

Ömer Faruk, bekçiler yokuş yukarı devam ettikten sonra Ali’ye işaret etti, tırın arkasında yan yana geldiler.

—Şu park var ya… Oradaki heykele saldırı yapılmış, park tarafı şimdi ekip kaynıyordur. O yönden gitme.

—İyi de Ömer abi oradan geçmem şart.

—Şart mı?

Ali kovayı heykelin kafasına geçirirken çok keyifliydi fakat sonrasını hiç düşünmemişti. Kendi kendinin dönüş yoluna tuzak kurmuştu aptal gibi. Bari geri dönerken yapsaydı ya ne yapacaksa!

Birkaç saniyelik boşluktan sonra Ömer yeniden söze girdi.

—Öyleyse sen gelin kızımla şu duvarın arkasına saklan. Ben bir yaygarayı kopartayım, tersi yöne destek isterim, senin yolun açılır. Erken çıkma yalnız, dikkatli ol.

Ali ömründe bundan salakça bir plan daha duymamıştı. Gerçi Ömer abi de pek akıllı adam sayılmazdı ancak başka bir şansı da yok gibiydi. Denileni yaptılar, biraz sonra Çiçek’le birlikte duvarın arkasına çömelmiş bekliyorlardı. Ali, Ömer Faruk ne yapacak diye beklerken silahını çıkardığını gördü. Şaşkınlıktan Ali’nin gözleri yerinden fırlayacak gibiydi ama o daha höst diyemeden Ömer çekti tetiği. Arka arkaya üç el ateş etti. Peşinden de düdüğünü çalmaya başladı. Saniyeler içinde telsizinden gelen sesler şiddetlendi. Ömer bir süre dinlediği telsizi eline alarak yardım istedi ve yokuş aşağı, Ali ve Çiçek’in gideceği yönün tersine hızlı adımlarla gitmeye başladı.

Çiçek ve Ali birbirlerine bakıyorlardı, “Ne yapıyor bu?” der gibi. Kısa bir süre sonra yokuşun başından peş peşe bekçiler inmeye başladı, yarı koşar adımlarla hızla ilerliyor, arada bir telsizleri ile konuşuyorlardı. Ali araçlarda bulunanlar hariç elliye yakın üniformalı saydı. Halen geçmeye devam ediyorlardı. Biraz sonra Ömer’in gittiği yönden iki el daha silah sesi duyuldu, zayıf bir düdük sesi onu takip etti… Ömer herkesi başına topluyordu. Bunun ardından yokuştan aşağı bekçiler arka arkaya indiler, birçok araç içindeki polisler de onlarla aynı yönü takip ediyordu.

Gelenlerin arkası kesilmiş gibi iki dakika boyunca sessizlik sürünce Çiçek, Ali’yi sarstı.

—Haydi, gidelim artık. Bak kimse kalmadı!

Çiçek haklıydı. Ali sevgilisine “Tamam.” deyip duvardan atladı. Sevgilisinin de atlamasına yardım etti. Elinden tuttuğu gibi yokuş yukarı karanlığın içinde kayboldular. Parka bağlanan sokağa yaklaştıklarında Ali, Çiçek’i yavaşlattı. Sokağın sonundaki apartmanın kenarından parka baktı. Köşeleri kontrol ediyordu. Gelen giden bir polis, bir bekçi var mı diye. Parkı çapraz olarak geçip iki yüz metre yürümeleri gerekiyordu. Her köşesinde spot ışıkları yanan parkın en uzak kısmında sigara içen iki bekçi gördü Ali. Başka kimsecikler yoktu. Çiçek’e doğru dönerken yüzü gülüyor, sesi keyifliydi.

—Ulan Ömer abi… Helal olsun. Harbiden kimse kalmamış.

Derken karşıda beş yaşlarında bir çocuk gördü Ali. Bu saatte ne arıyor olabilirdi ki sokakta? Bir bankın önünde duruyordu. Sanki karanlığa doğru dönmüş öylece ayakta duruyordu. Sonra Ali çocuğun önünde durduğu bankta bir kadının yattığını fark etti. Bekçilerle aralarında epey mesafe vardı fakat kadını ve çocuğu görmemiş olmaları imkânsızdı herhalde. Çocuğun kesik kesik içini çekmesinden ağladığı, bir sorun olduğu belliydi. Belli ki çocuk ağlamaktan yorgun düşmüştü. Ama kadın çocuğa hiç tepki vermiyordu. Kolu bankın kenarından sallanıyor, çocuk kadının başında çaresizce bekliyordu. Belki ablası, belki de annesiydi.

Kim bilir ne olmuştu! Bekçilerin kadına bir fenalık yaptıkları belliydi ama yanında ufacık çocuğu olan bir kadına en fazla ne yapmış olabilirlerdi ki?

Biraz sonra çocuğun iç çekmeleri ağlamaya dönüştü. Ağlayarak annesine doğru başını gömen çocuğun bağırtısı bütün meydanda yankılanıyordu. Ali, Çiçek’e döndüğünde gözlerinin dolduğunu gördü. Ona sessiz olması için “şşş” diyecekti ki parkın öte ucundaki bekçilerden biri küfürler savurarak yaklaşmaya başladı. Ağzındaki sigara uzamıştı. Belli ki birini söndürüp diğerini yakmıştı. Çocuğa yaklaştıkça küfürleri daha da seçiliyor, galiz laflarının böyle güçsüz bir çocuğa yönelmesi Ali’nin canını iyiden iyiye sıkıyordu. Sonunda hedefine varan bekçi çocuğu boş bir çuval alır gibi kaldırdı ve annesinin yattığı bankın önünde yere çaldı. Çocuk ağlamayı bırakmış, acı içinde feryat ediyordu. Diğer bekçi, bu sadist kadar vicdansız olmayan, onu durdurmaya çalışıyordu ama bu ruh hastası ufacık çocuğu yere çalmayla yetinmedi. Yerdeki çocuğun küçük başına çizmesiyle sert bir tekme savurdu. Ufak çocuğun başından kanlar süzüldü. Bir daha bekçiyi rahatsız edebilecek hiçbir ses çıkarmayacaktı, tıpkı annesi gibi.

Ali, tüm bunlar olurken Çiçek’in ağzını tutuyordu. Çiçek’in gözleri nemlenmenin çok ötesine geçmiş, hüngür hüngür ağlıyordu. Ali’nin de gözlerinden akan yaşlar yüzünü, bir şey yapamamanın verdiği öfke bütün bedenini ateş gibi yakmıştı.

Bekçiler çocuğu orada “susturduktan” sonra telsizlerinden gelen uyarılarla birlikte parkı Ali ve Çiçek’in sağ tarafına düşen yöne doğru terk ettiler. Ali onların parktan ayrıldıklarını gördükten sonra koşarak çocuğun yanına vardı ve hemen yere çöktü. Küçük çocuğun nabzını kontrol etti. Korktuğu olmuş, çocuk ölmüştü. Kadının nabzını kontrol etmek istediği sırada elini uzattığı boynunda ise bir ısırık izi gördü Ali. Üzerinde kıyafet gibi duran şey ise çöpten alınmış bir paçavra olmalıydı. Dikkatli baktığında ise üzerinde belki de sadece birkaç dakika önce tek parça olan eteğin parçalanmış halde olduğunu gördü. Göğsünde iki kurşun deliği vardı ve üzeri kanlar içerisindeydi. Kadının ırzına geçip öldürmüşler, en fazla dört yaşında olan oğluna da acımamışlardı.

Çöktüğü yerde öfkeden deliye dönen, bu masumların öcünü almak için Tiran’ın bütün o kullarını dilim dilim doğramayı tüm varlığıyla isteyen Ali, kendisini tutabilmek için kalan irade kırıntılarının tamamını kullandı. Yerden kalktı ve kadının başında donakalmış sevgilisinin elinden tutarak, gitmeleri gereken yöne doğru götürdü. Ali ve Çiçek sokakta cesetlerini sürüklüyor gibi yürüyordu. Az evvel korkmuş bir kedi gibi her köşede saklanıp dört yönü kontrol etmeden yürümeyen âşıklar yüzlerini yerden kaldırmıyorlardı bile.

Biraz sonra evin önüne varmış, geceyi atlatmışlardı. Ama eve girdiklerinde Edip, karşısında sonunda kavuşmuş ve mutlu iki âşık değil, gözleri yaşlı, perişan halde iki çocuk gördü. Ali ve Çiçek salona girdiklerinde durup birbirlerine baktılar. Ali sevgilisinin güzel gözlerine baktı. Çiçek’in gözleri hâlâ nemliydi, alt dudağı titriyordu. Ali de sevgilisinden daha farklı bir durumda değildi. Hiçbir şey söylemek istemiyorlardı. Ölmek istiyorlardı, ölüp kurtulmak. Bu kadar rezil bir ülkede, merhametsizliğin kesin hüküm sahibi olduğu bir ülkede yaşamak istemiyorlardı. Biraz sonra Çiçek’in sol gözünden bir damla yaş süzülüverdi. Ali’nin göğsüne başını adeta vuran Çiçek hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Ali’nin gözleri de sevgilisinin gözlerini takip etti. O gece birbirlerine sarılarak dakikalar boyunca ağladılar.

YAZAR

Tuğrul Zincirkıran

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir