Tigris
III
İlk kısım: Tigris
İkinci kısım: Tigris – II
Bölüm 6
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْراً يَرَهُۜ
(Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür.)
Sabah bir görev aşkıyla uyandı. Kocası gider gitmez yemenisini başına geçirdiği gibi fırladı. Her ihtimale karşı komşusunu da çağırmıştı. Hocanın kapısında uzunca bir sıra vardı. İçinde bir korku peyda oldu, ya hoca sen cinlisin derse ya da sen hak ediyorsun bunları derse diye düşündü. Dudaklarını kemiriyordu, odaya giren mutsuz giriyor, keyifli çıkıyordu. Çok da uzun kalmıyorlardı. Sonunda sıra onlara gelince komşusu tek girmesinin daha iyi olacağını söyledi. Zerefşan çekine çekine girdi. Tatlı bir dedeye benziyordu, güleçti. Yanakları al aldı. Köy hayatından geldiğini anladı hemen. “Gel bakalım altın saçan kız.” dedi. Zerefşan titremeye başladı, ismini söylememişti ama hoca isminin manasıyla seslenmişti ona. “Şey…” dedi Zerefşan. “Ko-kocam.” Sustu. Kekeliyor, cümleyi toparlayamıyordu.
Hoca suya baktı uzun süre, sessizleşti ortalık. “Bismillah” dedi elini suya daldırdı, bir sürü pul çıkardı sudan. Hoca da şaşırmıştı artık buna. O, bir muska ya da büyü için kullanılan bir şey bulacağını düşünmüştü fakat bu pulların manasını hiçbir kitapta okumamıştı. Yine de evlilikleri düzelsin diye bir muska yazdı. İçinde çok garip bir duygu vardı, sanki bu kız büyük şeyleri gizliyor, içini açamıyordu. Açtığında hayır şeyler mi yoksa felaket mi yayılır kestiremedi. Okudu, üfledi. Yastıklarının içine koymasını söyledi. Zerefşan, hocanın yanından ayrıldığında rahatlayacağını düşünmüştü ama rahatlamadı. Pulları da soramadı korkudan. Vücudundakiler de küçükken böyle parlıyordu. Kocası iyi olduğu zamanlarda onları sever, öper; kötü olduğu zamanlarda “Ne lanet karısın sen!” derdi. Onlarla yaşamaya alışmıştı.
Eve gelince muskayı hemen kendi de okuyup üfleyerek yastığın içine yerleştirdi. Akşam heyecanla kocasının yatmaya gitmesini bekledi. Sabaha kadar gözünü kırpmadı. Muska işe yaramıştı. Kötü kocası yine oluyordu ama kötülüğü azalmıştı. Sanki elini kaldırmakta güçlük çekiyor gibiydi. Allah razı olsun hocadan diye düşündü Zerefşan. Sözleri acıtıyordu ama elleri acıtmıyordu en azından.
Bir akşam komşusu onları yemeğe davet etti. Bir kız bir oğulları vardı. Oğlan okuyordu, kız daha 5 yaşındaydı. Öyle güzel çocuklardı da Zerefşan onların yanaklarını sıkmak, öpmek istedi ama tuttu kendini. Kız, onu oyuncaklarını göstermek için çeke çeke odaya götürdüğünde ilk defa bir kitaplık gördü Zerefşan. Kalbi duracak gibi oldu. Çok güzel kitaplar vardı, çocuk kitabıydı çoğu ama öyle hasretti ki. Kitapların arasında öncü kadınlarla alakalı bir kitaba çarptı gözü. Yine oradaydı Afet İnan. Komşusu onu çağırmaya geldiğinde kitaba çok değerli bir hazineymiş gibi bakıyordu. “Abla bu bende kalsa, okuyup getireyim.” dedi. Komşusu “Ay al senin olsun Zerefşan, ne demek.” dedi. Çok rahatladı. Kitabı pardösüsünün cebine sakladı. Kocasının iyi mi kötü mü olacağı belli olmazdı, gizlemekte fayda vardı. Eve gitmek için sabırsızlandı. Kocası uyuduktan sonra parmak uçlarında salona geçti, dışardaki lambanın ışığı evi aydınlatıyordu. Oturup tüm kitabı bir gecede bitirdi. Hayran olmuştu. Başarılarını saymakla bitiremezdi ama en çok Türk Tarih Kurumu asbaşkanı sıfatıyla Ankara Üniversitesi’nde ilk dersi vermesine bayılmıştı. Keşke imkânı olsaydı da o da bir yerlerde ders verebilseydi, o kadar geliştirebilseydi kendini. Fırat öğretmeni düşündü, öyle bir tarih dersi anlatırdı ki hayran kalırdı herkes. Hiç duyulmamış medeniyetlerden, onların hikâyelerinden bahsederdi. Neydi o kraliçeler, krallar, efsanevi âşıklar… Bambaşka bir keyif vardı burada. Bir fırsatı olsa, kocasını ikna etse, açıktan da olsa okuyabilir miydi acaba?
Kocası birazdan uyanırdı, kalktı kahvaltıyı hazırladı. Tarih nasıl okunuyor, ne öğretiyorlar diye düşündü. Sofraya kahvaltılıkları getirirken odanın kapısından kocasına baktı, yerinde yoktu. Seslendi ama cevap gelmedi, sofrayı bırakıp koştu. Kocası klozetin üstüne eğilmiş kusuyordu. İçinde hiçbir şey olmadığından sarı su akıyordu ama düşündüğünden daha fazlaydı bu. Klozetin yanına bayılır gibi düştüğünde gördü Zerefşan, klozetin içi pullarla kaplıydı.
Bölüm 7
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَراًّ يَرَهُ
(Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu (karşılığını) görür.)
Kocasını hastaneye kaldırmışlardı. Doktor birkaç ilaç almasını istedi, odaya girmesine müsaade etmemişlerdi. Zerefşan, şaşırsa mı üzülse mi bilemeden yola koyuldu. Hastane yakınındaki eczanelerden biri Cuma’ya gittiğinden kapalıydı, diğerinde de ilaç yoktu. Mecbur çarşıya inecekti, zaten ilacı akşam vereceklerdi. Yürürken kafasının içi bomboştu. Ailesi ölmüştü, kocasının ne olduğunu bilmediği bir hastalığı vardı. Yalnız kalma korkusu tüm bedenini sarmıştı. Öyle bitkin hissediyordu ki kendini, bir kaldırıma oturup hüngür hüngür ağlamamak için zor duruyordu. Yolda bir kalabalığın önünden geçerken genç bir kız “ablacım” dedi, Zerefşan döndü. “Ya benim acil gitmem lazım, biletler yanmasın. Çok güzel bir müze kurdular buraya, bak bayılırsın eminim. Ben giremeyeceğim ama birine faydam olsun. Alır mısın biletleri?” dedi. Zerefşan “yok, ben giremem” dediyse de kız ısrar etti. “Para falan istemiyorum ya lütfen gir, bir gez, ben gezmiş kadar olacağım emin ol.” Zerefşan, kızın samimiyetinin farkındaydı, çekine çekine aldı bileti. Kız koştururken arkasını döndü, Zerefşan’a gülümseyip el salladı. Bu sıcaklık ona çok yabancı gelmişti, öz kardeşleriyle bile böyle bir duygu yakalayamamıştı, şimdi tanımadığı bir kızı bağrına basacaktı neredeyse.
Bileti kapıdaki görevliye gösterip içeri girdi. Kocasıyla müze gezmişlerdi ama böyle büyük, çok fazla eşyanın olduğu bir yer görmemişti. İçerisi tıklım tıklımdı. Herkes fotoğraf çekiyordu. Yabancı insanlar da vardı, farklı lisanlar konuşuluyordu. Zerefşan önce üstünden utandı, perişan göründüğünü düşündü. Sonra tam müzenin ortasında bir tablo gördü. Aynı Zerefşan gibi giyinmiş bir kadındı, saçları iki örgüyle yanlarındaydı. Gülmüştü, gözlerinde bir parıltı var gibiydi. Zerefşan aynı fotoğraf gibi canlı olmasına çok şaşırdı. Biraz ilerleyerek camlı bölümlerin içindekilere baktı. Dolaşarak kalabalığın dikkatle baktığı camın önüne geldi, bir rehber anlatıyordu. “Bu gördüğünüz yılan türü, bir dönem mitolojik hikâyelerde yer almıştır. Dünyada sadece bu topraklarda yaşar, kuru ve sıcak iklime alışıktır fakat suyun içerisinde de kendini gizler. Balık yemez, balıklara karşı bir koruma içgüdüsü geliştirmiştir. Balık tutanları öldürmesiyle alakalı hikâyeler anlatılır halk arasında.” Zerefşan bahsedilen yılanı bir türlü göremedi, rehber diğer tarafa geçince topluluk da onunla beraber geçti, sonunda o camın önündeydi. Yılan iskeletine baktı, düz yılan bu, diye düşündü. Köyde çok yılan görmüştü, hayvanlar ona zarar vermezdi. Hayvanlar, içgüdüsel olarak biliyorlardı herhâlde insanların Zerefşan’a da kendilerine davrandıkları gibi davrandığını. Öylece cama bakarken görevli bir delikanlı gelip “Nasıl göründüğünü görmek ister misiniz?” diye sordu. Zerefşan bir adım geri attı, bu sohbet girişimini beklemiyordu. Delikanlı elindeki kitaptan bir sayfa açıp uzattı. Zerefşan baktı, sapsarı, pulları olan bir yılandı bu. Gözleri sarıyla yeşil arasında parıldıyordu. Zerefşan aniden aynaya mı bakıyorum diye düşündü. İnsan olsa o kadar benzerlerdi ki. Bir fotoğraftaki yılana bir de iskeletine baktı. İskelete bakarken arkadaki yazı dikkatini çekti. Türkçe gibiydi ama anlamsız kelimelerdi. Altında da Arapça yazıyordu. Lupus in fabula, venit enim ad me ( إذا ذكرت اسم الشيطان سيظهر )
“Ne demek bu?” dedi Zerefşan merakla. Delikanlı kadının ilk kez böyle bir yerde olduğunu anlamıştı. Yardımcı olmak istiyordu hem de böyle bir ziyaretçinin varlığı onu onurlandırmıştı. Çünkü bu iskeletin parçalarını tek tek kendisi toplamıştı. “Şeytanın adını anarsan ortaya çıkar yazıyor. Mitolojik hikâyelerde çok meşhur bir simgedir yılan.” dedi. Zerefşan’ın gözü karardı, delikanlı onu tutmasa düşecekti. Bir süre müze müdürünün odasında uzanmasını söylediler, ona zorla yemek yedirdiler. Müze sahibi olan kadın saçlarını okşayıp “Güzel kardeşim, iyi misin?” diye soruyordu. Zerefşan iyi olup olmadığını bilmiyordu. Tek bir şey biliyordu, okula gideceğini öğrenince heyecandan uyuyamadığı gece neler olduğunu. Çıkmıştı, tavuk kümesinin yanından bir şeyin süzüldüğünü görmüştü ve ona seslenmişti. “Meran, gel buraya. Meran.” Evet, böyle seslenmişti. Bu ismi yıllar sonra hatırlıyordu. Şeytanın adını anarsan ortaya çıkar. İşte çıkmıştı, kocası aynı bu yılanınki gibi pul pul kusuyordu. Doktorlar anlayamamıştı. Zerefşan biraz kendini toparladı, izin isteyip kalktı. Müze müdürü ona kartını verdi ve ne olursa olsun onu aramasını söyledi. Zerefşan’ın bugün gördüğü karşılıksız ilgi ve sevgi, hayatında annesinin babasının hiç göstermediği ilgi ve sevgiyle kıyaslayınca bünyesine fazla gelmişti. Eczaneden ilacı alıp hastaneye geri döndü. Kaynanası, kaynatası, kocasının erkek kardeşi ve eltisi oradaydı. Anlaşılan hastalık buzları eritmişti. Onlarla konuşmadı, hepsi birden odaya doluşmuştu. Kocası hırlar gibi sesler çıkarıyordu. Zerefşan kocasına eğildi “Meran, iyi misin?” dedi. Kaynanası sinirle “O ne demekmiş, ismiyle seslen çocuğuma!” dedi. Zerefşan ilk defa yüzlerine bakarak gülümsedi ve dedi ki “İsmi bu.”
Kocasının iyileşmesi çok zor görünüyordu çünkü doktorlar hastalığın sebebini bilmiyordu. Zerefşan eve birkaç eşya almaya gidince yüzleşme vakti geldi diye düşündü. Yatağına oturdu ve seslendi. “Meran, gel buraya.” Biraz sonra tıslayarak sarı yılan odadan içeriye girdi. Zerefşan’ın bacaklarından süzülerek yukarıya çıktı, kafasını kaldırdı. Göz göze geldiler. Aynı göz yapısı ama o daha sarıydı, Zerefşan’ın gözleri yeşile çalıyordu. Şaşırması gerekiyordu ama şaşırmadı. Bildiği bir gerçeği kendine itiraf etmişti sanki. Aklında binlerce soru vardı ama yılanla konuşma fikri de mantıklı gelmiyordu. Yılan sanki zihninin içine seslenir gibi tısladı. “Öğrenmek için Sâhir’le konuşmalısın.” Sâhir Ana’ya Sâhir diyordu. Demek ki çok yaşlıydı. “Gidemem, izin vermezler.” dedi. Yılan kucağına kıvrıldı. “Hepsini cezalandır o zaman.” dedi. Zerefşan korkmuştu, “Ben kimseyi cezalandıramam.” Yılan güler gibi bir ses çıkardı. “Senin için her şeyi halledeceğim.” dedi ve gitti. Zerefşan iki eliyle kulaklarını tuttu, delirdiğine emin olmuştu artık. Yılanla konuşmak çok mantıklı olmadığı gibi efsane olarak anlatılan bir yılanla konuşmak kafayı yemiş olmanın resmî belgesiydi. Üç gün sonra kocası ölünce olayların heyecanından üzülemedi bile. Köy mezarlığına, dedesinin yanına gömeceklerdi kocasını. Zerefşan da bu fırsatla Sâhir Ana’yı görmeyi planladı. Cenazedekiler ağıtlar, ağlamalar içindeyken Zerefşan helva yedi. Her yıl helva yeme ritüeli yapmayı planladı orada. Kendine güveni gelmişti, onu koruyan bir şeyin olması güç veriyordu. Korkularımızın birçoğunu yalnızlıktan, mücadele ederken tökezlediğimizde kendimize tutunamayacak kadar değersiz hissettirilmekten aldığımız için bunları aşmak onun için çok büyük bir adımdı.
Cenaze merasimi sürerken Sâhir Ana’ya kaçtı. Kimse orada onu aramıyordu zaten, yokluğu fark edilmezdi. Kadın Zerefşan’ı görünce hiç şaşırmadı, yılanla olan durumu dinlerken ayran yapıyordu. “Annen bu hikâyeyi bilirdi, anlatmadı mı sana?” diye sordu şaşırarak. Zerefşan düşündü, düşündü bulamadı. Sâhir Ana kral ve kraliçenin yarı yılan yarı insan bir çocukları olduğu hikâyeyi detaylıca anlattı. Zerefşan “Ee ne olmuş büyüyünce?” dedi heyecanla. “Eşini aramaya gitmiş, yıllarca bulamamış.” “Peki ya iskeletler?” “Muhtemelen bir yılanla beraber olunca yaptığı çocuklardan birinin iskeletidir.” Zerefşan sormaya korkuyordu. “Peki Sâhir Ana bu benim yılanım, o yılan çocuk mudur sence?” dedi. Sâhir Ana düşündü, “İnsan vücuduna girebiliyorsa, insan gibi yaşayıp davranıyorsa odur.” dedi. Zerefşan’da puzzle parçası gibi her şey yerli yerine oturmaya başlamıştı. “Ah salak kız, demek kocan bir gün iyi bir gün kötü oluyor öyle mi?” dedi, kafasına vurdu. Nasıl fark edememişti, gerçi nasıl fark edeceğini bilmiyordu ama daha zekice davranabilirdi. Dicle kenarında onu suya düşmekten kurtaran da kocası değildi belli ki Meran’dı. Kalktı, cenaze evine gitti. Dul olmanın ona ne felaketler getireceğini düşünüyordu. Ertesi gün aile topluca otururken Zerefşan’ın nerede kalacağı, ne yapacağı konuşuldu. Kocasının erkek kardeşi “Valla ben ailemizin namusu açısından Zerefşan bizde kalsın derim. İmam nikâhı da kıyarım ben sorun değil, bir boğaz fazla olmuşuz ne çıkar. Ailemize laf gelmesin.” dedi. Zerefşan yanaklarının içini ısırıyordu. Nasıl bir karaktersiz, nasıl bir sapık herif olduğunu zaten tahmin ediyordu da kardeşinin karısına da mı? Hiç tedirgin değildi. Aile bu teklife onay verdi. Buralarda toplu yapılan ahlaksızlıklar, ahlak naraları atanların en büyük uğraşıydı. O gün mükellef bir sofra hazırladılar, iki tavuk kestiler, epey kalabalıktı ev. Pilav ve çorbayla tamamladılar. Zerefşan kaynatasına, mezarlığa ziyarete gidip anasına babasına dua etmek istediğini söyledi. Adam müsaade etti. Kapıdan çıkarken yaşın yanında çıra işte diye düşündü. Bu adam iyi olabilirdi ama gel gör ki çevresinin sözlerine çok uyuyordu. Kendi fikri yoktu, iyi olsa bile bunu gösteremiyordu. Mezarlığa gitmedi, Dicle’ye indi. Suya eğildi, suyu öpmeye çalıştı. Başka zaman olsa kendini salak gibi hissederdi ama şimdi çok mutluydu. Birazdan bir sülalenin tavuktan zehirlenerek öleceğini, kimsenin yardım edemeyeceğini çünkü aslında tavuktan değil yılan zehrinden öleceklerini düşündükçe keyiflendi. Hayatıyla alakalı kararları bir grup beyinsizin eline bırakmayacaktı, artık değil.
Sarı yılan, yakın bir arkadaşını görmüş gibi hızlı ve keyifli sürünerek genç kızın bacaklarına dolandı, yavaş yavaş yukarıya çıktı. Boyun çukurunda bir süre durduktan sonra kafasını kaldırdı genç kızın yeşil gözlerine baktı. Türkçe dil bilgisi kitaplarına “kişileştirme” diye geçecek bu anda sanki yılan gülümsemişti. Genç kız, saçındaki tokayı çıkarıp hafif esen rüzgâra karşı döndü. Dicle’nin kenarında sanki altın saçmışlar gibi parıltılar vardı. Suyun yanına oturdu, yılanı da boynundan alıp yere bıraktı. Yaraları çoktu fakat mesttiler zaferden. Yılan seslendi “Zerefşan, uyuma sakın!” Genç kız ayaklarını suya uzattı. “Uyumam.”
Bölüm 8
Lupus in fabula, venit enim ad me
إذا ذكرت اسم الشيطان سيظهر
(Şeytanın adını anarsan ortaya çıkar)
“Merhaba, ben Fırat hocaya bakmıştım burada mı acaba?” Bir kasabadaki ilkokulun girişinde bekliyordu. Çok gergindi, üstündeki ceket pantolon takımının renginden bile daha kırmızıydı suratı. Nöbetçi öğrenci, Zerefşan’ı müdür yardımcısı odasına götürdü, kapıda Müdür Yardımcısı Fırat Yılmaz yazıyordu, gülümsedi. Fırat Hoca, Zerefşan’ı görünce kendini tutamadı, birbirlerinin karşısında çocuklar gibi ağladılar. Zerefşan ona yaşadıklarını (yılan hariç) anlattı, dertlendiler, güldüler. En sonunda çantasından bir kitap çıkardı. “İdiga”ydı ismi. Altında, Zerefşan Tigris yazıyordu. Fırat hoca güldü. “E bunların hepsi Dicle demek, soyadını mı değiştirdin?” dedi. Zerefşan gururla kafasını salladı. Kitabı uzattı. Dicle kenarında yaşayan bir kabilenin kalıntılarını ve kanıtlarını sunduğu akademik bir kitaptı bu. Ona ödüller getirmiş ve çeşitli kapılar açmıştı. Şimdi hayatının çalışmasını yapıyor, mitolojik bir olayın gerçekliğiyle alakalı kazılara katılıyordu. Kontrolü eline almış, yılları hızlandırmış hem okumuş hem çalışmıştı. Harika bir ekibi vardı. Müzede ona kartını veren kadınla, Sabiha Hanım’la ortaklardı, baş yardımcıları ona yılanın fotoğrafını gösteren delikanlıydı. O müzeye girmesine sebep olan biletlerin sahibi genç kızı da bulmuştu, hatta onun düğününde halay başı bile olmuştu. Zerefşan, birkaç saatlik bu güzel sohbetin sonunda Fırat hocanın okuluna bilgisayar bağışlamak istediğini söyledi. Fırat hoca çok mutlu oldu. Çalışmalarını takip edeceğini, onunla gurur duyduğunu söyledi. Kafasındaki yapılacaklar listesine bir çizik daha. Vefa borcu ödenmişti.
Sokaklarda özgürce gezdi, eline bir cips paketi aldı ve kulaklıktan gelen son ses müzikle âdeta dans eder gibi yürüdü. Zaferlerin ve yıkımların arasında bir kurtuluş hikâyesi vardı, bu kendi hikâyesiydi. Duyurmak istiyordu ama bir yandan da gizlemek istiyordu. Okuması gereken çocuklar için mücadele ediyordu, kendisine yapılanlardan başka çocukları kurtarmak istiyordu, bunun için de o ailelere para vermek zorunda kalıyordu. Bu durum hâlâ gücüne gidiyordu, sindiremiyordu ama yapacak bir şey de yoktu. Kapalı fikirleri değiştirmek, saatlerce bir şey buluruz ümidiyle toprağı kazmaktan zordu. Bir an İdiga’nın yerlilerini yazarken kral ve kraliçenin isimlerini söylemediğini kral ve kraliçe dediğini fark etti. “Tüh!..” dedi sesli bir biçimde. Cidden üzülmüştü. “Nasıl unuttum bunu yazmayı? Erbüke ve Loren, demişti Sâhir Ana. Of Zerefşan yazmalıydın, eksik oldu işte!”
Zerefşan eve gittiğinde bu hatasını unutmuştu, çok mutluydu. Evde onu bekleyen adamı öptü, yanına oturdu. Biraz sonra kalkıp yemek hazırladılar, gün içerisinde yaptıklarından bahsettiler. Yemekten sonra adam duşa girdi, Zerefşan bir film seçti. Adam yanına gelince Zerefşan sinirle “Meran, beyaz havlu kullanma diyorum sana kaç kere, çıkmıyor bu renk!” dedi. Meran omuz silkti. “Sarı beyaz uyumunu seviyorum ben.” dedi. Zerefşan’ın seçtiği filme baktı “Dogville, hmm ne anlatıyormuş? Eskiye benziyor.” Zerefşan, göreceğiz der gibi televizyonu işaret etti. Filmden çok etkilenmişlerdi. İyilik ve kötülük dengesinin, sömürülmenin, var olma mücadelesinin, iyi niyetin suistimalinin ve toplumda kadın olmanın tablosuydu. Sonundaki bir sahnede Zerefşan farkında olmadan “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılığını) görür.” dedi. Meran ayeti devam ettirdi. “Kim zerre miktarı şer yapmışsa onu (karşılığını) görür.”
Zil, tam bu cümleler üzerinde çalınca yerlerinden sıçradılar. Meran önce davranıp kapıya doğru gitti. Kapıyı açınca çok güzel bir kadın ve bir erkeğin geldiğini gördüler. Meran tedirgin görünüyordu. Zerefşan da gelenleri tam görebilmek için kalkıp kapıya doğru gitti. Müthiş güzellikte iki insandı bunlar, “Victoria Secret aşağı caddede.” şakası yapsam mı diye düşünürken Meran döndü ve şöyle dedi “Zerefşan, tanıştırayım annem Loren ve babam Erbüke.”
Zerefşan elini alnına vurdu. Yine anmaması gereken isimleri anmıştı. Çenesini tutamadığından milattan önceden kalan bir kayınpederle ve kaynanayla vakit geçirecekti. Bazen bir kadın için hayat döngülerden ve karmalardan ibaret olur. Neyse ki ilk gelinlik tecrübesi kadar kötü olmayacaktı bu sefer. “Hoş geldiniz” dedi ve onları eve davet etti.
YAZAR
Mişa Dirahşan
Dicle’nin kenarında bir kız çocuğu
EDİTÖR
Elif Berra Kılıç
Editörden Not: 8 bölümlük bu güzel öykümüzün sonuna geldik. Öykü boyunca bizi çeşitli açılardan duygulandıran, şaşırtan ve aklımızı zorlayan yazarımız Mişa Dirahşan’a teşekkür ederiz.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!