Körpe Yusuf

-I-

[Babası:] Yavrucuğum! dedi, rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, sonra onlar sana (hasetlerinden) bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan insana açık bir düşmandır.

(Yûsuf Sûresi, 5. Ayet)

Vakitlerden bir ikindi vakti, iki atlı tarlanın önünde durmuştu. Uzunca bir yolu tepip buraya gelmişlerdi. Üç gündür aynı şekilde gelip toprağı inceliyorlardı. Bir martı, tarlanın üstünde uçup karların arasında fare yahut yılan yuvalarını arıyordu ki bir fare, yuvasından dışarı çıktı ve daha kafasını yukarıya kaldıramadan günlerdir aç olan martının gölgesini üzerinde hissetti. Tekrar yuvasına dönmeye çalışsa da martının gagasından kaçamadı ve martı, fareyi boğazına indirerek tekrar havalandı. Fare son kez baktığı bu dünyaya sanki mühim bir meseleyi anlatıyormuş gibi kulak yırtıcı bir çığlık attı. Onun bu çığlığını bir ıslığa müsavi ölçüde duyan iki adam, tarlanın içine girdi. Biraz önde duran uzun boylu, kemer burunlu adam çizmelerini temizleyip yere çömeldi. Deri kayışından sopa çıkarıp toprağı eşelemeye başladı. O eşeledikçe ölü bitkiler karın altındaki toprağın bağrından çıktılar. Hepsi kurumuştu. Adam, bitkilerden bir tanesini eline alıp ufaladı. Sopayı yere bastırıp ondan güç alarak doğruldu ve arkasındaki kardeşine dönerek “Bu ay da kar topraktan kalkmadı!” dedi. Ağabeyinin lafını işiten Sungur yere çömeldi, yüzü yere bakıyordu. Bakışı öyle yoğundu ki onu gören “yüzü göğe küsmüş” derdi. Kardan bir avuç alarak eliyle ezdi “Ne zaman kalkar bu kar ağabey? İki gün daha kalkmazsa hâlimiz harap!”

Ağabeyi biraz yürüyüp tarlanın bitiminde başlayan tepelere baktı. Güneş gözükmesine rağmen hava buz kesiyordu. Gözüyle uzaklarda bir umut arasa da bulamayıp kardeşine döndü “Nereden bileyim ben gardaşım? Uğursuzluk çökmüş üstümüze, iki gün daha kar toprak üstünde durup da ekin ekmeye başlamazsak Mültezim Selim bu sefer şehir meydanına dek döver bizi!” Bu cümleden sonra ikisi de başlarını yere eğdiler. Bahsettiği Mültezim Selim, payitahtta bir paşanın Ermeni bankerinin adamıydı. On beş yıldır köyün vergisini o topluyordu. Acımasız olmakla övünen, ne kadar köylü döverse o kadar itibar göreceğine inanan sapık ruhlu herifin tekiydi. Sungur, Selim’in ismini duyunca şeytan anılmış gibi tövbe istiğfar çekti. “Ah ulan kara dinli kader! Ama suç sende ağabey. Demiştim sana, burada durmayalım, Acem’e gidelim, oraya giden Türkmen’e iyi bakarlarmış, diye! Dedim, dedim de dinletemedim!” Abisi yüzünü ekşitti. “Deli olma! Sanki orada her şey düzelecek! Duymadın mı oraya gidenler de geri döner olmuş!” Üç bahardır kar kalkmıyordu topraktan, önceki bahar Selim’in en deli adamı Ejder Hüsmen, köye gelerek vergiyi iki bahardır vermedikleri için ikisini de falakaya yatırmış, sonra da gelecek bahar ekine erken başlayıp iki yıldır ödeyemedikleri vergiyi ödeyeceklerine dair şeref ve namusları üzerine söz verdirmişti. Şimdi ikisi de buz tutmuş tarlanın ortasında geçen bahar yedikleri sopanın acısını ruhlarında tekrar yaşayarak batan güneşi seyrettiler. Gitmek ne fark eder diye düşündü Haydar, kardeşi Sungur’un kederden esmerleşmiş yüzüne bakarak “Kalmak ne fark eder? İnsan yerine konulmadıktan sonra her yer zalim otağı değil mi?” Bir zaman sonra ikisi de atlarına binip köye doğru hareket ettiler. Gölün kıyısından çakal ulumaları geliyordu. Köye girdiklerinde müezzin, akşam ezanını okumaya başlamıştı, kelime-i şehâdet getirip imanlarını tazelediler.

Beş yaşındaydı Yusuf, kumral saçlı esmer bir çocuktu. Geçen bahar babası ve amcasının yediği dayağı hatırladığı için tüm yıl annesinden öğrendiği duaları okudu. O akşam babasının geldiğini eve yaklaşan nal seslerinden anlamıştı. Babasını karşılamak için evin önüne çıktı. Koca adamın yüzüne bakınca toprağın hâlâ karla örtülü olduğunu anladı. İçine tarifi zor bir korku düşmüş olsa da bunu babasına hissettirmek istemedi. Babasının eteklerine yapışıp konuşmadan sadece sarıldı. Ona olan bağlılığını dokunuşuyla hissetsin, anlasın istiyordu. O sırada annesi de kapıda belirdi. Et sıyırmaktan incinmiş ellerini kocasından saklamak istercesine birbirine birleştirdi. O da erkeğinin gözlerine bakınca karın topraktan kalkmadığını görebiliyordu. Haydar evin kapısından içeri girerken ona sordu:

– Hoş geldin Haydar’ım, aç mısın?

– Açım, bir tarhanan varsa içerim.

– Olmaz mı yiğidim, etim de var, gel otur.

Haydar kucağına oğlunu alarak geyik derili odaya geçti. Karısı çoktan sofrayı kurmuştu. Geyik derisinin altına oturup oğlunu da kucağına alıverdi. Oğlunu çok seviyordu. Yusuf, Haydar için kendi yaşamında asla tam anlamıyla varamadığı bereketin timsali gibiydi. Çünkü onun doğduğu sene ekinler para etmiş ve tarlaya sürebilmek için öküz alabilmişti. O yüzden oğluna Yusuf Peygamber’in ismini koymuştu. O da Yusuf Peygamber gibi bu köyden kurtulup saraylarda yaşayacaktı. Buna iman ediyordu Haydar, ömrünü dayandırdığı tek ülkü buydu. Oğlunun geleceğini kafasında kurarken karısı paslanmış bir tencereyle tarhanayı, soluk renkli bir tepsiyle de tavuk etini getirdi. Besmelesini çekip çorbasından bir yudum aldı. Bugün başına gelen en güzel şey bu tarhanaydı. Hacer, şüphe ve düşünce dolu gözlerle erkeğini süzüp ürkek bir sesle sabahtan beri kafasının içinde kirli kan gibi dolaşan soruyu sordu:

– Kar hâlâ kalkmadı mı?

– Kalkmadı, (derin bir nefes alarak) Allah üstümüze bela getirmiş kahrolup tövbe edelim diye! Tam dört bahar oldu, kar kalkmıyor topraktan, ekin mevsimi de gecikiyor.

– Sungur ne diyor bu vaziyete?

– Ne diyecek? Benim gibi o da korkuyor mültezimden.

– Korkulmaz mı o domuzdan! Geçenlerde Ortaköy’de de borcunu ödeyemeyenlerin çocuklarını alıp gitmiş.

İkisi de gözlerini korkuyla Yusuf’a çevirdiler. Yusuf korkularının sebebini anlamış olacak ki ana babasının kederini gönüllerinden silmek istercesine gülümsedi. Tahta kaşığını sertçe kavrayarak havaya kaldırdı:

– Hele beni almaya bir gelsinler! Tahta bıçağımla öldürürüm onları!

Haydar, oğlunun dediklerine çok mutlu oldu. Oğlunun gözlerindeki alev, yüreğindeki tüm kaygıları unutturuyordu. Biraz daha büyüse diye düşündü, “Biraz daha büyüse kimseye eyvallahım olmazdı. Tüm malı satıp bu diyardan göçer; uzaklarda, Nemçe sınırında bir beyin yanına baba oğul sekban olmaya giderdik.” Hacer sofradan kalkıp demir ibrik ve leğeni getirdi. Sırayla ellerini yıkamalarını bekleyip sofrayı topladı. Odaya geri geldiğinde erkeğini duvardaki halının altında uzanmış buldu. Bir kedi gibi göğsüne sokularak ona baktı. Elinden gelse erkeğinin tüm yorgunluğunu almak isterdi. Haydar karısının yanağını öpüp fısıltıya benzer bir sesle konuşmaya başladı.

– Bugün Sungur yine, Acem diyarına gidelim, dedi.

– Sen ne dedin?

– Ne diyeyim, manasız bulduğumu söyledim. Bizim derdimiz Acem’e gitmeyle çözülmez ki!

– Ya nasıl çözülür ki Haydar’ım?

– Bilsem hatunum, ah bir bilsem… Oraya gitsek oranın şahıyla kavga ederiz, burada dursak Osmanoğlu rahat bırakmaz.

İkisi de susup çaresizliklerine üzüldüler, Yusuf onların uzağında bir minderde uyuyakalmıştı. O, mışıl mışıl uyurken köyün uzağındaki ormanda bir çakal, gördüğü beyaz tavşanın peşine düşmüştü. Uzunca süren bir kovalamacanın ardından tavşan, izini kaybettirebilmişti. Ormandaki çakalın ve arkadaşlarının uluması Yusuf’un kulağına gelince Yusuf irkildi ve kalkıp pencereden dışarı baktı. Görebildiği sadece köyün tenha sokakları olunca rahat bir nefes alıp uykusuna devam etti.

Sungur ise eve geldiğinden beri suskunca oturuyordu. Karın toprak üzerinden kalkmaması sinirlerini bozmuştu. Zihninde kar ve sopa eş zamanda görünür oluyordu. Tüm köyün önünde dayak yemekten sıkılmıştı. Camları bahçeye bakan odada çocuklarına tek bir güzel söz söylemeden hızlıca yemeğini yemiş sonra da aklında dönüp duran, kuyrukları birbirine dolanmış binbir tilkiyle evin arka odasına geçmişti. Hayber Kalesi’ni gösteren minyatürün nakşedildiği halıya saatlerce bakarak kendisi, eşi ve iki çocuğu için bir çare düşündü. Vakit geceyi bulunca kadını Fadime kapıyı yavaşça açarak odaya girdi. Onun da yüzünde Sungur’dan hallice bir hüzün vardı. Erkeğinin gözlerindeki acının son bulmasını ister bir tınıyla eşine seslendi:

– Bey, geç oldu, yatacak mısın?

Sungur, kadınının gözlerinin içine baktı. Yirmi üçündeydi Fadime, beş senedir kendisinden gün yüzü görmemişti. Ona gelin geleli beş sene olmuştu ve beş senedir de kocasının, gözlerinin önünde küçük düşmesini izliyordu. İlk evlendikleri gün, yüzünde gençliğe has bir neşe vardı Fadime’nin, bu neşe her geçen yıl azaldıkça azaldı. Her cefakâr Anadolu kadını gibi o da geçim sıkıntısı ve yavrularının geleceği konusundaki kaygıları yüzünden somurtmaya yüz tutmuş, soluk tenli olmuştu. Sungur, “Sen yat kadınım, ben bugün uyumayacağım.” dedi. Fadime bu cevabı alacağını biliyordu ancak yine de yüzü düştü. Kocasına iyi geceler dileyip uyumaya gitti. Karanlığın iyice çöktüğü vakitlerde Sungur, borcunu nasıl ödeyeceğini buldu. İneğini ve onun yeni doğmuş ikiz buzağılarını yarın kurulacak pazara gelen şehir kasabının adamına satacaktı. Bunu, ağabeyine söylemeyi düşünse de vazgeçti hem söylese ağabeyi buna yanaşmazdı. Normal zamanda inekler ortak alındığından onun da onayını almadan satmak uygun düşmezdi ama “normal” zamanda değillerdi ki! “Töreler; kaftanı altın, kılıcı yatağan beyler, paşalar karşısında güçsüzdür. Dünya, törelerin olduğu çağdan geçeli çok oldu. Şimdi kişioğlu yalnız kendini kurtarmalı. Yoksa başından, namusundan olur da ardından bir kimse ağıt yakmaz!” diye söylendi. Ayağa kalkıp yanındaki divandan bir yorgan çıkararak üstünü örttü. Fadime’yi rahatsız etmek istemediğinden bu gece burada yatacaktı. Besmeleyle “üç kulhu, bir elham” okuyup uykuya daldı. Uzaklardan yine bir tavşan uğultusu geldi. Çakal, bu sefer de tavşanı yakalayamamıştı.

***

Beklemekle geçen iki günün ardından Selim ve adamlarının vergi tahsilat günü gelmişti. Öğle ezanının okunduğu sıralarda Mültezim Selim, iki yanında Ejder Hüsmen ve defterdarı Ermeni Theodore olmak üzere elli adamla köye geldi. Selim, vergi tahsilatına giderken kendinden de çok güvendiği bu iki kişiyi yanından eksik etmezdi. Hüsmen’i on yaşından beri tanıyordu. O zamanlar henüz “Ejder” değil, bir köle pazarında yarı çıplak hâlde alıcısını bekleyen esmer bir Arap çocuğuydu. Ailesi “Yılanlı” olarak da bilinen bir aşiretin soyundandı. Kanuni, Bağdat’ı aldıktan sonra bölgede Safevîlere itaat eden aşiretleri kendine bağlamış, baş direyenleri de katletmişti. Türkmenlerle bir arada yaşayan Yılanlılar, Osmanlıların gazabına uğramamak için Acem diyarına göç etmeye çalışsa da Erciş’te, Osmanlı’ya bağlı bir Kürt aşireti tarafından pusuya düşürülüp kılıçtan geçirilmişti. Hüsmen ve ailesi de bu katliamda sağ kalan üç beş kişiden biriydi. Aşiret ağalarının emrinde Diyarbakır Beylerbeyi’ne satılıp oradan da Kayseri esir pazarına gönderilmişlerdi. Selim, Hüsmen’i köle pazarından kurtarmıştı. Çok seneler sonra Selim’in yanında namı duyulmaya başlayınca aşiretinin sembolü olan “yılan”ı sol gözüne dövme yaptırmıştı. Hem zalim karakteri hem de gözündeki dövmenin ürkünden olsa gerek; onu tanıyan tüm beyler, paşalar, vergi aksatan köylüler, zorla alıkoyduğu masum çocuklar, ona “Ejder” lakabını takmıştı. Yanında kalın defterine bir şeyler karalayan; eğik burunlu, sarı tenli Theodore, Selim’in patronu olan Ermeni bankerin yeğeniydi. Aslında Selanik’te, Venedikli bir tüccarın yanında muhasebe tutacaktı lakin amcası, onu Selim’in yanına vermişti. Selim’le gittikleri her köyün girişinde, bu bozkırda ömrünün heba olmasından dolayı amcasına küfürler ediyordu. Muhtar, titrek elleriyle avuçlarını sıkıp mültezimleri meydana davet etti. Üç kötü adam ve korkak muhtar, köyün meydanına dört tabure ve bir tahta masa atıp geçen seneden borçlu olan köylülere seslenmeye başladılar. Öğle namazından çıkan cemaat, mezbahaya giren koyunlar gibi borç sırasına giriyorlardı. Haydar ve Sungur da evlerinin önünden geçen tellalları duyunca dışarı çıkmışlardı. Haydar, evden çıkmadan önce beline Kafkas işi hançerini yerleştirmeyi unutmamıştı. Akşamın çökmeye hazırlandığı vakitler iki kardeş, borç sıralarını beklemeye devam ediyorlardı. Ortadaki taburede Theodore oturup yıllık biriken borcu köylüye haber veriyor, Selim de ödeyemeyen köylülere elindeki kırbacı savuruyordu. Sıra Sungur ve Haydar’a gelince Selim, sırtlanlara denk gelir şekilde sırıttı. Defterdar, sayfaları biraz karıştırdıktan sonra kardeşlerin borcunu boğuk bir sesle söyledi:

– Altav oğulları Haydar ve Sungur kardeşler, üç bahar evvelinden yüz altın borcunuz var.

Haydar, başını yerden kaldırıp yalvarırcasına Selim’in gözlerine baktı:

– Nasıl olur beyim? Bizim borç otuz altındı.

– Ne demek nasıl olur Haydar Efendi? Borcunuzun üstüne faiz bindi!

– Etmen beyim, faiz haramdır, ödeyemeyiz o kadar parayı.

Selim hiddetlenerek ayağa kalkıp elindeki kırbacı Haydar’ın suratına çaldı.

– Harammış! Senden mi öğrenecem helali haramı sülük köylü! Ulan bilmez misin ki devlet hem Acem’de hem Nemçe’de savaşır! Bu savaşlar duayla mı olur sanırsın ulan şeytan yüzlü!

Sungur, ağabeyinin yüzündeki kanı görünce endişeyle onun önüne atıldı.

-Selim ağam! Ayağının tozu olayım affet ağabeyimi! Cahillik etmiştir, affet!

Selim homurtuyla Sungur’a dönerek kırbacını yüzünde dolaştırdı. Sungur, etrafında vahşi bir hayvanın dolaşmasını hisseder gibi irkildi.

– Sen kendi payını denkleştirdin mi onu söyle Sungur! Boş ver şimdi ağabeyini!

Sungur iç cebinden elli altın çıkarıp Selim’e uzattı. O da sayması için Theodore’a verdi. Altınlar tek tek sayıldıktan sonra kesenin içine konuldu. Selim, Sungur’un sırtına vurarak:

– Aferin lan! Ağabeyin gibi sümsük değilmişsin, aferin!

Sungur, Selim’in ellerine yapışıp üçer kez öptü. Artık köylüye rezil olmak yoktu. Haydar ise tüm bu olanlara anlam veremiyordu. Kardeşi bu parayı nerden bulmuştu? Ona neden söylememişti? Yüzünden akan kanı yakasına silip öfkeyle kardeşine ve Selim’e baktı:

– Haydar, kardeşini gördün! Şimdi sen de sökül altınları yoksa…

– Yoksa ne olur, oğlumu mu alırsın benden? Canıma mı kıyarsın? Senden korkulur mu lan piç Selim!

– Sen ne dersin bre din-i lain! Benim dört kuşak ceddim de beydir, soyum sizin gibi Kızılbaşlara dayanmaz!

– Ulan bizim dedelerimiz en azından savaşarak öldü de paşanın oğlancığı olmadı!

Selim öfkeyle Haydar’ın üzerine atıldı. Haydar da belinden hançerini çıkarıp Selim’e doğru salladı. Onun bu hareketine şaşıran Selim elindeki kırbacı bırakıp kılıcını çekti. Yatağan kılıç hançere, ten tene, çelik çeliğe çarpıyordu. Haydar, öfkesiyle yoğurmuştu hançerini, Selim kılıcını kibirle vuruyordu. Sungur, ağabeyinin cesaretini şaşkınlıkla izliyordu ki Haydar’ın hançeri Selim’in yüzüne saplanınca donakaldı. Koca mültezim, kanlar içinde sendelerken orada bekleyen Hüsmen’e bir işaret verdi. Hüsmen derhal çakmaklı tabancasına davrandı. Selim yere düşmüş, ağzından ve karnından kan akıyorken meydanı kapkaranlık bir duman kapladı. Haydar yaralı bir aslan misali inledi. Kurşun ciğerini delmişti. Kanının yere damlayacağı anda hançeri de onunla beraber düştü. Sungur, ağabeyinin üstüne atılıp sarıldı. Hüsmen bir kez daha hışımla ateşledi tabancasını. Ağabeyinin ellerini tutarken son nefesini verdi Sungur, gözlerini kapatırken heceler gibi konuşuyordu:

– Dedim sana ağabey… Acem diyarına gidelim dedim!

Zar zor ayağa kalkabilen Selim, Hüsmen’e dayandı ve topallayarak iki kardeşin ölülerini çiğnedi.

– Bana karşı çıkanların sonunu gördünüz! İyice bakın, ibret alın! Hüsmen, koş bu Haydar denilen sefilin evine git! Çoluğunu çocuğunu da öldür, kanları bize helaldir!

Hüsmen, emri duyduğu anda on adamını da peşine takarak Haydar’ın evine geldi. Kapıyı bir tekmede kırıp içeri girdiler. Ne var ki içeride hiç kimse görünmüyordu. Çünkü Hacer, olacakları önceden sezmiş gibi Yusuf’u alıp yeğeni Salih’le birlikte babasının dağdaki köyüne götürmüştü. Hüsmen ve adamları evi yakıp terk ederken onlar Kel Tepe’yi çoktan geçmişlerdi. Hacer olanları görmüyor olsa da tahmin ettiğinden yol boyunca gizli gizli ağlıyor, ne olup bittiğinden habersiz Yusuf da huzursuzlanıyordu. Salih, Kel Tepe’nin üstünde bir korulukta durup tütün çubuğunu yaktı:

– Yenge, ben çok yoruldum. Zaten çok hızlı gidiyoruz, burada biraz istirahat edelim.

– Tamam tamam. Hem Yusuf’umun çişi geldiydi, gidip ona bir yer bulayım.

Yusuf, annesinin elini tutarak at arabasından indi. Bitkin hâlde ormanın girişindeki koyu bir ağacın altına geldiler. Annesi, oğlunun şalvarını çözüp etrafından uzaklaştı. Yusuf, hacetini giderdikten sonra annesinin yanına dönmeye kalkmıştı ki gözüne bir şey takıldı. Beyaz bir tavşan, boğazlanmış cansız bedeniyle yolda yatıyor ve diriden farksız gözlerini büyütmüş Yusuf’a bakıyordu…

.  .  .

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

Editörden Not: 6 bölümlük öykünün ilk bölümünü sizlerle paylaştık. Önümüzdeki haftalarda diğer bölümleri paylaşmaya devam edeceğiz. Yazarımıza teşekkür ediyor ve sizlere keyifli okumalar diliyoruz.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir