Körpe Yusuf -II-

“Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk mı edeceksin?”

Araf Suresi 155. Ayet

Sabah namazı sonrası kahvede toplanan cemaat, köyün girişindeki Akbayır mevkinden gelen ayak ve at nalı sesleriyle telaşlandılar. Köy, uykusundan yeni uyanıyordu, kadınlar ellerine çapa ve kazmayı alıp bağa gidiyorlardı. Kahvedeki cemaati rahatsız eden sesler köyün meydanına yaklaştıkça daha da arttı. Kısa zaman sonra Suhteler, arkalarına köyün köpeklerini de katarak meydana geldi. Bunlar, Bursa’da medresede okurken eşkıyalığa başlayan harami medrese öğrencileriydi. Elli tane canavar yavrusundan oluşan çetenin varlığını diğer köylere yaptıklarını duymuş olan ahali, endişeyle kendi aralarında söylenmeye başlamıştı. Reisleri olduğu anlaşılan, sağ kulağında iri bir mavi küpe sallanan köse genç, atından indi. Kahvenin önüne ağır adımlarla gelip tüm kahveyi süzerek konuşmaya başladı:

– Selamün aleyküm ey ümmet-i İslam! Bizim haramilik derdimiz yoktur! Bursa’da okurken parasız, dermansız kaldık. Sizden para dilenmeye geldik.

Onun arkasından beş tane daha suhte gelip kahvenin içine girdi. Gördükleri köylüyü gözleriyle taciz edip içlerine korku saldılar. Herkes susup gelenleri gözlerken kahvenin iç kısmında oturmuş olan köyün yaşlılarından Dedemoğlu, Köse suhteye tok bir sesle cevap verdi:

– Aleyküm selam oğlum, yalnız biz sizin gibi talebe ne gördük ne işittik! Elinde kılıç, gözünde kibir ile ilim mi olur?

Dedemoğlu bu lafı edince kahvedeki dört suhte ona doğru ilerledi. Hır çıkacağını anlayan birkaç köylü araya girdi. Köse suhte uzunca öksürerek konuşmaya başladı:

– Gördüm ki sen bizi üzmek niyetindesin ihtiyar! İsterdik ki gönlünüzü almış olarak gidelim bu köyden! Ama görüyorum ki sen bize iftiralar atıyorsun. Seni cezalandırmak gerekecek!

Reislerinin lafını duyan dört suhte, yaşlı adamı yaka paça tutarak kahveden dışarıya çıkardı. Dördü de aç kalmış köpek gibi vuruyorlardı, içlerinden kısa boylu ve daha esmer olanı adamı soymaya başladı. Çıkardığı kıyafetlerin ceplerini titiz bir şekilde arıyor, değerli olarak bulabildiği gümüş tarak ile on sikkeyi şehvetle kendi cebine atıyordu. Köyün meydanında donuyla kalan Dedemoğlu’nun ağzı burnu kan olmuştu. Köylülerden umut kestiği için kurtulmak için haykırarak dua ediyordu. Onu döven dört suhtenin arkasında tüm suhteler toplanmış çember oluşturmuşlardı. Yaşlı adam dövüldükçe etrafa doluşan suhteler, dişlerini kamaştırarak bu trajediyi şehveti bir arzuyla izlediler. Köse Suhte durmaları için dört vahşiye işaret etti. Ağır adımlarla Dedemoğlu’nun başına gelip çizmesiyle kafasını bastırdı. Dedemoğlu fısıltıya benzer bir sesle Allah’a haykırışına devam etmekteydi. Köse alaycı bir sesle konuştu:

– Gördün mü amcacığım ehl-i ilime bulaşanın sonu nasıl olurmuş? Bizi ciddiye alman gerektiğini idrak ettiğini düşünüyorum!

Dedemoğlu belki kurtulurum diye kafasını salladı. Ancak Köse, çizmesini kafasının üstünden kaldırmamıştı.

– Âlâ! Âlâ! Ancak daha cezan bitmedi! Söyle bakalım torunun var mı?

Dedemoğlu anlamaz olarak kafasını salladı. Köse’nin sırıtışı genişledi.

– Eğer bu köyde durursa senin gibi bir saygısız olacağı açık! Onu yanımıza ver ki ilim, edep, ahlak öğrensin çocuk!

Kalabalıktan uğultuya benzeyen bir kahkaha sesi geldi. Dedemoğlu yalvarır gözle Köse’ye baktı:

– Ne olur torunuma bir şey yapmayın! Babası Nemçe’de gavurla vuruşurken şehit oldu. Şehit olduğu için acıyın ona! Yalvarırım onun namus ve iffetine geçmeyin!

– Uzun etme ihtiyar! Hâlâ saygısızlığa devam ediyorsun! Torunun nerde onu söyle!

Dört vahşi evvelden daha sert vurmaya başladılar. Kısa boylu esmer suhte kılıcını çekerek ihtiyarın donunu çizdi. Ufak bir yerden bile olsa ihtiyarın poposunun gözükmesi tüm suhteleri kahkaya boğmuştu. Şeref ve namusu iki paralık olmuş Dedemoğlu artık suhtelere direnmeyi bıraktı. Cuma vaazında hocanın ahir zaman hakkında anlattıklarını hatırladı. “Anne oğlunu unutacak, herkes kendi canının derdine düşecek!Ahir zaman, bu zaman olsa gerekti! Torununun başına gelecekleri unutmak istercesine gözlerini kapatarak Köse’ye cevap verdi. İri gözyaşları kan ile karışık yere düşmekteydi:

– Kahvede amcamın oğlu Naim var. O, çocuğumun evlerinin nerde olduğunu biliyor.

Köse, çirkin bir kahkaha atarak çizmesini Dedemoğlu’nun kafasından kaldırdı. Arkasına dönüp iki adamına seslendi:

– Kâzım ve Numan! Gidin bu Naim’i bulun! İhtiyarın çocuğunun evini bize göstersin!

Kâzım ve Numan emri aldıkları gibi kahveye girip Numan’ı aramaya koyuldular. Kısa zaman sonra Numan, saklanmak için girdiği sarı renkli örtünün altından çıkarılıp kollarından tutularak dışarıya çıkarıldı. İki eşkıyanın vahşi kollarının arasında tüm iradesi erimiş olan Numan, kekeleyerek eliyle işaret edip  Dedemoğlu’nun oğlunun evinin yerini elleriyle tarif etti. Tariften memnun kalan   Kâzım, cebinden iki altın çıkararak Numan’ın önüne attı. Sonra, ölümün soğuk nefesini alnında hissetmekten teni sarıya dönmüş Numan’ı kahvenin önünde bırakıp tarif edilen eve doğru süratle hareket ettiler. Numan, suhtelerin meydandan ayrılışını izlerken elini yere atarak yerdeki iki altını alıp cebine koydu.

Güneş tepede kendisini ayan beyan gösterip en tepeye çıktığında köyde olanlardan dolayı gölgesindeki aksinden bile korkar hâle gelen ufak gözlü uzun boylu imam, tedirgin bir sesle öğle ezanına başladığında en önde olan reisleri Köse’yi takip eden suhte çetesi, Dedemoğlu’nun torununu dört yerden bir yaban eşeğine bağlamış, ses uyumunu boş verip gürültüyle şarkı söyleyerek köyden çıkıyorlardı. Yatsı ezanı okunurken Dedemoğlu evinin karanlık bir odasına çekilmiş, sabah yediği dayaktan dolayı yüzünde oluşan yaraya kocaman et basıyordu. Karısı kapının dışındaki divana oturmuş durmadan ağlıyordu. Dedemoğlu odadan çıkınca karısının yüzüne baktı, ona son kez bakarak ibriği getirip sonra da uyumasını istedi. Sıcak suyla abdest alarak iki rekat namaza durdu. Namazı bitirince karısının uyuduğundan emin olarak yatağın üstünde asılı duran, dedesinden kalma kılıcını yerinden çıkardı. Bir an bile düşünmeden kalbine  sapladı! Kocasının can çekişme hırıltılarına uyanan Gülsüm, kocasının seccadeye düşen kanını eliyle gözlerine sürerek gökyüzünü yırtmak istercesine saçını başını yolarak ağlamaya başladı…

***

Dedemoğlu’nun ailesi parçalanıp tüm köy yas tutarken tepenin üstündeki Yörük köyü Çamçak’ta Yusuf, dedesi Turgut’un yanında kederle büyüyordu. Babasının ölümünün üstünden tam üç bahar geçmişti. Üç bahar boyunca Yusuf, babasının gelmesini köyün girişindeki yaş kayaya oturarak bekliyordu. Sekizine yeni basmıştı. Annesi, babasının öldüğünü söylemek istememiş, ancak son baharda söylemek zorunda kalmıştı. Kocasının öldüğünü bilmesine rağmen o da oğlu gibi her bahar biricik sevgilisi Haydar’ının gelmesini bekliyordu. Kocasının öldüğüne o kadar yabancıydı ki ölüm haberini getiren gezgin bir kalender dervişine güvenmemiş, Mushaf üstüne kırk kez yemin ettirdikten sonra kocasının yasını tutmaya başlamıştı. Üç bahar boyunca büyüdü Yusuf, güçlendi. Babasının ölümüne ilk bahar tepki verememişti çünkü ölüm acısı nedir bilmiyordu. İkinci bahar gelmeden önce, beslediği köpeği ölü bulunca ölüm acısının ne olduğunu keşfetti. Köpeğinin leşinin başına gelip günlerce ağladı. Köydekiler, yetimin basit bir köpeğe haddinden fazla ağladığına şaşırıyorlardı. Yanılıyorlardı, ağladığı sadece köpek değildi. Sevdiği köpek gibi babasının da yok olduğunu fark ettiği için ağlıyordu. İkisinin de bir daha yanına gelmeyeceğini, ikisine de sarılamayacağı gerçeği minik kalbine hiç çıkmayacakmış gibi saplanmıştı.

Haydar’ın ölümünün üstünden geçen üçüncü baharın sonuna gelirken köylüler, endişe içinde kulaklarına gelen suhte havadisleri hakkında konuşuyorlardı. Meydanda kahvenin ortasına kümelenen yaşlılar, kâh öksürüp kâh burun çekerek duyduklarını birbirine anlatıyorlardı.

– Ağalar, bunlar acımasız mendebur herifler! Normal harami gibi değiller, girdikleri köylerden zorla para topluyorlar. Eğer para verilmeye razı olunmazsa evleri yağma edip küçük oğlanları alıkoyuyorlar.

– Soyu bozuklar! Dedemoğlu’na olanları duydunuz mu?

İri burnu kıpkırmızı olan adam ağır ağır konuşmaya başladı:

– Duymaz olur muyum? Zavallı torununun yaban eşeği üstünde köyden gidişini seyirci kalmaya dayanamamış, kendine kıymış. Hâlbuki ne dindar adamdı, bir kere bile olsun abdestsiz gezmezdi!

Yeşil gözleri endişeyle karalanmış şişman, alçak bir tonla konuşmaya başladı:

– Bunların yaptıkları Tatar zulmünden daha beter. Maatteessüf ki bu şeytan suratlılar, sözüm ona ilim tahsil etmek için bir araya geliyorlar!

Yaşlılar köyün kahvesinde bunları konuşurken Turgut, torununu alıp bağa gitmişti. O da aynı yaşlılar gibi suhtelerin bölgede gezmesinden rahatsızdı. Yusuf, elma ağacının üstüne çıkıp iki elma kopardı, birini dedesine attı, öbürünü kendisi ısırdı. Turgut, torununun attığı elmayı cebinden çıkardığı mendille sildi.

– Yusuf, oğulcuğum elmayı yemeden önce temizle bak, kirli olur bunlar.

Yusuf, dedesinin uzattığı mendili alıp elmayı, ısırdığı tarafın tersini çevirerek üstün körü temizledi. Sonra mendili kendi cebine koyarak elmadan büyük bir ısırık aldı. Torununun zevkle elma yiyişini mest olarak izleyen Turgut, öbür ağaca yaslanarak torununu izlemeye devam etti. İçinden “Garibim benim, büyüdükçe daha da Haydar oluyor.” diye geçirdi. Küçük çocuk, üzerindeki düşünceli bakışlarına aldırmadan ağacın üst dalına adımını attı. Sağ ayağını attıktan sonra sol ayağına koyacak yer bulamayınca hafif sendeledi, Turgut bunu görünce yerinden fırlayıp ağaca yaklaştı. Yusuf, boşta kalan ayağını çocukluğuna uymayan bir sakinlikle dalın üstüne koyunca gururla gülümsedi.

– Aferin benim maymuncuğum! Gel hadi kollarıma, hadi çocuğum!

Yusuf, dedesinin ona açılan kollarına atladı. Dede torun öpüşerek bağı terk ettiler.  Uzaktan, köyün içinden, öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Turgut, kelime-i tevhidi tekrarlayarak iman tazeledi. Köye yaklaşırken Yusuf’u kucağından yere indirdi.

– Dede sana bir şey sorabilir miyim?

– Sor tabii güzel torunum, sor.

– Babam ne tür elma severdi?

Turgut bu soru karşısında ağlamak ile ağlamamak arasında kaldı. Ağlamak istiyordu çünkü torununun yetim olduğunu bir kez daha hatırlamıştı. Ağlayamadı çünkü damadının nasıl elma sevdiğini bile bilmediği için kendisine öfkelenmişti. Bir müddet ses çıkarmadan yürümeye devam etti. Köye girdiğinde merakla ona bakan torununa döndü.

– Bilmiyorum çocuğum, bilmiyorum. Ama sen neyi seviyorsan o da onu severdi, buna eminim.

Yusuf sessizce ağlamaya başladı. Babasının hangi elmayı sevdiğini bile bilmemek ona çok kötü hissettirmişti. Kafasında binlerce soru vardı babası hakkında; onun nasıl konuştuğunu, hangi yemekleri sevdiğini, silahı nasıl kullandığını, hatta ekmeği nasıl kopardığını bile merak ediyordu. İnsan sevdiklerinin huyunu suyunu yaşarken fark edemiyor. Yalnız bir kere kaybedince de ona ait her şeyi hatırlamak istiyor. Yağmurlu bir günde çardak altında kay hakkında anlatılan muzip bir hikâyede, onun dokunduğu tahta kaşıkta, ektiği tarladan çıkan ekini harman ederken, ektiği ağacın meyvesini yerken arıyor, arıyor da bulamıyor…

Aradan üç gün geçtikten sonra köylülerin korktukları başlarına gelmişti. Suhteler, Çamçak’ın etrafını sardılar. Tüm köy teyakkuz hâlindeydi. Bir yatsı namazı sonrası köy odası ağzına kadar doluydu. Muhtar, etrafını sarmış insanların yüzüne tek tek  baktı. Herkesin yüzü kızıl taşlara benzeyen bir renkteydi. Önce uzun bir besmele çekip konuşmaya başladı:

– Ahali! Buraya neden geldiğinizi hepiniz bilseniz de bir kez daha anlatayım isterim. Şeytanın kulları suhte şakileri köyümüzü sardı. Bağa giden kadınlarımızı  taciz eder, tekkemize ziyaret için gelen dervişleri sopalar olmuşlar. Ehl-i namus, kafasını evinden çıkaramaz oldu. Söyleyin hele ne yapalım bu belaya karşı?

Rengi solmuş kürkü gibi soluk tenli adam önce uzun uzun öksürerek konuşmaya başladı:

– Göçe kalkalım ağa! Biz Yörük oğlu değil miyiz? Kaldırırız develeri Şam’a göçeriz.

– Deli olma İbram! Şam tarafına gidip ne yapacağız?! Hem bilmiyor musun Karayazıcı nam şaki Urfa’yı sarmış, tüm havaliyi ele geçirmiş. Kalkıp gitsek adamları daha develerimiz Antep’e ayak basmadan bizi haşat ederler!

Muhtarın, İbrahim’e sert çıkışı sonrası tüm oda sessizliğe büründü. Muhtar yüzünü kırıştırarak konuşmaya devam etti:

– Başka fikri olan?

Arkalardan uzun burunlu bir adam elini kaldırdı.

– Konuş Mahsun!

– Beyim, ben diyorum ki bu suhteler, naletler kızoğlan düşkünü haşerelerdir.  Gittikleri yerden masum sübyanları alırlar. Biz bunlara bir çocuk verelim, köye bir şey yapmadan çekip gitsinler.

Karşısında oturan Nureddin öfkeyle bağırdı:

– Mahsun ne diyorsun len sen! Biz, binamus insanlar mıyız ki kendi çocuğumuzu bu vahşilere verelim!

– Vermeyip de ne yapacağız ki aga! Bu namussuzlar tüm köyü yakıp öyle mi alsınlar?

Muhtar, Nureddin ve Mahsun arasındaki kavgayı izlerken ortaya atılan fikri düşünüyordu. Suhteler köyün etrafında avını yakalamış hayvan gibi dört  dönüyorlardı, bugün olmasa da yarın köye gelip namuslara el atacaklardı. Bir şey yapılmalıydı. Nureddin ayağa kalkıp Mahsun’u dövmeye giderken eliyle onu durdurdu:

– Dur Nureddin! (İkisinin de gözlerine bakarak) aynı ailenin evlatlarısınız! Birbirinize zarar vermeye gerek mi var?

Nureddin istemeye istemeye yerine oturdu. Muhtar boğazını temizleyerek konuşmaya başladı:

– Bakın gardaşlarım, şeytan sarık giymiş etrafımızda dolaşıyor, tüm namusumuz tehlikededir. Mahsun’un dediği normal şeraitte kabul edilemez bir şey. Lakin normal zamanda değiliz, kopmayan bir kıyametin sancısını çekiyoruz. Bundandır ki Mahsun’un dediğini düşünelim derim.

Muhtarın yanında oturan Şemsi şaşkın gözlerle ona bakarak lafa girdi:

– Muhtar sen delirdin mi? Kim kendi çocuğunu verir bu iş için?

– Delirmedim Şemsi, delirmedim! Başka ne yapabiliriz söylesene? Savaşalım mı? Bunların bir insafı yok, önüne geleni deviriyorlar! Göç mü edelim? Göç yolları bunlar gibi eşkıyalarla dolu! Burda kalıp yaşayacaksak bir bedel ödemeliyiz.

– Ya bu onları durdurmazsa? O zaman ne yapacağız?

– Bunu şimdilik bilemeyiz. En iyisi Mahsun’un dediğini denemektir.

Muhtar cümlesini bitirdikten sonra bir kez daha tüm odayı gözden geçirdi. Birden beynine şeytani bir fikir düştü. Suhtelere kurban verilmesi gereken çocuk, köyün yerlisi olamazdı. Sahipsiz ve köy için anlam ifade etmeyen biri olmalıydı. Gözleriyle odadaki her insanın yüzüne bakarak kimin buna ikna olabileceğini tartıyordu. En son gözleri kapının dibinde oturan Turgut’a sabitlendi. Hatırladığına göre damadı üç bahar önce mültezim ile dövüşürken ölmüş, kızı ve torunu yanına gelmişti.  Torunu hem sahipsiz hem dışardan gelme olduğu için suhtelere verilecek en münasip çocuktu. Bıyığıyla oynayarak konuşmaya başladı.

– Turgut, torunun kaç yaşındaydı?

Turgut bu sorunun manasını anladığı için huzursuzlandı.

– On üçünde.

– Suhtelere onu versek ne olur?

Turgut gürler gibi bağırdı:

– Ne diyon len sen muhtar! Yetimimi köpeklere mi vereyim?

– Ağzını topla Turgut aga! Hâl ortada, sen yetimine kıyamıyorsun diye tüm köy yetim dolacak! İnsaf et!

– Neyin insafı muhtar, neyin insafı? Ulan anlamıyor musunuz, ben yetimimi vermem!

Tüm oda muhtarın fikrini savunmaya başlamıştı. Nihayetinde köyün kapısında bekleyen vahşilerle uğraşamazlardı. Köyün selameti için bir çocuk feda edilmeliydi. Turgut, karşısına dikilmiş uğultulara direnmeye çalışsa da duydukları aklını allak bullak ediyordu. Beyni ikiye bölünmüştü. Bir yanda kızı ve yavrucuğu, bir yanda ise köyün huzuru söz konusuydu. Muhtar ayağa kalkıp Turgut’un iki kolunu kavradı:

– Bak Turgut Aga! Senin hissettiklerini idrak edebiliyorum. Ama bir kez olsun bizi düşün! Kızına tüm köy bakarız! Merhamet et bize Turgut Aga!

Turgut, muhtarın gözlerine baktı. Merhamet dilenmişti ondan muhtar, bu merhamet öyle bir şeydi ki bazen katil de buna sığınır, kurban da bunun rengine girerdi. Ellerini muhtardan çekerek kafasında birleştirdi. Düşündü, düşündü… “Allah’ım ne günah işledik ki bizi bu rezalete münasip gördün? Katiller saraylarda, dağda, bayırda geziyor, kurbanlar ise yerin altı katına girse de kâr etmiyor, katiller onları bulup canına kıyıyor. Hey yedi göğün Rabbi! Bizi affet!” İçinden bu duayı ettikten sonra ayağa kalktı. Kapıya doğru ilerledi, kalabalığa doğru döndü:

– Aha evim orda! Ben ne onay veririm ne de karşı koyarım size! Ne yapacaksanız yapın!

– Sen ne yapacaksın?

– Gidicem (gözleri doldu). Masumlar nerde katledilmeyip ırzına geçilmiyorsa oraya gideceğim!

Odayı terk ettiğinde akşam geceye ermişti. Atına atlayarak önce evine gitti. Yusuf, üzerine kurulan kumpastan habersiz, anasının yanında yatıyordu. Odaya girip  Yusuf’u alnından öptü, Yusuf  öpücükten huylanıp uyandı. Dedesi torununa  sımsıkı sarılıp kulağına fısıldadı:

– Yavrum, Yusuf’um, affet beni ne olur! Seni koruyamadım…

Yusuf denilenleri anlamadan kafasını salladı. Yatak odasına gitmeyi düşünse de  eşinin uyanma ihtimali onu bundan vazgeçirdi. Evine son kez bakıp çıktı. Atına binip köyün girişinin ters istikametine doğru at sürdü, kısa zaman sonra arkasında kalan sadece atının çıkardığı tozdu…

Sabah olup gece güne vardığında Yusuf annesinden erken uyandı. Başına geleceklerini hissetmiş olacak, uyuyan annesinin yanağına sıcak bir öpücük kondurup odadan çıktı. Ninesi de hâlâ uyuyordu. Sanki ikisi de gaflet uykusundaydılar… Yusuf bahçeye çıkıp dedesini aramaya koyuldu. Dedesi ne ahırda ne de odunluktaydı. Dedesini aramaya başlamasının üstünden çok zaman geçmeden muhtar ile yanında dört adam evin önüne geldiler. Yusuf candan bir gülümsemeyle onlara doğru yürüdü:

– Selamün aleyküm muhtar amca, dedemi gördün mü?

Muhtar yanındakilere baktıktan sonra sahte bir gülümsemeyle Yusuf’a döndü:

– Görmez olur muyum Yusuf’um? Caminin dibindeki gölgelikte oturuyor, gel seni ona götürelim.

Yusuf başını sallayıp onlara katıldı. Küçük çocuğu ortalarına alan dörtlünün ağzını bıçak açmıyordu. Sanki bir ibadetin vecdinin acı dolu keyfini tecrübe ediyorlarmış gibiydiler. Caminin önü yaklaşınca Yusuf, etrafındaki insanların yüzlerine bakarak  dedesine gitmediklerini anlayıp huzursuzlandı. Muhtarın şalvarını çekti:

– Dedem nerde muhtar amca? Nereye götürüyorsunuz beni?

Gözünde amacının şehvetinden başka bir şey hissetmeyen insanlara has bir hava olan muhtar, Yusuf’u duymuyordu bile, caminin önünde durdu. Yusuf kaçmaya çalışsa da dördü de Yusuf’u tuttular, yere yatırdılar. Yusuf çığlık üstüne çığlık atıyordu, bütün bu olanlar ne içindi? Feleğin çarkında neden öğütülüyordu? İşte,  annesinin öz köyünün meydanında kurbanlık koyun gibi yatırılmış bağlanıyordu! Bağırdı Yusuf, bağırdı ki biri duysun kurtarsın! Heyhat ki etrafında doluşan biçarelerin vicdanları onun sesini duymayacak kadar korkuyla doluydu. En son kırmızı bir bezle ağzını da kapadılar. Muhtar telaşla kendi atını getirmesi için  kâhyasını evine yolladı. O sırada Yusuf, bir çınar ağacı altında her tarafı bağlı şekilde duruyordu. Kâhya at ile geldi. Önce muhtar bindi ata, sonra Yusuf’u bindirdiler. Yusuf hâlâ ne olduğunu anlayamamıştı. Muhtar, içinde bulunduğu rezil durumdan kurtulmak için atı çatlatırcasına sürüyordu. Atı ter, kendi kir oldu. Sonunda suhtelerin çadırlarını kurduğu yere geldi. Göbekli genç bir suhte muhtarı durdurdu:

– Hop, nereye böyle babalık?

– Nereye olacak gardaş, reisinizi görmeye! Ona hediyem var.

Şişman suhte arkada bağlı Yusuf’un yanına gidip onun vücudunu dürttü. Pis bir sırıtışla cevap verdi:

– Reis ortadaki çadırda, hediyene çok sevinecek!

Muhtar gülerek atını tekrar hareket ettirdi. Köse Suhte, çadırının önünde durmuş  yanında üç adamıyla beraber sohbet ediyordu. Çadırın içinde Dedemoğlu’nun torunu Ali, gözüne sürme çekilip kadın kıyafetleri giymiş hâlde bileğinden zincirlenmişti. Uzaktan muhtarı gören reis ayağa kalktı:

– Oo muhtar efendi, hoş geldin. Siz gelmeseniz biz gelecektik.

Muhtarın ensesinden soğuk bir rüzgâr esti. Suhtelerden erken davrandığı için mutlu olmuştu. Attan inip reisin elini sıktı:

– Hiç zahmet buyurmayın paşam! Ben geldim sizin yerinize, hem de hediye getirdim.

Arkasına dönüp eliyle Yusuf’u gösterdi. Köse Suhte, Yusuf’un yanına gelip kalçasına dokundu:

– Güzel bir hediye teşekkür ederim.

Gözüyle adamlarına işaret eti. Üç suhte Yusuf’u alıp arkadaki çadıra götürdüler.  Muhtar kafasını yerden kaldıramıyordu. Köse, muhtarın omzuna dokundu:

– Rahat ol muhtar! Sizin köyü bağışladık, rahat olabilirsiniz.

Muhtar teşekkür ede ede atına tekrar bindi, geldiği hızla köye geri döndü. Kimse onun yüzüne bakmıyordu, geldiğini görenler yollarını değiştiriyorlardı. Eve gittiğinde karısı odasından çıkmadı, gül yüzlü kızı yüzüne bakmadı. Pişmanlık değildi içindeki, sıcaklık, daha çok çaresizliğe duyduğu öfkeydi. Uzunca zaman konuşmadan yanan ateşe baktı, baktı da akşam ezanında hoca dayanamayıp  ağlamaya başlayınca dayanamadı. Bir selin akışı gibi aktı gözyaşları…

Hacer, yavrusunun başına gelenleri öğrendiğinde saçını başını yolup yollara düştü, önce muhtarı aradı bulamadı, sonra meydana gidip gördüğüne “Yusuf’umu gördünüz mü?” diye sordu. Kimse doğru dürüst cevap vermedi. En son saçının başının hâline bakmadan bir kayanın üstüne çıktı, belki yavrusu duyar diye eski bir ağıdı okumaya başladı:

Bebeğimin beşiği çamdan
Yuvarlandı düştü damdan
Bey babası gelir Şam’dan
Nenni nenni, nenni nenni
Nenni nenni, nenni bebek oy…

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir