Körpe Yusuf -III-

“De ki: Ey kavmim! Elinizden gelen ne varsa yapın. Ben de yapacağım. Güzel akıbetin kime ait olduğunu yakında bileceksiniz. Şu muhakkaktır ki zalimler iflah olmaz.”

(En’âm Sûresi, 135. Ayet)

Aradan tam dokuz gün geçti. Hacer’in, yavrusundan ayrılalı tam dokuz gün… Mağarada, anne tilki ve yavrularının dışkılayıp, avladığı fareleri yediği mağarada, tam dokuz gün… Üstünde, suhtelerin giydirdiği parçalanmış entariyle geçen; aç, susuz, tam dokuz gün…  Dışarıdaki dünyadan habersiz, bir kadın rahmine benzeyen, ıslak ve karanlık mağarada tam dokuz gün… Dokuz gün geçti, tam dokuz gün! Yusuf’a acıyan anne tilkinin, insanlara nasip olmayan vicdanıyla, önüne atılan leşlerin üzerine kusarak geçen tam dokuz gün…

Bundan tam dokuz gün önce; güneş, yerini bulutlara bırakırken suhte çetesi, Aktaz Ormanı’nın içinden geçiyordu. Yusuf, kendisiyle aynı kaderi paylaştığı Ali’ye arkasından bağlanmış hâlde bir yaban eşeğinin üzerindeydi. Üstü başı kan içinde kalmıştı. Gece vakti bir yerde durup kamp kuruldu. Yusuf karalı bir çadırın kenarına atılmış, dört suhte tarafından acınmadan dövülmüş, tüm kıyafetleri çıkarılıp gözünün önünde yakılmıştı. Çırılçıplak hâlde çadırın dışarıya açılan  yırtığının önünde dururken, iki iri yarı suhtenin taciz eden bakışlarına maruz kalınca gözlerini titrek bakışlarla yere çiviledi. Biraz ilerisinde kader ortağı Ali, kadın entarileri içinde zorla raks ettiriliyordu. Başta Köse Reis olmak üzere hepsi çocuğun acı dolu kıvranışlarını hayvani arzuyla izleyip alkış tutuyordu. Yusuf, bu manzarayı izlerken hayatının tamamen sona erdiğini düşündü. Kederle hüznün karıştığı düşünceleri kahkahalar ve küfürlerle bölünüyordu. Ağzından salya akan iri elli bir suhte üzerine gelip bağlı olduğu ipleri çözerek onu ayağa kaldırdı.

-Kalk hadi, hizmet et!

Kalçasına yediği şaplakla adımları hızlanan Yusuf, eline verilen tepsiyi alıp  titreyerek suhtelerin etrafında dolaşmaya başladı. O, hizmet ederken Ali üstündeki mazlumluğu atmış gibi vücudunu kırarak raks ediyordu. Raksı bitince reis oturduğu minderden ayağa kalkıp Ali’yi kucakladı. Ali, uslu uslu kafasını reisin göğsüne yasladı. İri küpeli, pis ahlaklı Köse, göğsündeki tüm iradesini bırakmış çocukla beraber çadırına girdi. Yusuf, bu pis manzarayı bağlı olduğu yerde izlerken tüm bunların neden olduğunu düşündü. Kısa zaman sonra kafası öne düştü, şüpheli bir uykuya daldı. Sabah olduğunda bütün imanı külçe külçe altınlar olan suhteler, çadırları bozup hareket etmeye hazırlandılar. Yusuf dayakla uyandırılmıştı. Üzerine Ali’nin eskilerinden bir entariyi giydirdiler. Kirli sakallı bir suhte, çocukları yaban eşeğinin üzerine oturtarak Ali’nin gövdesinden geçen iple Yusuf’u bağladı. Uzaktan bakılınca pazardan alınıp, bacaklarından bağlanarak taşınan tavuklara benziyordu. Suhteler reisin işaretiyle yola çıktılar. Ormanın tüm canlılarını rahatsız edercesine olabildiğince gürültüyle şarkılar, türküler söylüyorlardı. Aktaz Ormanı’nın yakınlarına geldiklerinde reis, cebindeki haritayı çıkarıp tam arkasında duran adamını çağırdı “Hüdai, gel buraya oğlum!”. Reisiyle aynı hizaya gelen Hüdai, gemlerini çekerek atını durdurdu.

– Buyur reis!

– Bu ormanın ardı neresi?

– Arnavut Haşo’nun çiftliğidir.

– Nasıl biridir bu? Bizden korkar mı?

Hüdai, reisinin gözlerine bakarak sorduğu sorunun ne anlama gelebileceğini düşündü. Karnını şişirip uzun bir nefes verirken “Bizden korkmasa da bize bulaşmak istemez herhâlde.” diye düşünerek kibirli gençliğin kemikleşmiş hâli olan reisine cevap verdi:

– Korkar reisim, bizim gücümüzden korkar.

– Güzel, hareket edelim o zaman!

Reislerini duyan kafile tekrardan hareket etti. Reis, Haşo’dan kaldıracağı ganimeti düşünerek içten içe keyifleniyordu. Ancak Köse Reis’in düşünemediği bir şey oldu. Haşo, suhtelerin geleceğinin haberini önceden almıştı. Çiftliğinin başına kötü bir hâl gelmesini istemediğinden sancak beyine gitmişti. Havalisinde dolaşıp ehl-i namusa saldıran suhte şeytanlarını yok etmek isteyen sancak beyi bu işbirliği teklifini kabul etmişti. Suhteler, Aktaz’a adım attıkları gibi üstlerine kurşun ve oklar yağmaya başladı. Köse, üzerlerine gelen okları anlayamadan adamlarına döndü. Ağzını açmadan üç ok; önce küpesine, sonra sağ omzuna, sonra da sol omzuna saplandı. Dış dünyayla bağı kopmuştu. Parçalanan küpesinin yere düşüp bin parçaya bölündüğünü gördükten sonra saman çuvalı gibi atından düştü. Başsız kalan suhteler şok içinde ormandan kurtulmaya çalıştılarsa da çabaları boşunaydı. Çünkü Haşo’nun adamlarıyla suhteleri dünyadan silmek isteyen sarı sarıklı sancak beyinin kara suratlı, acımasız sipahileri suhteleri kıskaçlarına almışlardı. Suhteler biraz daha direnmeye çalışsalar da başarılı olamadılar. Öğle güneşi alçalmaya başladığında kötülüğüyle ün salmış suhtelerin hepsi çürük elmanın ağaçtan düşüşü gibi atlarından düşmüşlerdi. Onlara rezil ve yaralı bir hayat sunan suhtelerin katledilişini izleyen Ali ve Yusuf, sevinsinler mi üzülsünler mi bilememişlerdi. Elinde baltası olan, pala bıyıklı bir sipahi yanlarına gelerek onları bağlayan ipi baltasıyla kesti. İpin kesilmesiyle hür kalan çocuklar yere düştüler. Sipahi onların yanına dikilip bağırdı “Sakın buradan ayrılmayın!”

Çocuklardan ganimet çıkmayacağını anlayan sipahi, onları oldukları yerde bırakıp suhte leşlerinin üstünde gezinmeye başladı. Yere çarpmanın etkisiyle burnu patlayan Yusuf, zorla kafasını kaldırarak içine düştüğü katliamı seyretmeye başladı. Haşo’nun memleketinden getirdiği Arnavut silahtarlardan ikisi, Köse Reis’in cesedinin yanına gelip kafasını bıçakla koyun derisi yüzer gibi gövdesinden ayırdı. Pos bıyıklı Arnavut, Köse Suhte Reis’inin kulağını kesip küpesini kopardı. “Akşam, meyhanedeki Rum güzeli Diana’ya verilecek hediye belli oldu!” diye düşünüp pis bir kahkaha attı.

O zevkten dört köşe olmuşken ağır yaralı dört suhte topallaya topallaya savaş meydanından kaçmaya çalışıyorlardı. Ancak günlerdir onların rezil havadislerini duyup kinlenen pala bıyıklı, iri pazulu sipahiler tarafından yakalanıp mızraktan geçirildiler. Yüzünün baştan aşağı kılıç yarası olan uzun boylu sipahi, bir leşin kafasını eliyle kaldırıp yüzüne tükürdü. Burada olanların hepsi aynı pislikte kokuyor, hepsi aynı coşkun vahşiliği taşıyordu. Haşo ve sancak beyi, savaşı izledikleri iri çınar ağacının altından ayrılıp ölüler arasında dolanmaya başladıklarında Yusuf, olayın etkisini üzerinden atlatmış, buradan kaçmanın yollarını düşünmeye başlamıştı. Ayağa kalkmadan önce bayılmış hâlde yatan Ali’ye baktı. Burnu kandan sızlıyordu. Bir an önce buradan kurtulması gerektiğini düşündü. O sırada önünden beyaz bir tavşan geçiyordu. Yusuf’un tam önünde durup gözlerinin içine baktı. Yusuf, tavşanın bakışlarından o kadar etkilenmişti ki etraftan gelen boğaz hırıltılarını duyamaz olmuştu. Uzun uzun ona bakan tavşan birden koşmaya başlayınca hiç düşünmeden onu takip etmeye başladı. Leşlerin kafalarını kopararak ceplerindeki altınları arayan sipahilerle Arnavut fedaileri, Yusuf’un koştuğunu görmemişlerdi. Haşo, attan inip Köse Suhte Reis’in koparılan başını avuçları arasına aldı:

– I poshtër i panderë![1] (Hâlâ at üstünde olan sancak beyine dönerek) Köylerinizi yakıp oğlanları kaçıran suhte bu, değil mi?

Sancak beyi pisliğe bakar gibi kesik başa baktı.

– Evet, o! Yüzüne baksana, ne kadar genç!

Arnavut, yüzünü buruşturup kelleye doğru irin dolu bir tükürük attı:

– Genç yaşta şeytana ruhunu satmış!

İkisi de kesik başın yere atıldıktan sonra taşa çarpmasıyla parçalanmasını izledikten sonra tekrar atlarına bindiler. O sırada Yusuf hâlâ tavşanın peşinde koşuyordu. Ormanın içine girdiler. Yusuf, ayağının altında yeni bitmiş kırmızı ağrıyı hissetmiyordu bile. Bir mağaranın önüne gelince durdular. Tavşan, havayı koklayarak etrafına bakındı. Yusuf koşmayı kestiğinde bacaklarındaki sızıyı fark edip dizlerini ovalamaya başlarken beyaz benizli hayvan ürkek hareketlerle mağaraya doğru hareket etti. Yusuf çekingen adımlarla onu izliyordu. Mağaraya girdiğinde önce tavşanın çığlığının dehşetini hissetti kulaklarında. Karanlığın içinden vahşi sesler geliyordu. Yusuf, mağara içinde yürümeye devam ederken yerin, altından kaydığını hissetti. Göz açıp kapayıncaya dek mağaranın içindeki çukura düştü. Burnu tekrar kanamaya başlamıştı. Duyduğu vahşi sesler çukura doğru yaklaşıyordu. İki iri kırmızı göz Yusuf’u seyrediyordu. Çocuk, içindeki korkuyu belli etmemeye çalışsa da yüzü, ölüler kadar beyazdı. Bir tilki, çukuru koklayıp ağzındaki tavşanı çukura atarak ortadan kayboldu. Tam dokuz gün geçmişti, tam dokuz gün…

***

Tekelü Yahya, Aktaz Ormanı’nı oldum olası hiç sevmezdi. Arkadaşlarına “Bu ormanda lanetli bir şey var.” deyip dururdu. Yine de avlanmak için en uygun orman burasıydı. Arkadaşları Sinan ve Maymunveledi, onu bu ormana gelmeye zorla ikna etmişlerdi. Kargaya benzer yüzünün üstünde kirli sakalı vardı Maymunveledi’nin. İrice bir taşın üstüne çıkıp aşağısında kalan Sinan ile Yahya’ya baktı:

– Bugün şansımız hiç yaver gitmiyor ağalar! Vura vura anca iki çulluk vurduk!

Yahya, yüzünde haklı olmanın verdiği gülümseme ile konuştu:

– Lan ben size ne dedim? Bu ormanın avından hayır mı gelir?

– Yahya, bir dur be karındaşım! Sabahtan beri bozlak atıyorsun, ağzından hayırlı bir laf çıksın!

– Çıksa ne olacak Maymun! Görüyorsun ya işte hayvan bile çıkmıyor önümüze, kalkalım gidelim.

İki arkadaşının atışmasını bıyık altından gülerek izleyen Sinan, bir yandan da etrafı gözlüyordu. Uzakta bir kırmızılık görünce arkadaşlarını bırakıp ona doğru yürüdü. Yaklaştıkça kırmızılık bir karaktere kavuşup tilki hâline geldi. Tilki, üzerine gelen insanı görünce süratle çalılığın arasına girdi. Sinan, arkadaşlarına dönerek alçak sesle “Bir tilki gördüm, beni takip edin.” dedi.

İki arkadaş, aralarındaki atışmayı bırakıp Sinan’ın baktığı yere doğru yürümeye başladılar. Tilki avlaması zordur çünkü tilki kaçmayı iyi bilir; bir anda çıkar, bir anda silinir dünyadan. Bu yüzden olabildiğince sessiz olup çalılığın etrafını sardılar. Tilki duyduğu iri adımlara karşılık olarak geri çekiliyordu. Bir an gelmiş, izini kaybettirmişti. Üç arkadaş birbirilerine bakıp gözleriyle konuşuyorlardı. Maymunveledi, iç cebinden iple bağlanan otları yakıp tilkinin olduğunu tahmin ettiği çalılık tarafına attı. Çıkan kıvılcım büyüyüp ateş olduğunda çalıları yemeye başladı ve bundan huzursuzlanan tilki ilk defa bir ses çıkardı. Kurtuluşun olmadığını görünce çalılıktan çıkıp mağarasına doğru koşmaya başladı. Üçlü, tilkinin peşinden koşmaya başladı. Yahya güçlü bacakları sayesinde en önde koşuyordu. Tilkinin mağaraya girdiğini görünce arkada kalan arkadaşlarını bekleyip soluklandı. Sinan nefes nefese yanına gelerek sırtına vurdu.

– Ne duruyorsun oğlum? Girsene mağaraya!

Yahya cevap vermeden mağaraya doğru yürüdü. Laubaliliği sevmezdi. Tilkiyi vurduktan sonra Sinan’ı azarlamayı düşündü. Sinan ve Maymunveledi, mağaraya girip sağ ve sola ayrılıp dört koldan tilkiyi aramaya başladılar. Yahya adımlarını ağır ağır atıyordu. Mağara içine girince dikkatli olması gerektiğini, çocukluğunda obasıyla göç ederken bugünkü gibi av için ayı peşinden koşan bir akrabasının parçalanmış yüzünü görünce öğrenmişti. Bir adım daha atıp durdu. İkinci bir adım atacaktı ki ayağının çukur dibinde olduğunu fark etti. Bir adım geriye çekilip çukurun içine baktı. Bir şey göremedi. Cebindeki ipe bağlı otu yakıp çukura yaklaştırdı. Gördüğü manzara çok tuhaftı: Yırtık kadın kıyafetleri içinde bir erkek çocuğu yarı baygın hâlde sayıklıyordu.

– Bırakın tilkiyi, buraya bakın!

– Ne oldu?

– Çocuk var burada, gelin!

İki arkadaş koşarak Yahya’nın yanına geldiler. Maymunveledi çömelip çukura baktı.

– Kim ki bu?

– Nereden bileyim ben gardaşım? Kurtaralım sabiyi.

Sinan, beline bağladığı kemendi çıkartıp çukura attı. Yusuf, önüne düşen ipe ruhsuz ruhsuz baktı. Düşünmeyi, tepki vermeyi unutmuştu. Zar zor kalkıp topallaya topallaya ipi tuttu. Kulağına Yahya’nın sesi geldi “Çocuğum! Ne duruyorsun, tutsana çocuğum!”

Yusuf sesi önce anlamadı, sonra ağır ağır ipi kavramaya çalıştı. Sinan ve Yahya ipi çekmeye başladılar. Çocuk yerden yükseldikçe solgun vücudu taşlara sürtüyordu. Sonunda Yusuf, çukurdan çıktı; ağzında kan, vücudunda yaralar, kalbinde ise korku vardı. Yahya, çocuğa sarılarak vücudunun ısısını kontrol etti.

– Vay evladım benim! Vücudun buz gibi!

Yusuf anlamsız anlamsız baktı Yahya’ya, içindeki korkuyu anlatamıyordu. Yere çömelmiş, etrafındaki adamları gözüyle tarıyordu. Sinan çocuğa doğru eğildi:

– Türkî lisan konuşuyor musun?

Çocuk ağzını açmadı. Sinan, Maymunveledi’ne döndü:

– Maymun, sen gâvur lisanı biliyorsun, konuşsana şunla!

Maymun çocuğun omzuna dokunup bir İtalyanca bir Rumca sorular sordu. Çocuk cevap vermiyordu. Tekelü eğilip ikisini de omuzlarından çekti:

– Saçmalamayın, Türkmen çocuğu bu! Korkmuş, ondan konuşmuyor. (Yusuf’un gözlerine bakıp babacan bir sesle) hadi konuş küçüğüm, kem âdem değiliz, konuş!

Yusuf ağzını açtı, ses çıkaramadı. Bir kez daha konuşmayı denedi.

– Hadi koçum, konuş!

Yusuf son kez, tüm gücüyle denedi:

– B-ben Yusuf!

Tekelü Yahya, Yusuf’a sıkıca sarılarak saçlarını öptü.

– Aferin yavrum, aferin…

Yahya, çocuğu elinden tutarak mağaradan çıkardı. Yusuf hâlâ neler olduğunu anlayamıyordu. Sinan gözlerini kısarak çocuğu süzdüğünde küçüğün beyaz teninin sarıya döndüğünü fark etti.

– Yahya, bu veba olmuş olmasın?

– Bilemeyiz, tabibe götürmek gerek.

Yahya, çocuğu sırtlamış, konuşa konuşa atlarını bağladıkları yere gidiyorlardı. Maymunveledi, dişe dokunur bir hayvan avlayamadıkları için içten içe garip bir hüzne kapılmıştı. Göbeğine vurarak Yahya’ya laf attı:

– Haklıymışsın be kardeşim! Bu orman uğursuz! Bir av avlayamadık.

– (Yahya keyifle gülümseyerek) O kadar da uğursuz değilmiş! (Yusuf’un saçlarını okşayarak) Bir masum kurtardık. Yavru aslanım benim!

Atların yanına geldiler. Yahya atının gemini çözmeden önce Yusuf’u atına bindirdi. Sonra atın gemini çözüp çevik bir hareketle atladı. Diğerleri de bindiler. Yusuf, Yahya’nın beline sarıldı. Kimlerle nereye gittiğini bilmiyordu. İsa’nın Lazarus’u gibiydi….

[1] Arnavutça bir hakarettir.

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir