“hem kuyudayız hem yusuf değiliz”

“…

bak bana, şu kara bahtıma

yazılı kaç sene, kaç gün, kaç ölüm daha?

yaşlıyım

çok yaşlıyım

yarına kapalı bir kapıyım

paslıyım”*

dün gece yürüdüm, yaklaşık dokuz kilometre kadar… bu köhne kent yine bildiğin gibi ayaza kesmişti. tramvaylar, tramvaylar, tramvaylar… hepsi yanımdan, ahmaklığıma küfrede küfrede geçti sanki. onlar bana bir sövdüyse ben onlara on sövdüm ve sürdürdüm yürümeyi. “yol öğretir” mi, öğretirse ne öğretir bilmiyorum? hayat muvazzaf, bense gayri muvazzaf bir öğretmenim ama zâten bir şey öğrenmek gibi bir niyetim de yoktu. sanki her şeyi biliyormuşum gibi gelmiyor değil arada ama bu hâl çok sürmüyor, hemen patlıyor beynimde hiçbir halttan haberim olmadığı gerçeği. bâzen sadece yürümek istiyor insan biliyorsun. gecenin karanlığında, tek başına, dünyâdan, insanlardan soyutlanarak yürümek, sanki her şeyin çâresiymiş gibi geliyor. ben en çok ulus’ta yürümeyi severim, ruhumdaki hengâmeyi, içimdeki çelişkileri ve tedirginlikleri o semte aktarmışlar gibi gelir ama artık oradan da uzağım. gerçi uzaklık biraz fazla göreceli bir kavram, neye göre uzak, kime göre yakın. meselâ insan, sürekli olarak gönlünün en gizli yerinde muhafaza ettiği birine, arada kentler, ülkeler bile olsa uzak mıdır yoksa yakın mı? neden böyle gereksiz sorgulamalara girdiğimi ben de bilmiyorum. bu, “bilmiyorum” denilen kahrolası, belâ oldu başıma, gözümü açtım açalı kurtulamıyorum. yürümek, sadece yürümek… aslâ kaçamayacağını bildiği şeylerden anlamsızca bir kaçış çabasıdır belki de, bilmiyorum, zâten neyi biliyorum ki? fakat bildiğim birkaç şey varsa biri, insanın, kendinden ve gövdesinin solundaki hâinden aslâ azad olamadığıdır. nankörlük etmek de istemiyorum, şükür, hem de sonsuz şükür tanrı’ya ama işte… her neyse… kanayan bir yaram var ama sarmaya niyetlenen kimseye de izin vermiyorum, bir derdim var bin dermana değişemiyorum. belki de inadımdan vazgeçmeliyim, belki de vazgeçmeliyim kendime zulmetmekten. çünkü biliyorum, nice geçmez denilen dertler geçiyor, nice cehennemlerden kül bile kalmıyor geriye ama işte… yine imam ali’nin duasına sarılıyorum, allah her şeyi gönlüme göre versin gönlümdekini de hayırlı eylesin erken evvel. cemleri de aksattım, sanırım onun bedelini ödüyorum. haftada bir kez câmiye, bir kez de cemevine yolumu muhakkak düşürmeliyim, ancak böyle biraz biraz huzur bulabiliyorum gâlibâ. insana uzak, allah’a yakın, belki de en iyisi budur yapılacakların. kendimi bildim bileli sevemedim bu çağı, kendimi de bildim mi, onu da bilmiyorum tabii. yıllar evvel numan baba’nın altı asırlık çilehânesine girmiştim, yer altında küçücük bir hücre, kabirden hiçbir farkı yok neredeyse, dikilmek zâten mümkün değil. “dışarıda gürül gürül akan bir dünyâ” ve ben o uğruna bir ömür verildiği hálde elde edilemeyen dünyânın son durağını gördüm, derin bir sessizlik. öbür taraf var mı yok mu bilmiyorum, yalnızca var olduğuna inanıyorum. neyse girmeyeceğim bu konulara. ne kadar çok “bilmiyorum” diyorum, bunaltmıyor değil ama ne yazık ki, “her şey tekrardır biraz.” ne diyordum, evet, sevmedim dünyâyı, ben onu sevmedikçe o da benden hazzetmedi, sonra bu insanları, onların çarpık algılarını sevemedim, görmezden gelemedim aptallıklarını. halbuki ben nâzım hikmet şiirlerini ezbere bilirim ama belki de bastırdığım bir ismet özel var içimde. zâten şu içi meçhul içimde neler olduğunu tam olarak bir tespit edebilsem rahatlayacağım ama içim, polisin ceza kesebilmek şöyle dursun karşısında hazır ola geçtiği zevattan birinin mâlikânesi sanki mübârek. herkes haksız bir ben haklıyım gibi bir iddiam yok, hiçbir zaman olmadı. onlar haklı olsalar bile onlardan olmamak; iyi, güzel ve doğru bulduğum safta bulunmak, yegâne kavgam bu. birkaç parça taşın, üç beş kağıt parçasının ya da metalin nasıl olup da bir insanın emeğinden, alın terinden, ömründen kıymetli olabileceğine inanamayan, bunu mantıklı bulmak şöyle dursun, alçakça bulacak kadar ilkel düşünen, bu alçak çağa ayak uyduramamış, dahası onun fenâlıklarından da ister istemez huzursuzluk duyan biriyim ben. “farklı çağlarda, farklı bir dünyâda yaşasak nasıl olurdu” diyorsun, doğrusu bunu ben de merak etmiyor değilim ama maalesef bu çağdayız ve ben iliklerime kadar yabancı hissettiğim bu çağda sana, yâni bir tanıdığa rastlama şerefine nâil oldum ve bunun kıymetini bilmek için elimden geleni yapmaya çalışıyorum. çünkü ben kendimi bu “azgın” ve yabancı “kalabalık” içinde yapayalnız hissediyorum. içimde hep bir özlem var, derin, önüne geçemediğim bir özlem… yaşamak benim için koca bir bekleyiş demek, ben sende kendi hâlimi görmek istiyorum, halbuki biliyorum beklenti üzer ama aksi ne yazık ki elimde değil. hiç bilmediğim, hiç gitmediğim, güzel insanların yaşadığı bir çağın, bir ülkenin hasretini çekiyorum. böyle bir yer var mı, daha evvel var mıydı, bir gün bir yerlerde var olacak mı bilmiyorum? bu bilemeyişler, bekleyişler çok yoruyor beni lâkin biraz da yüzsüzlük ederek tanrı’nın merhametine sığınıyorum ve yürümeye devam ediyorum, tek başına, hep tek tabanca… bu kavga, insanı çok hırpalıyor, bu sel fazla öfkeli, kaybolmaktan, boğulmaktan korkmalarım boşuna değil, hani şâirin dediği gibi, “canan tut elimden yoksa ben beni / bitiririm beni bana bırakma / bu şaşkın hâlimle kaybeder seni / yitiririm beni bana bırakma”. biliyorum, herkesin senden bir şeyler yapmanı istemesinden, ne yapman gerektiğini söylemesinden çok muzdaripsin, sana bunun için de çok mahcubum, beni affet. yine ne yapıyorum ben? unuttum yine ona uzun zamandır selám bile vermediğimi. kendi kendime yâhut onsuzluğumla konuşmaya öylesine alışmışım ki, o beni işitmezken bile özür diliyorum ondan. sanırım gerçekten delirdim, tamam tamam zâten deliydim ama bu memlekette akıllı kalabilen ya polyanna’dır ya mevlânâ ki ben zâten yürüyen bir karamsarlık anıtıyım. değişmeliyim, iyileşmeliyim ve sanırım değişmek isteyen insan; işe ilk olarak müzik listesinden başlamalı. çünkü müzik, insanın ruh hâlini öylesine etkiliyor ki, her şey gâyet güzelken bir anda ölmüş ama hiç ölmeyecek babalarla bir rakı masasında, kederli bir bozkır türküsüne eşlik ederek demlenirken buluyorum kendimi; “yazımı gışa çevirdin leylam…” işler yolundayken hâl böyleyken, varın siz düşünün bir de işler berbatken neler olur. ben sabırsız biriyim, hani, “asiye, ben seninle karşılaşacağımı bilseydim başka türlü yetiştirirdim kendimi.” diyor ya, ben de eğer bilseydim en azından sabretmeyi öğrenirdim. gerçi ben onunla karşılaşıp bu kadar canımın yanacağını bilseydim, mümkün olsaydı maatteessüf karşılaşmazdım. tanrı bağışlasın, yazgıma sitem etmiyorum ama gerçekten çok yoruldum. neyse aslında tek tük de olsa; doğru kişiyle, doğru zamanda, doğru yerde karşılaşmış doğru insanlar tanıyorum. yâni kaderi güzel, bahtı açık olacak bir kere insanın, gerisi lâfügüzaf… gerçekten hiç iyi değilim. korkuyorum, korkuyorum çünkü öfke, hayál kırıklığı, kırgınlık, yorgunluk, umutsuzluk karışımı bir sessizlik büyüyor ona karşı içimde ve benim sessizliğim ikimizi de bir ömür sağır etmeye yeter. bunları hak edecek kadar kötü biri değilimdir umarım tanrım, umarım iyi biriyimdir. yapmam gereken ne varsa yaptım, gerisini tanrı’ya bıraktım. bugün, onun bulunduğu ve aslâ bulunmaması gereken lânetli topraklardan biri katıldı aramıza, en yakın arkadaşlarını onun sevgi tohumu ekmeye çalıştığı o lağam çukurunda boşu boşuna yitirmiş ve boşu boşuna yitirdiğinin farkında olan biri. hem de benim gibi düşünenlerden değil, tanrı’ya yalnızca kendilerinin dosdoğru kul olduklarına inananlardan. her neyse, ben o bahsi kapatalı bin yıl oldu. ona verdiğim sözde duruyorum, duracağım. anlayışsız biri değilim ve onu kendisiyle başbaşa bırakıyorum ama korkuyorum, içimdeki sessizliğin, kırgınlığın daha da büyümesinden, sulanmayan dahası inatla koparılmaya çalışılan çiçeğin solmasından, tükenmesinden korkuyorum. biliyorum ona hava hoş nasılsa ama neyse… susuyorum ve saygıyla bekliyorum. yalnız hissediyorsan buradayım dedim defaatle ama kendi bilir. onu aslâ tehdit etmedim, uyardım, “doğrularının” yanlışlığını anladığında haklı olduğumu, endişelerimi anlayacak, belki de hiç anlamayacak, yine de her ne olursa olsun, o gece verdiğim söze sâdık kalacağım. çünkü bu gövdemin solundaki hâin, beni rahat bırakmayacak. dedim ya iyi değilim, doktora görünmem gerektiğinin elbette farkındayım fakat tımarhaneye sevk edilme ihtimalinin yüksekliğine binâen gitmekten imtinâ ediyorum. aslında doktor falan hikâye, doğru düzgün sevilmeye ihtiyacı vardır insanın, hepsi bu. yine ne çok konuştum kendi kendime. âcilen susmayı, sabretmeyi, beklemeyi, belki de beklememeyi, bazı şeyleri düşünmemeyi, karamsar olmamayı ama çok da ümitvâr olmamayı, “burasının dünyâ ve bu kadar olduğunu” öğrenmeli ve savaşa kaldığım yerden devam etmeliyim ama nasıl? yapılması gerekenin ne olduğunu herkes biliyor esâsında, ben de biliyorum pekâlâ ama bilmek ayrı, yapabilmek ayrı ve bâzı şeyleri ne kadar uğraşırsa uğraşsın başaramıyor insan. ben cemal süreya mizaçlı biri değilim, ondandır hep aynı türküyü söylerim, başka hiçbir şarkı, türkü durmuyor dilimde, dursun da istemiyorum zâten, belki yanılıyorum ama yanlışta ısrar, bize ata dede mîrâsıdır. dediğim gibi ben buranın, bu çağın yabancısıyım, maalesef hep öyle kalacağım ve kısık sesle de olsa, çok acı da çeksem yalnızca o türküyü söylerken belki biraz huzur bulacağım. an be an inşirahlar sürüyorum, sarmaya, kapatmaya çalışıyorum gövdemin solundaki, kanlı, azaplı, o çok can yakıcı felâketi ama başarabilecek miyim bilmiyorum. velhâsıl “hem kuyudayız hem yusuf değiliz.”

on kasım iki bin yirmi bir / eskişehir

*kayra – çok yaşlıyım

YAZAR

Fâtih Oğuz

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir