Aziz İstanbul

Vakit yeni yeni öğlen oluyordu. Babaannem ve ben karşılıklı koltuklarda sessizce oturuyorduk. O radyo dinliyordu, ben de bir şeyler düşünüyordum. Derken Münir Nurettin Selçuk’un o güzel sesi kulaklarıma çalındı.

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Bu şiir aklıma elbette şairi Yahya Kemal Beyatlı’yı getirdi. Peki, İstanbul hâlâ Yahya Kemal’in aziz İstanbul’u muydu? Beni bir düşüncedir aldı. Eve sığamadım. Acilen dışarı çıkmalı ve bu sorunun cevabını aramalıydım.

Oldum olası kitap okumaya bayılırdım. Şöyle bir kitaplığıma baktığımda öğrencilik yıllarımdan kalma kitaplarımı gördüm. Birçoğunu elbette ki Beyazıt’tan, Sahaflar Çarşısı’ndan almıştım. Neden Beyazıt’a gitmiyordum ki? Bu düşünceyle çabucak hazırlanıp yola çıktım. Beyazıt Meydanı’na vardığımda İstanbul Üniversitesi’nin o ihtişamlı kapısını gördüm ilk önce. Bu kapı, alt tarafı bir kapı olmadı hiçbir zaman… Kapıya bakarken, “Konstantiniyye muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emîr ne güzel emîrdir. Onu fetheden ordu ne güzel ordudur.” hadisi geçiverdi zihnimden. Fatih Sultan Mehmet’i düşündüm. İstanbul’u fetheden o güzel emîri… Yaşasaydı bu kapıya baktığında o neler hissederdi acaba?

İnsanlar kapının önünden ya telaşla geçip gidiyor ya da önünde fotoğraf çekilip yollarına devam ediyordu. Hayat telaşı içinde çabucak geçip giden insanları, kuşları yemleyen yaşlı amcaları, gülüşen gençleri izledim bir süre. Tam önümden geçerken yere tüküren o adamı görünce keyfim inanılmaz kaçtı. Daha fazla meydanda durmak istemedim. Kitaplar kaçan keyfimi geri getirirdi muhakkak. İçimdeki inançla, hızlıca Sahaflar Çarşısı’na doğru yürüdüm. İçeri girer girmez soldaki ilk sahafa doğru yöneldim fakat sahafın önünde gördüklerim hiç de hoşuma gitmedi. Bir yığın dolusu üniversiteye hazırlık kitabı karşıladı beni. Matematik, Coğrafya, Fizik, Kimya soru bankaları, testler, konu anlatım kitapları… Koskoca Beyazıt Sahaflar Çarşısı’nda demek artık bu kitaplar satılıyordu. Moralim yavaştan bozulsa da sakin kalmayı başardım ve bir yandaki sahafın tezgâhına baktım. Tamamen aynı manzarayla karşılaştım. Soru bankaları, testler, konu anlatım kitapları…

Bir de karşı tarafta şansımı denemek istedim, oradan hep bölüm kitaplarımı alırdım. Birçok kitabın ilk baskısını ya da hiçbir yerde bulunmayan baskılarını hep burada bulurdum. Lakin sağ tarafın soldan hiçbir farkı yoktu. Adını bile bilmediğim yeni yazarların kitaplarından oluşan koca yığınlar süslüyordu dükkânların önünü. Koca Sahaflar Çarşısı ne hâle gelmişti böyle…  Moralim yavaştan bozulurken çıktım çarşıdan. Şimdiki rotam kafamda canlanmıştı bile.

Hemen çocukluğumdan beri İstanbul’un en sevdiğim yerine, Eminönü’ne doğru yola çıktım. Yirmi dakikalık bir yürüyüşün sonunda Eminönü’ne vardım. İşte şimdi denizin karşısındaydım. Solumda simitçiler, balıkçılar, boğaz turu gemileri… Sağımda Galata Köprüsü, üzerinde balık tutan genç-yaşlı bir dolu insan… Karşımda da tüm ihtişamıyla Galata Kulesi. Her şey her zaman olduğu gibiydi… Denize bakakalmak istedim bir süre, başaramadım. İnsanlar şöyle bir durup nefes almıyordu. Sanırım hepsi buraya fotoğraf çekilmek amacıyla gelmişti. Beş dakika huzur içinde Galata’yı seyretmek istedim yalnızca, yapamadım. Sürekli birilerinin fotoğraflarında çıkmamak için sağa sola yer değiştirdiğim beş dakikanın sonunda bunaldım ve vazgeçtim manzarayı izlemekten. En iyisi kısa bir yürüyüşle Galata’ya gitmekti sanırım.

Son kez şöyle bir manzaraya bakayım derken bir de ne göreyim? Denizin içinde çöpler adeta yüzüyor. Bir tane balık aradı gözlerim, bulamadım. Her türden çöp gördüm, bir tane balık göremedim. Umudumu kaybetmemeliydim. Şansımı bir de Galata’da denemek üzere yürümeye başladım.

Galata Köprüsü’nü geçtim. Kısa bir yol yürüdüm. Yokuşun başından bakıp da kuleyi görünce her zamanki gibi içim umut doldu. Bu kule beni her daim çok büyülemişti. Buradan ümitliydim. Hızlı adımlarla Galata’ya vardım. Kuleye şöyle bir baktığımda düşüncelerimle tarihî bir yolculuğa çıkıverdim. Sanki yıl 1632’ydi. Kulenin tepesinde Hezarfen Ahmet Çelebi’yi gördüğümü hayal ettim. Bedenine kuş kanatlarına benzer bir araç takarak kendini boşluğa bıraktığını ve uçarak İstanbul Boğazı’nı geçip Üsküdar’a indiğini zihnimde canlandırdım. Bir yerde okumuştum. Bilim insanlarının söylemlerine göre Hezarfen Ahmet Çelebi’nin Galata Kulesi’nden, Üsküdar’a kadar 3358 metre mesafeyi uçması, yani bunu kol ve kas gücünü kullanarak başarması mümkün değilmiş. Bu uçuş, ancak hava akımlarından yararlanarak yükselip ilerleyebilen bir çeşit planörle mümkün olabilirmiş. Gerçi tarih içerisindeki varlığı da şaibeli ya, ben yine de yaşamış olduğuna inanıyordum. Üstelik o da tıpkı Yahya Kemal gibi İstanbul’a tepeden bakan biriydi…

Düşüncelerimden sıyrılıp kuleye çıkmaya karar verdim. İstanbul’a bir de ben baksaydım tepeden, ne güzel olurdu… Lakin kulenin önünde gördüğüm insan kuyruğu keyfimin iyice kaçmasına sebep oldu. Kuyruğun sonunu bile göremiyordum. Başta biraz beklesem mi diye düşünsem de vazgeçtim. Sıranın bana gelmesi saatlerimi alırdı. Bunu düşünerek üzgün adımlarla Galata’dan ayrıldım. Karaköy İskelesi’ne yürüdüm. Bana en iyi gelecek şey vapura binmekti. İnsan vapurda düşüncelerinden sıyrılıyor, kısacık ama güzelliklerle dolu bir yolculuğa çıkıyordu.

Bir süre bekledikten sonra gelen vapura binip bir koşu cam kenarına oturdum. Denizi izlemek bana her zaman huzur veriyordu. Bunu Eminönü’nde başaramamış olsam da vapurda muhakkak başaracaktım. Saati gelen vapur hareketlendi ve Kadıköy’e doğru yola çıktım. Burada, sahilde rahat rahat oturabilir, uzun uzun düşünebilirdim. Bu bana kesinlikle iyi gelecekti ve İstanbul’un hâlâ Yahya Kemal’in aziz İstanbul’u olduğuna inandıracaktı.

Uzun uzun vapurun yanında uçan martılara baktım. Yanımda, arkamda, sağımda, solumda oturan genç, yaşlı insanları seyre daldım. Kimi gazete okuyordu, kimi simit yiyordu, kimi sohbet ediyordu. Yeniden denizi izlemeye döndüm. Sanki Münir Nurettin Selçuk bir yerlerden sesleniyordu şimdi. “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın / Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın…” diyordu. İşte huzur buydu… Keşke baştan vapura binseydim diye düşünmeden etmedim. Nihayet rahatlamıştım.

Kısa süren vapur yolculuğumun sonuna gelmiştim. Bıraksalar, sonsuza kadar kalırdım vapurda… İçimde ufak bir hüzünle indim vapurdan. Sahile doğru yürüdüm. Sahile varınca bir kayanın üzerine oturup karşımdaki denize baktım bir süre. Uzaktan Ayasofya göz kırpıyordu bana. Resmen, “Bak, ben de buradayım.” diyordu. Uzakta da olsa bir süre bakakaldım bu ihtişamlı yapıya. Ardından denize çevirdim bakışlarımı bir kez daha. Tam denize bakarak derin düşüncelere dalmıştım ki bir grup gencin bağrışmaları çalındı kulağıma. Birbirlerine akla, hayale gelmeyecek küfürler ederek konuşuyorlardı. Çok rahatsız oldum, duymamaya çalıştım ancak söyledikleri duyulmayacak gibi de değildi. Acaba susarlar mı diye bir süre bekledim fakat onlar hâllerinden memnun gözüküyorlardı. Küfürler ederek konuşmaya devam ettiler. Sonunda dayanamadım ve yerimden kalktım. Sanırım Beşiktaş daha sakindi. Orada rahat rahat kendimle kalabilirdim bir süreliğine de olsa. Telefonumun saatine baktım, yavaştan akşam oluyordu. Sahilde batan güneşi izlemek ne de güzel olurdu…

Kadıköy’den vapura binip Beşiktaş’a geçtim. Beşiktaş’ta iyi vakit geçireceğimden emindim. İçimdeki son umut kırıntılarıyla Beşiktaş Meydanı’nda bulunan Barbaros Hayrettin Paşa heykelinin karşısına dikildim. Bir süre heykeli inceledikten sonra arka tarafına geçtim ve direkt “Yahya Kemal Beyatlı” ismi gözüme çarptı. Bu şehrin her yerinde ondan bir parça bulabilirdiniz…

Aslı Yahya Kemal’e ait “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden alınarak “Barbaros Marşı” adıyla Mehter Marşı hâline getirilen şiirin sözleri yazıyordu burada.

Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor?
Barbaros, belki, donanmayla seferden geliyor!
Adalar’dan mı? Tunus’tan mı? Cezayir’den mi?
Hür ufuklara donanmış iki yüz pare gemi,
Yeni doğmuş aya baktıkları yerden geliyor.
O mübarek gemiler hangi seherden geliyor?

Bu altı dizeyi birkaç kez üst üste okuyarak düşündüm. Barbaros Hayrettin Paşa’ya ait bir resim görme isteğiyle elimi cebimdeki telefonuma attım. Fakat telefonumun yerinde olmadığını acıyla fark ettim… Oysaki onu yanıma aldığıma emindim çünkü daha yarım saat önce saate bakmıştım. Biri mutlaka onu çalmış olmalıydı. Belki başka cebime koymuşumdur diye hem pantolonumun ceplerini hem de ceketimin ceplerini aradım fakat yoktu. Moralim tamamen bozulmuştu artık. Sinirimden ne yapacağımı bilemedim lakin iş işten geçmişti. Kimse çalınan telefonumu bulamazdı artık. Tüm moral bozukluğumla oradan geçen herhangi bir otobüse bindim. Eve ne kadar geç gidersem o kadar iyiydi. Bizimkilere derdimi anlatacak hâlim hiç yoktu.

Sinirim biraz geçince otobüsün nereye gittiğine bakmak için cam kenarına yöneldim. “Arnavutköy” otobüs durağını gördüm. Şaşkınlık içinde bakakaldım durağa. Demek kader bana nereye gitmem gerektiğini gösteriyordu. Ben de kaderime razı oldum ve otobüs birkaç durak daha yol aldıktan sonra Aşiyan’da indim. Yolun karşısına geçtim ve hızla yokuşu tırmanıp önce Tevfik Fikret’in evine girdim. Evin önündeki manzarayı biraz seyrettim. Güneş yavaş yavaş batıyordu artık. Orada yirmi dakika kadar durup öylece İstanbul’u seyrettim. Bu bambaşka bir histi çünkü şimdi ben de ona bir tepeden bakıyordum…

Yirmi dakikanın sonunda nihayet biraz sakinleştim ve içimdeki garip hislerle Tevfik Fikret’in evinden ayrıldım. İçimde neden olduğunu bilmediğim bir heyecanla evin tam karşısındaki mezarlığa girdim. Solumda kalan mezar taşının üstünde “Ahmet Hamdi Tanpınar” yazıyordu. Fakat beni daha çok heyecanlandıran isim birkaç metre ötedeydi. Hemen oraya yöneldim. İşte, kaderin beni gün sonunda getirdiği yer tam olarak burasıydı. Mezar taşının üzerinde yazan ismi okudum. “Yahya Kemal Beyatlı.” Mezarın karşısında uzun uzun durdum. Yahya Kemal Beyatlı… Bütün gün İstanbul’u gezmeme ve aklıma takılan sorunun cevabını aramama vesile olan o eşsiz insan tam karşımdaki mezarda yatıyordu. Orada huzurlu olmasını umarak ruhuna dua ettim. Onunla paylaşmak istediğim düşüncelerim vardı. Mezar taşının ucuna oturdum. “Haklı olmayı hiç istemezdim.” dedim. “Bugün İstanbul’un artık aziz olmadığını bilmek sizi üzecek biliyorum. Bunun için sizden çok ama çok özür diliyorum. İstanbul sizin şiirlerinizdeki gibi muazzam bir şehir değil artık. Neresine gitseniz ayrı bir kaos. Bugün başıma gelenleri anlatsam bana güler miydiniz, acır mıydınız bilmiyorum. İyi ki İstanbul’un bu hâlini görmeden göç etmişsiniz bu dünyadan. İyi ki, yerlere tükürenleri, denize çöp atanları, bağıra bağıra küfreden gençleri, namussuz hırsızları görmeden gitmişsiniz buradan. Acıyla söylüyorum ki aziz İstanbul artık sadece sizin şiirlerinizde kaldı. Çok çok üzgünüm. Böyle olmasını hiç istemedim ama İstanbul’u ben nasıl kurtarayım ki? Sizin gibi kalemi de yüreği de güçlü insanlar gerek bizlere. Fakat sizin gibisi de bir daha gelmez ki… Siz serin serviler altında kalan kabrinizde huzur içinde uyuyun. Bugün azizliğini büyük ölçüde yitirmiş de olsa sizin İstanbul’unuz ebediyen aziz kalacaktır…”

YAZAR

İrem Çağlar

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir