Veda Mektubu

16 Kasım Salı

Veda Mektubu

Bu bir veda mektubudur. Yirminci yüzyılın Türkçemizdeki sezası, dar-ı bekaya göç etti.

Karakoç’un ilk gençliğimde özge bir yeri vardı hiç şüphesiz. Koltuğumun altında dirilişleri bulunurdu her daim.

Ya ne olacaktı? Kozasından henüz çıkmış, uyumsuz, yeni yetme İslamcı bir gençtim. Başka ne okuyayım diye mırıldandığımı anımsıyorum. Kendisiyle ilk sıla-i rahim eylediğimizde karşısına onlarca kitabı ile çıktım. Masasının üzerine bırakıverdim hepsini. Gözlerini dikti üzerime, “önce selam sabah verilmez miydi” dedi. Utandım hâlimden, durumu kurtarmak için söz etmeye kalkıştıysam da beceremedim.

İlk edinilen bilginin kutsallığına ve dolayısıyla dogmatik olduğuna dair bir inanç taşıyorum. Emek verilmiş, didinilmiş, sapanla kuş avlamaktan arta kalan vakitler ilme ve irfana harcanmıştır çünkü. Hatta çoğu zaman ilim ve irfanla uğraşılan vakitten arta kalan zamanda kuş avlanılmıştır sapanla. İlk öğreten de düşünce dünyamızdaki babadır. Uzun süre en büyük kahraman odur. Sözünün üzerine söz söylemek edebe yakışmaz, sözü sözlerin en özüdür. O doğrusunu söylemiştir de sen anlayamamışsındır. Baba bazen kilisenin, bir labirent olduğundan söz eder sana. Senin için tek mabed olarak babanın mabedi belletilir. Senin için bir hayat öngörür baban. Sana bir kişilik ve kimlik inşa eder. Babalar çoğu kez içinde bulundukları zamanı ve mekânı hesaba katamazlar. Babanın kanatları altından ayrıldığında zamanın ve mekânın bilincine varırsın.

Babalar hep yitirilmiş cennetlerin arzusuyla yanıp tutuşurlar çünkü. Bir cennet vardı ve orası yitirildi, sen oğul o cennetin yeniden imarına memursun. Sonra elinde kocaman bir hiç ile zamanın ve mekânın arasına sıkışır, kalırsın.

İslamcı gençlerin trajedisidir bu. Ne babalarının oğulları -kimlik, kişilik- olabilirler ne de kendileri. Heidegger’ın tabiri ile dünyaya fırlatılmışlık hâlinin en uygun belirlenimidir bu gençler. Mevzuları belli değildir ki kendilerinden söz edebilsinler. Kendisinden söz edemeyenler ise başkası ile meşgul olur. Homurdanır, sızlanır, şikâyet eder durmaksızın.

Düşünce dünyamızdaki Oedipus kompleksinden söz ediyorum biraz da. Çünkü düşünmek en önce atadan, babadan geleni inkâr ile başlar. Karakoç, sadece benim değil, hem benim hem de benden önceki kuşağın düşünce dünyasının babasıdır. Bir kısmımız onu öldürmüştür, bir kısmımız hâlâ onun yitik cennetindeki havarileri olma yolunda ilerlemektedir.

Karakoç ile Akif’in kaderi ne yazık ki aynı düzlemde ilerlerdi. Akif de cemiyetin değil cemaatin şairi olmuştu. Kalabalıkların şairleriydi onlar. Akif yalnız ve yalnız İstiklal Marşı’nın şairi olmuştu, Karakoç ise Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine’nin şairi olmuştu. “Gece’nin, Hicran’ın, Secde’nin” arasında gizlenen Akif’in önünde onu gizleyen koca bir millet ve devlet vardır artık. “Rüzgâr’ın, Kar’ın, Yağmur Duası”nın şairi kendini onlarda gizli kılmıştı. Milleti onu “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”ye “Masal”a mahpus kılmıştı.

Ara sokaklarda dolanan şairler; kalabalıkların, kürsülerin, davaların şairleri oldular. Şunu da söylemeden geçersem elleri yakama yapışır. O malum kalabalık, o malum kürsü ve o malum davanın takipçileri; ara sokaklarda hem Karakoç’un hem Özel’in sillesini kaç kez yemiştir bilemiyorum.

Yukarıdaki sözlerimin mahiyeti bir eleştiriden ziyade bir öz eleştiri mahiyeti taşımaktadır. Şair Sezai Karakoç ile insan Sezai Karakoç’un arasında oluşturulmuş gerilime değinmekti muradım. Bir düşünce adamı olarak Karakoç için ise harici olarak bir tenkidim mutlaka olacaktır. Akif’in,

Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı

beyti ile hesaplaşmak gerektiğini düşündüğüm gibi, Karakoç’un da düşünce dünyası ile bir hesaplaşmaya girmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Karakoç’un 1967 yılı ile başlayan düşünce yazıları Türkiye’de okuyucu ile buluşurken bakalım neler oluyordu…

“İslam’ın Dirilişi, İslam Toplumunun Ekonomik Strüktürü, İslam, Diriliş Neslinin Amentüsü, Yitik Cennet” gençliğimin ilk başucu kitaplarıydı. Diriliş Neslinin Amentüsü’nü almak üzere okul kütüphanesine koşar adım gittiğim günü dün gibi hatırlarım. Karakoç içinde bulunduğum dünyadan bana haberler veriyordu, zaten başka bir dünya da bilmezdim. Çağ ve İlham serisinin 3. Kitabı yayımlandığı sıralarda (1980), Jean Baudrillard “Simülakrlar ve Simülasyon’u”(1981) kaleme alıyordu. Biz toplumun imanının kaybetmesiyle ilhamını da kaybettiğini işitirken Matrix’in içerisindeki insanlar Matrix’te olduğu bilinciyle hayata uyanıyorlardı. Bizse yitirilmiş cennet bahçelerini arzulamak üzere yeniden uykuya dalıyorduk.

Belki İslamcı gençleri hop oturup hop kaldırtacak bir söz daha eklemeliyim. Karakoç, Necip Fazıl, Dilipak, Pakdil gibi şair ve düşünce adamları 21. Yüzyıl Türkiye’sinin canavarını belki bilerek belki bilmeyerek yaratıp başımıza bela ediyorlardı.

Sözü daha fazla uzatmayacağım. Hakkını da teslim etmek gerektiğini düşündüğüm sayılı insanlardan birisidir Karakoç. Dediği ile yaptığı arasında bir eşgüdüm yakalamış kâmil insanlardan birisidir nazarımda.

Cenab-ı Hakk rahmeti ile muamele eylesin.

YAZAR

Yusuf Ekdemir

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir