Körpe Yusuf -IV-

“Hatırla ki kâfirler seni tutuklamak veya öldürmek ya da (yurdundan) çıkarmak için tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyor, Allah da tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”

(Enfal Sûresi, 30. Âyet)

Malikânenin önünde birçok at duruyordu. Tahsin Bey’in adamları kapıda sıraya girmiş, ağırlamak için misafirleri bekliyorlardı. Cuma namazından çıkmış, sancağa yeni atanan paşa, yanında iki korkunç görünümlü yeniçeriyle beraber kapıda belirdi. Tahsin başta olmak üzere herkes kapıya dikkat kesildi. Paşa, sert ve sesli adımlar atarak içeriye girdi. Yeniçeriler kapıda durup Tahsin Bey’in adamlarının yanında beklemeye başladılar. Maymunveledi, kapının ağzındaki bu iki süslü askeri gizli bir haset duygusuyla izliyordu. Hayatı boyunca bu kapıkullarını hiç sevmemişti. Asıl adı İshak’tı, Ustacalu Oymağı’nın şimdi dağılmış bir aşiretindendi. Çocukluğunda Rakka civarlarında ailesinin aşiretinin yurt tuttuğu obaya her bahar bir tabur yeniçeri ile defterdar gelirdi. Devlet her yaylak zamanı vergi ücretini arttırırdı. Şayet Türkmenler vergi vermeye yanaşmazsa sürülerinden birkaç hayvan çalıp ekinlerini ellerinden alırlardı. Vergi elbet verilirdi ama asıl yakıcı olan vergi memurlarının hakirane bakışlarıydı. Maymunveledi’nin babası Gök Alp, bu işin böyle sürmeyeceğini anlayıp Bozok yaylasına göçmüş, onlar gibi yaşamasınlar diye de dört oğlunu Tebrizli tüccarın yanına uşak vermişti. Tebrizli tüccarın yanında şehir şehir, ülke ülke gezmiş, lakabını da bir Hint ülkesine yaptığı yolculuktaki sarı maymundan almıştı. “Şaklaban” adını verdiği sarı renkli maymunu dört bahar önce ölmüştü ve Maymunveledi dört bahardır Şaklaban’ı gömdüğü yere gidip duruyordu. Kapıdakileri dişlerini sıkarak süzen Yahya ise Maymunveledi gibi haset değil nefret besliyordu bu iki süslü leşkere karşı. Bu nefret aileden gelen  bir nefretti. Bundan seksen küsur yıl önce Yeniçeriler ailesinin, oymağının yurtlarını yakıp yıkmıştı. Aile o günden beri Osmanoğlu karşıtı her eylemin içndeydi, hatta bir kısmı Anadolu’da barınamamış   İran’a göç etmişti. Eğer Tahsin Bey olmasa hiçbir Osmanoğlu, askeriyle bırakın aynı yerde olmayı  aynı çeşmeden su bile içmezdi. İç kapının en uzağında, girişteki kapının biraz gerisinde üstüne bol gelen zırhın içinde dik durmaya çalışan Yusuf vardı. Mağaradan kurtulmasının ardından dört yıl geçmişti. Dört yıl içinde yüzündeki beyazlık, soluk sarıya dönmüştü. Bu süre zarfında çocukluktan ilk gençliğe dönen dimağında tüm olaylarla şahsiyetler, çocuk beyninin üstüne kurulan zayıf temellerinden sıyrılıp tekrardan inşa edilmişti. Geçmişe dair her şey birer objeydi artık onun için; babası kederli bir bıyık, anası ağlayan bir eşarptı. Bir de köyüne son kez baktığında yanan alevleri hatırlıyordu. Onu bağlayıp zulmeden suhteler için ise şaşırtıcı bir şekilde belirli bir imge yoktu kafasında, sadece gördüğü kâbuslarında beliren karabasanlarla cin tasavvurları; iri küpeli suhte reisi Köse Sidar gibi pis kahkahalar atan at üstünde titreşen dumanlardı. İşte mazinin onda bıraktığı izler bunlardan ibaretti. Dört yılda iyi kılıç kullanmayı, altmış arşın öteden ok atmayı öğrenmişti. Daha henüz yeni tomurcuklanan bedeni kısa sürede gelişmişti. Ziyaretçileri gözleriyle tahlil etti, tanımadığı bir dünyaya aitti hepsi. Hepsinin yüz altlarına ruhsuzluğun gölgesi düşmüştü. Karnının acıktığını fark edip göbeğini kaşırken bahçe kapısında tanıdık bir yüz gördü. Haşo, yanında iki çam yarmasıyla Tahsin Bey’i ziyarete gelmişti. Dudağını işgal eden sarı bıyığını sıvazlayarak gülümser bir yüzle Yusuf’a baktı. Konuşmadan onun yanından geçip eve girdi. O, eve girince Yusuf, Tekelü’nün yanına yürüdü. Yahya yanına gelen küçüğe anlamaz gözlerle bakıp alçak bir tonla konuştu:

– Ne oldu aslanım?

– Bu son giren adam, onu tanıyorum.

Yahya, Yusuf’un kimden bahsettiğini anladı.

– Haşo’yu nereden tanıyo’n len?

– (Sesi titreyerek) B-beni çıkardığınız çukura düşmeden önce, ben suhteler elindeyken bu adamın leşkerleri bize baskın vermişti.

– Haşo kesin korkmuştur suhteler malına çökecek diye!

Kısa süren bir sessizliğin ardından Yusuf tekrar konuştu:

– Bir arkadaşım vardı, adı Ali. O da benim gibi esirdi. Ona ne olduğunu öğrenebilir miyiz?

– Haşo onu konağında çoktan hizmetçi yapmıştır.

– Ağam, (bir an susup düşünerek) ona bir şey yapmaz, değil mi?

– Ne yapmaz misal?

– Namusuna, canına bir şey yapmaz, değil mi?

– (Babacan bir tebessümle) Haşo öyle bir şey yapmaz. Gaddardır ama namuslu adamdır. (Ciddileşerek) Hadi yerine geç! İçin ferah olsun, hadi git!

Yusuf aldığı cevaptan memnun olarak yerine geçti. Haşo gerçekten masumların canına, ırzına saygı duyan biriydi. Ailesi köklü bir gelenekten geliyordu. Asıl yurdu Adriyatik yakınlarında bir köydü. Miladi 1468 tarihinde İskender ölünce Osmanlı; Kuzey Arnavutluk’u tekrar hâkimiyeti altına almış, Haşo’nun ailesinin ileri gelenlerini de Trabzon, Canik, Halep gibi Arnavutluk’tan mesafelerce uzaktaki sancaklara dağıtmıştı. Haşo’nun babası bölgede tek kalmış olsa da hâlâ güçlü sayılırdı. Ancak ne o ne de küçük çocuğu Haşo başına geleceklerden habersizdi. Yerel ailelerden olan Araniti ailesi din değiştirip elindeki toprakları tekrar elde ederek tımar sahibi olmuş, sarayın da desteğini alarak toprağına toprak katmaya başlamıştı. Haşo’nun babası Stefan, inançlı bir Katolikti. Aynı babası gibi o da İskender Beg öldükten sonra soydaşlarının Müslüman kâfirlere boyun eğip, onlar gibi giyinip onların kültürlerine uymasından rahatsızdı. Bu yüzden Araniti ailesine gizli bir nefret duymaktaydı. Aslında önceden araları iyi olsa da Aranitiler, Stefan’ın mülkü olan çiftliklerden haraç almaya kalkışınca ilk husumet başladı. Uzun süren kanlı savaşın sonunda Stefan, mülkünün çoğunluğunu kaybetse de anne babasının toprağı, köyü ve etrafındaki çiftlikler hâlâ onundu. Haşo böyle bir ortama doğmuştu. On altısında babasıyla beraber avdayken Aranitilerin sadık kulu Süleyman (Asıl ismi Drogo olsa da o dönemin çoğu beyi gibi Müslüman olup Müslüman ismi almıştı.) onlara pusu kurmuştu. Pusudan ağır yaralı kurtulan Haşo, babasını kaybetti. Cenazesinde gözyaşları içinde intikam yemini verip kayıplara karışmıştı. İzini babasının düşmanlarına kaybettiren genç adamdan yirmi ikisine dek kimse haber alamamıştı. Altı sene sonra Süleyman’ı, Ohri’ye yeni yapılan caminin açılışında sadaka dağıtırken vurdu. Haşo bununla da kalmamıştı. Otrantolu bir silah kaçakçısından aldığı muhasara topuyla yeni imar edilen camiyi darmaduman etmişti. İzini yine kaybettirip İtalyan sahillerinde korsanlık yapmaya başlayan Haşo, yirmi dokuzunda Arnavutluk’a tekrar geri dönüp son bir iş yapmak istedi; Araniti ailesinin en dokunulabilen üyesi Paul’u evinde uyurken öldürdü. Paul’un ölüm haberi tüm bölgeye yayılmaya başlamadan evvel, bir gece vakti, memleketini bir daha dönmemek üzere terk etti. Avrupa’ya gitmeyi düşünse de vazgeçip Gelibolu üzerinden Anadolu’ya geçti. Babası gibi yitip gitmek istemiyordu. Manisa’da bir çiftlik aldıktan sonra asıl ismini değiştirip Haşim ismini alarak o da oyuna dahil olmuştu. Kısa zamanda bölgede tanınır olan Haşim, Tahsin Bey’in de desteğiyle Anadolu’nun sayılı celeplerden biri oldu. Sarayın midesine giren koyunların çoğu onun sürülerindendi.

Güz gelmek üzereyken Tahsin Bey istişare için onu yanına çağırınca memnun olmuştu. Ona söyleyeceği çokça şey birikmişti. Herkes geldikten sonra evin süslü kapısı kapandı. Efes bağlarından yapılan kırmızı şaraplar misafirlere ikram edildi. Tahsin Bey konuşmaya başlamadan evvel, sağında ve solunda oturanlara baktı. Boğazını temizleyip konuşmaya başladı “Dostlarım, buraya geldiğiniz için sizlere müteşekkirim. Uzun zamandır sizinle beraber çalışıyoruz ve Allah’a şükürler olsun ki padişah efendimiz bizim saraya sunduğumuz sürülerden çok memnun. Ancak önümüzde zor vaziyetler peyda olmaktadır. Nemçe ve Acem’de savaşa girişen ordumuz çok büyük bir iaşe sıkıntısı içindedir. Bu yüzden devletimiz bizim koyunlarımıza ihtiyaç duymaktadır.”

Tahsin Bey, sevilip saygı duyulan bir zengindi. Karacabey civarında çok ünlü bir ailenin topraklarının tımar sahibiyken saraya rüşvet yediren iki mültezim tarafından tımarı elinden alınmıştı. Tahsin Bey de topraksız kalınca isyan edip haramiliğe meyletmek yerine ticarete başlamıştı. İlk başta kumaş işi yapsa da tutturamamış, elinde Üsküp işi libaslarıyla kalmıştı. Uzun süren bir bocalamadan sonra Tahsin, büyük bir çiftlik kurup İstanbul halkını ve ordunun karnını doyurmaya başlamıştı. Kısa zamanda işlerini büyüten Tahsin elbette ki bu işi temiz yollardan yapmıyordu. Onunla anlaşmayan tacirlerin koyun sürüleri bir anda ortadan kayboluyor, ona pay vermeyi kabul eden herhangi bir tüccarsa bir anda bin koyunluk sürü sahibi oluyordu. Kısa zamanda bölgedeki ehl-i kalem ve ehl-i örfü de kendine bağlamıştı. İstanbul’dan gelen fermanlar, şehirdeki kadının önünden önce Tahsin Bey’in önüne gelirdi. Adamlarını çok severdi Tahsin, hepsiyle tek tek ilgilenirdi. Onları çoğunlukla topraksız kalmış Türkmenlerden toplardı. Çünkü sadık ve namuslu olduklarını düşünürdü. Şarabından bir yudum alarak konuşmaya devam etti:

– Rum sancağından dostlarımın verdiği havadislere göre Trabzon’dan altı yüz baş koyun sürüsü yola çıkmış, Canik’i geçip Ankara’ya varmışlar. Tahminen on güne buradan da geçer. Bir iki dostumu sürüye göndersem de sonuç alamadım. Bildiğim kadarıyla sahibi Cenevizliymiş.

Turgutlu aşiretinden Aslan araya girdi:

– Nereliymiş?

– Aslen Cenevizli ama Kefe’deki İtalyan mahallesinde doğup büyümüş. Beş yıldır Trabzon’da ticaret yapıyormuş. İşleri istediği gibi olmayınca itibarını yükseltmek için bizim işe girmek istemiş.

Kaytan bıyıklı celep Musa araya girdi:

– Sana pay vermeyi kabul etmediğine göre gerçekten ecnebi olmalı.

Tahsin bıyık altından gülümsedi. Dostlarının onu övmesini severdi.

– Ecnebi dostumuzun sürüsünü benin aslanlarım karşılayacak, sürüsündeki koyunlar, dostlarım arasında müsavi şekilde pay edilecek, kimsenin şüphesi olmasın.

Tahsin Bey konuşmayı bitirince sancak beyi sözü aldı.

– Doğudaki sefer için Diyarbakır’da konaklayan ordumuza doğru Üsküdar’dan yola çıkan sürünün sahibi celep Şakir, teşekkürlerini sunup hediyeler gönderdi. Ordumuzun iaşesinin müşkül durumundan dolayı hediyeler eskisi kadar çeşitli değil.

Tahsin kafasını salladı. Devletin finansal sıkıntılar çektiğini biliyordu. Beş yılda on kez para basılmıştı ancak değeri hâlâ düşmekteydi. Bazı Yahudi kuyumcular Sultan Süleyman dönemindeki sikkeleri alıp güncel piyasadaki sikkelerle karıştırıyor, piyasaya sunuyorlardı. Parası üzerinden çeşitli oyunlar oynanan saray kulları ise çözüm bulmak yerine o Yahudi kuyumculara borçlanıp ödemek için binbir yola başvuruyorlardı. Bunları düşündükten sonra sancak beyine cevap verdi:

– Mühim değil beyim. Allah, aslanlarımıza güç versin ki o Kızılbaşlara hadlerini bildirelim!

Odadaki herkes “Amin!” dedi. Haşo mühim meselelerin konuşulduğunu anlayınca kendi derdini söylemenin vaktinin geldiğini düşündü.

– Tahsin Beyim, hâlihazırda tüm eşraf toplanmışken benim bir maruzatım olacaktı.

– Buyur Haşo, seni dinliyoruz.

– Çiftliğimin etrafına suhtesidir, celalisidir, cümle şaki dadandı. Geçenlerde bir grup suhte eşeğini avladım ama biri bitse öbürü başlıyor.

Tahsin konuşmaya başlamadan  şehre yeni gelmiş burnunda bıçak izi olan subaşı araya girip konuştu:

– Vallahi bu sadece buranın derdi değil ağa, tüm Anadolu haramilerle doldu. Üzerine gidip tepelediğimizde iki gün geçmeden başka bir yerden karşımıza çıkıyorlar. Padişah efendimiz  Haçova’da sayım yaptırmaya giriştiğinden beri Anadolu’nun aylak sipahileri toplanıp toplanıp isyan eder oldu. Bak Karayazıcı’ya Tokat’a çekildi de anca huzur bulur olduk. Ondan cesaret al devletimiz, eyaletlere ferman üstüne ferman gönderse de bu derde çare bulunamıyor. Ama sen düşünme bunları, burada boruları ötemez!

Tahsin fısıltıyla “Allah sonumuzu hayretsin!” dedi. Diğerleri de kafalarını sallayarak onayladılar. Konuşmalar bitince sırayla lüle çubuklarını yaktılar. Eski defterdar Emin, yazdığı gazeli okumaya başladı. Şiir, şair Baki’nin şiirleri gibiydi. Vakit geçe varınca misafirler tek tek malikâneden ayrıldılar. Tahsin Bey, adamlarının durduğu yere gitti. Herkes ayağa kalkmış, saygıyla onu selamlamıştı. Tahsin ortalarına geçip konuşmaya başladı:

– Yiğitlerim! Bugün çok iyi ağırladınız misafirlerimi, teşekkür ederim. Şimdi önümüzdeki günlerde ne iş yapacağımızı konuşalım. Tekelü!

– Buyur ağam!

– Şu Trabzon’dan gelen sürüye gerekeni yapalım. Tüccarı öldürmeyin ama korkutun, tamam mı?

– Tamamdır ağam, emrin olur! (Yusuf’a göz ucuyla bakarak) Yusuf da bizimle gelsin mi beyim?

Tahsin, Yusuf’a doğru yürüyüp sırtını okşadı.

– Gelsin tabii aslanım, öğrensin işi. (Bıyık altından gülerek) Seni esir edenler şu Haşo’nun öldürdüğü suhteler miydi?

– Evet, beyim, onlardı.

Tahsin bir şey demeden çocuğu iki kolundan tutup gözlerinin içine baktı:

– Yaman bir yiğit olacaksın. Büyüklerini iyi seyret, yaptıklarını yap!

Yusuf konuşmadı ama hâlinden memnundu. Hiç olmazsa artık etrafında ona zarar verenler yoktu. Gözlerinde çocuk beyazlığı yoktu artık, bilinmez bir kızıllık vardı. Dudağının üstünde bitmeye başlayan tüylerini aynanın karşısına geçip her sabah tarıyordu. Yahya ona eski bir kılıç vermişti. Kılıcı yastığının başına koymuş, karanlık gecelerde çeliğin ışıltısına bakarak hayallere dalıyordu. Babasını öldürenleri bulacaktı. Onları, aynı babası gibi meydanın ortasında öldürecekti. Bunu istemiyordu, buna iman ediyordu.

***

Alphonse, Kefe’deki Cenevizli şarapçının en küçük çocuğuydu. Yirmi dokuzuna dek babasıyla çalışan Alphonse, babası öldükten sonra babasının işini devralmıştı. Ancak işler hiç istediği gibi gitmiyordu. Türkler geldikçe hemşehrileri olan Cenevizli ve Venedikli tüccar aileler Kefe’yi terk etmeye başlamışlardı. Terk etmeyenler ise şehrin sahil kesiminde küçük bir mahalleye sıkışmıştı. Değişen şehirde Türkler ve Tatarlar, daha fazla ev ve güç sahibi oluyordu. Muhteşem Süleyman’ın sancak beyi olduğu zaman yanında hizmet veren, sonra da ödül olarak kendisine Kefe dışındaki birkaç köyün tımarı verilen Tuğrul’un oğlu, yorgun başlı Kâzım, saraya adam göndererek Kefe’ye vali olunca her şeyden evvel Türkmenlerin iskânı üzerine çalışmıştı.

Kâzım’ın valiliği Alphonse için hiç iyi olmamıştı. Çünkü koyduğu cizye oldukça ağırdı. Artan vergilerin üstüne bir de kızgın Türk yeniçerilerin bakışları eklenince Alphonse artık burayı terk etmesi gerektiğini anlamıştı. Ayrılma kararı aldıktan on gün sonra Trabzon’da, eski Fatih’in yıktığı Roma Devleti’nin hanedanından gelen bir tüccarın yanında çalışan yeğeni Luka’ya bir mektup yazdı. Mektubu gönderip cevap beklediği dört gün boyunca dükkândaki şarapları alış fiyatından Akmescitli, hantal görünüşlü bir Tatar’a sattı. Dördüncü günün akşamı postacı Tatar, dükkâna girerek bozuk İtalyancasıyla mektubu bıraktı. Luka dört satır Müslüman kâfirlere küfür ettikten sonra patronu Leon’un düştüğü durumu anlatıp işe kabul ettiğini, hiç beklemeden annesini de alıp gelebileceğini yazmıştı. Alphonse sevinçten havaya uçarak son hazırlıklarını da bitirdi. Bir Pazar akşamı iskeledeki pruvasında kızıl yıldızlı bir gemiye binip Kefe’yi terk etti.

Trabzon’a ayak bastığı günden bugüne tam beş yıl geçmiş; Alphonse, ticaret dünyasında yükselmişti. Patronu, Konstantiniyye’ye sonra da Avrupa’ya gitmeden önce tüm servetini  Alphonse’a  bırakmıştı. Alphonse önce Kefe’deki akrabalarıyla bağ kurup işini genişletmişti. Daha sonra Kafkas sahillerindeki köle pazarlarından toplamaya başlamıştı. Kısa zamanda yeğeniyle beraber patronunun işin büyüten Alphonse, devrin değiştiğini idrak edebilmişti. Müslümanlar kaba ve kibirli olabiliyorlardı. Ancak tüccara kendi cizyelerini geciktirmemek şartıyla kibar davranıyorlardı. Üstelik ihtida eden eski arkadaşlarının anlattığına göre Türkler, yeni Müslüman olanlara kolaylık sağlıyordu. Üstelik Türkler, yeni Müslümanların dinî hayata alışıp alışmadığıyla ilgilenmiyor, böylece mühtediler kendi yerel kültürlerini yaşatabiliyorlardı. Alphonse bunları da göz önüne alarak daha fazla yükselmesi gerektiğini düşündü. O dönem yükselmek isteyen her tüccar gibi Alphonse da saraya hediye göndermesi gerektiğine karar verdi. Hediye olarak önce altı top İsfahan kumaşı gönderecekti. Lakin Kafkasya’dan gelen kaba suratlı bir Adige’nin anlattıkları hediye konusundaki fikrini değiştirdi: Türkler büyük bir kıtlık içindeydiler. Tarımı mahvolmuş iki cephede savaşan saray, ordularının yeme içmesi için hediye almaktan memnun kalırdı. Bir sene boyunca etrafındaki köylerden koyunlar toplayıp pür dikkat besledi. Paskalya’nın son günü kendisiyle birlikte payitahta gidecek bir kervan hazırladı. Güvenliği için de ünlü, Rum bir eşkıyayı tuttu. Altı yüz koyunluk sürünün olduğu kervan yola çıktığında geçtiği şehirlerde söz edilir olmuştu.

Başlangıçta Alphonse’un moralini bozacak hiçbir şey yok gibiydi. Ne var ki Tokat Hanı’nda, onun için hazırlanmış hususi odasında dinlenirken ziyaretine gelen dört adamın anlattıkları keyfini kaçırmıştı. Gelenler arasından genç ve esmer olanı, sakin bir sesle Tahir Efendi’nin selamını getirdiğini ve bu ülkede koyun ticaretinin ondan habersiz olamayacağını anlattı. Alphonse, yanında oturan çevirmeni, genç adamın söylediklerini çevirdikçe sinirlendi. Tam bir yıl uğraşmıştı. Bir grup başıbozuk Türkmen, uğraşlarının üstüne oturamazdı! Ayağa kalkıp konuşmanın bittiğini söyledi. O ayağa kalkınca karşılarında oturan dört adam da ayağa kalkıp kibarca oradan ayrıldılar. Arkalarında bıraktıkları huzursuzluk Alphonse’u tedbir almaya yöneltti. Ankara’dan geçince Sivrihisar’da eşkıyası Rum Hristo ile saatlerce düşünerek Tahsin Bey’in adamlarından kurtulmanın yollarını aradı. Gece yerini gündüze bırakırken Hristo, şarap kokulu dudaklarını birbirine birleştirip dişlerini gıcırdatırken geçer akçe bir hile buldu: Öncelikle Tahsin’in ona saldırabileceği yerleri bulacaklardı, sonra adamlarının bir kısmına koyun derisi giydirip başıbozuk Türkmenleri gafil avlayacaklardı.

Sivrihisar’dan ayrılıp yola çıkmalarından kısa bir süre sonra Tahsin’in adamlarına nerede saldıracaklarını buldular. Süratle oraya gidip kamp kurduktan sonra sıra otuz adama koyun derisi giydirmekteydi. Hristo, Alphonse’dan izin alarak Tahsin’in adamlarına gelmeleri için haber yolladı. Ertesi gün öğle vakitlerinde Tahsin’in sağ kolu Tekelü Yahya ve beraberinde kırk adam Alphonse’un kampına geldiler. Kısa bir süre kendi aralarında konuştuktan sonra Maymunveledi ile üç genç, Alphonse’un çadırına doğru hareket etti. Alphonse’un çadırına giren Maymunveledi, Alphonse’a yaklaşıp selamını sundu. Odadaki memnuniyet havasını koklayan Maymunveledi temiz bir aksanla İtalyanca konuşmaya başladı. Alphonse ise onları şaşırtmak için kırık bir Türkçe’yle cevap verdi:

– Tahsin Bey’e selamımı söyleyin. Kendisinin ne kadar mühim biri olduğunu bilmiyorduk ancak şimdi biliyoruz.

Maymunveledi bıyık altından gülümsedi. Demek bu gâvur da Tahsin Bey’in gücünü anlamıştı.

– Herkes hata yapabilir. Mühim olan hatadan dönmektir. Tahsin Bey de size selamlarını iletiyor. Bu kibar davranışınızı da gözeterek istediği koyun sayısını üç yüzden yüz elliye indirdi.

Alphonse soğuk bir tebessümle gülümsedi. Bu Türkmenler kim oluyorlardı da ondan bir şey isteyebiliyorlardı? Birazdan kurtulacağını düşünerek arkasına keyifle yaslandı. Suratındaki gülümsemeyi genişletti:

– Tahsin Bey var olsun! (Yanındaki adamla İtalyanca bir şeyler konuştu.) Arkadaşımız sizi koyunların yanına götürecek.

Maymunveledi, yanına verilen adamla beraber dışarı çıktı. Yusuf, Tekelü’nün yanında, çadırdan gelecek haberi sessizce bekliyordu. Maymunveledi yanlarına gelince heyecanla sordu:

– Vaziyet nedir?

– Ne olacak Yusuf’um, bizim karşımızda kim durabilir? Haydi, gidelim de payımızı alalım.

Yusuf keyiflenmişti. Tekelü de mutlu olmuştu buna. Savaşmayı sevse de barışla anlaşmayı da severdi. Burnunu kaşıyarak atına bindi. Tüccarın adamı en öne geçmiş ilerliyor, Tahsin Bey’in adamları da onu izliyordu. Çevresinden izole edildiği belli olan, çitle çevrilmiş bir yere geldiler. Yusuf, koyunların davranışlarında bir gariplik sezdi. Bir koyunun toynağı tıpkı insan ayağına benziyordu. Önce yanlış gördüğünü düşünüp dikkatlice tekrar baktı. Evet, evet, insan ayağıydı bu!

Sessizce Yahya’nın gözlerine baktı. Yahya bu bakışları anlamıyordu. Küçük çocuk beklenmeyen bir olgunlukla Yahya’nın yanına gelip kolundan tuttu.

– Teyakkuzda olalım ağam! Bunlar koyun değil!

– Ne! Deli misin len sen, geç yerine!

– Bak şunlara, bunlar koyun değil!

Yahya’nın aklına kurt düşmüştü bir kere. Öndeki İtalyan’a belli etmeden koyunlara dikkatlice bakmaya başladı. İtalyan, Türkmenlerin işkillendiğini fark edip huzursuzlandı. Kısık bir ses tonuyla yanındaki Maymunveledi’ye dönüp Yahya’yı işaret etti:

– Ne yapıyor?

Maymunveledi, cevap vermeyecekti ancak cevapsızlığın da sorun olabileceğini düşünüp istemeye istemeye konuştu:

– Koyunlara bakıyor işte, şüpheci adamdır.

İtalyan bu cevaptan memnun kalmadı. Yahya atını koyunlara doğru sürünce daha da telaşlandı:

– Durun, beni bekleyin!

Yahya koyunların arasında gezerken koyun kılığına girmiş çeteciler, başlarında gezen atın seslerinden rahatsız olmuşlardı. Bellerine sapladıkları sivri uçlu kılıçları kabzalarından sıkıca tutup saldırıya hazırlandılar. Yahya, Yusuf’a ne yapacağız der gibi bakınca küçük çocuk eliyle tüfeğe işaret etti. Yahya kuşağına sıkıştırdığı çakmaklı tüfeğini çıkarıp rastgele bir koyuna sıktı.

– Bakalım koyunlar ölürken nasıl ses çıkarır?

Beline kurşun isabet eden bir çeteci, büyük bir inlemeyle olduğu yere çöktü. Öbürleri de heyecanla derileri üstlerinden atıp saldırıya geçtiler. Maymunveledi cebinden hançerini çıkarıp Alphonse’un adamının gırtlağını kesti. Tuzağının boşa düştüğünü gören Hristo, yanındaki adamlarla koşa koşa çatışmanın göbeğine geldi. İki ateş arasındaydı Türkmenler, Yusuf ise içindeki korkuyla boğuşmaya çalışıyordu. Hayatında hiç kılıç kullanmamış, dövüşmemişti bile. Kılıcını Yahya’nın anlattığı gibi çekip üzerine düşman gelmesini beklemeye koyuldu. Titriyordu eli, öbür elini de onun üstüne koydu. Sağ tarafından dudağı uçuk bir Rum çıkıverdi, ilk hamle onundu. Yusuf sendeledi ama düşmeyip kılıcıyla karşılık verdi. Korku artık fayda getirmezdi. Rum, kılıcı ikinci kez vurmaya kalktığında atını geri çekerek hamle yaptı. Tesadüf ki adamın koluna isabet etti. Rum şaşkınlıkla sinirin harman olduğu bir duyguyla kılıcını sertçe vuracaktı ki Yusuf, atın üstünde dikleşti ve daha sert bir vuruşla adamı şaşırttı. Gözlerindeki kızıllık siyahlığa geçiş yaptı bu sıra, dişlerini sıkıp Rum’un karnına kılıcını geçirdi. Rum hırıltılarla kılıcını yere attı. Otuzunda bir adamın ölümü bir körpeden olacaktı ha! Kaderine acı acı gülerek atından düştü, gözü görmez oldu, nefesi kesildi.

O sırada Türkmenler, öldürdükleri çetecilerin leşleri üstünden Alphonse’un çadırına gidiyorlardı. Alphonse ise kurduğu tuzağın hiçbir işe yaramadığını anlayıp kaçmaya hazırlık yapıyordu. Çadırından çıkarken etrafına üşüşen altı Türkmen’i gördü. Kaçış yoktu artık, diz çöküp çocukken babaannesinin öğrettiği duaları okumaya başladı. Maymunveledi eğilip kolundan tuttu.

– Korkma! Sana bir şey yapmayacağız, kalk!

Alphonse olduğu yerden kalktı, vücudu titriyordu. Maymunveledi, Alphonse’un ellerini bağlayıp sıkaca çekerek atına bindirdi. Yusuf artık siyahlaşmış yüzüyle ürkek bir aslan gibi Yahya’ya yaklaştı:

– Ben bir gâvuru öldürdüm!

– (Geniş bir gülümsemeyle) Aferin koçum benim!

– Herif yere düşerken gözlerime yalvarır gibi baktı, kurbanlık koyun gibi.

Yahya kimsenin beklemediği bir çeviklikle Yusuf’a tokat attı.

– Acıma! Acırsan bir dahakine kurbanlık koyun gibi bakan sen olursun!

Yusuf suratında duyduğu acıyı hissetmedi bile, sessizce geriye çekildi. Herkesin tamam olduğu anlaşılınca Yahya hareket emri verdi. Koyunlardan yirmi, adamlarından da bir kaybı vardı. On çeteci esirdi. En arkadaki yiğidin atına bağlı, ipin ardında tespih taneleri gibi dizilmişlerdi.    Ortada yürüyerek giden Sefa diye bir yiğit bağlamasını çıkardı. Böyle zamanlarda hep türkü söylerdi. Gözlerini göğe dikerek türküsünü çığırmaya başladı:

“Yiğit olan ata biner atlanır
Yiğit olan her cefaya katlanır
Yiğit gölgesinde yiğit saklanır
Kötülerin dalı gölgesi olmaz”

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir