“Düşünmek” Üzerine Düşünceler

Türkiye’de düşünmek zor zanaat. İnsanların zihnine girmeye çalışan, oralarda değer yargılarımızla oynayan, kendi bilişsel kodlarını bizim bilinçlerimize ekmeye gayret eden ne idiği belirsiz bir atmosfer var. Sadece siyasi taassuptan da bahsetmiyorum. Bu, bana kalırsa daha çetrefilli, mazisi çok eskilere dayanan ve derinlemesine incelenmesi gereken bir konu. Ancak bu atmosfere savaş açmak da bağımsız düşünen, düşündüğünü söylemekten geri durmayan, firavunun zulmüne kafa kaldıran Türk gençlerinin görevidir. Bu rûzgâr-ı bî-mededin inkılabı vardır, unutmayınız.

İnsanların belli başlı meseleler üzerine kafa yorması, bunu bir entelektüel uğraş olarak algılaması da bu ortamda ayıplanıyor ve hatta küçümsenebiliyor. Memnuniyet duymayan, ortamdan rahatsız olan gençlere de düşünmek zül sayılıyor. Böyle olunca da ehemmiyeti büyük olan düşünsel aktivite derinleşemiyor, toplumun büyük kesimlerine sirayet edemiyor. E hâliyle mevcut bulunan girdap da kesifleşiyor, içinden çıkılamaz bir hâl alıyor.

Peki, mevcut bulunan girdabı biraz incelemek gerekmez mi? Bizi bu noktada düşündürecek bir hikâye var. Yusuf Akçura ile Mehmet İzzet arasında geçen bir diyalog bu. Mehmet İzzet Türkiye’nin kıymetli isimlerinden, ilk filozoflarından birisi. Fransa’da da felsefe tahsili görmüş bir hoca. Yusuf Akçura’yla sohbet ederken felsefeden bahsedince Akçura “bize filozof değil, demirci lazım” diye bir laf etmiş. Bunun üzerine her ne zaman felsefe lafı açılsa hep temkinli durmuş Mehmet İzzet.

Şimdi, bu lafı eden Akçura öyle kof bir adam da değil. Dediğinin o dönem neyi ifade ettiğini, neden böyle bir şey söylediğini falan tartışmayacağım. Sadece basit bir anekdot olarak paylaşmak istedim. Mesela şunu da eklemeliyim. Mehmet İzzet’in öğrencisi var Orhan Sadeddin. O da Almanya’da doktora tezini tamamladıktan sonra “Türkiye’nin ilk felsefe doktoru” olmuştur. Ama meslek hayatı kısa sürmüş çünkü asabi bunalım geçirmiştir, yani bilincini kaybetmiştir. Bu da Türkiye’de felsefe ve düşünce hakkında komik hatta trajikomik ve belki acı bir not olarak düşülebilir.

Bu iklimi yaratan nedir? Felsefeyi feylesoflara, düşünmeyi o meşhur “düşünürlere” bırakan bir anlayış değil midir? Fakat görüyoruz ki bu iklimdeki filozoflar filozof değildir, düşünürler aslında düşünmezlerdir, her gün görülen medyatik profesörler esasında zır cahildir, yönetici olduğunu iddia edenler de yöntem ve metot bilmeyen avanelerdir. Yani bu anlayışın mimarları, köylüyü sadece çiftçilik yapmaya layık gören, her türlü düşünsel uğraşı da yalnızca kendilerine hak gören “matruşka” sendromuna kapılmış yöneticiler değil midir? “Ulan öküz Anadolulu!” diyerek azar çeken Nevzat Tandoğan’da bunun örneğini görmez miyiz? “Doğru olan nedir, yanlış nerededir, eksiğimiz fazlamız var mıdır?” gibi soruları düşünmek gerekmez mi?

Düşünmek hiç şüphe yok kıymetli bir iştir. Ama burada bazı farklılıklar da önümüze çıkar. Kimisi, düşündüğü karmaşık ve belki anlaşılması zor kavramları işinin ehilleriyle konuşmak, kalburüstü adamlarla muhatap olmak ister ki bu da şu sıra gündemimizde büyük yer işgal eden “elitizm” açısından da okunabilecek bir meseledir. Kimileri de düşünülen bu karmaşık mefhumları basitleştirerek anlamayı ve anlatmayı seçer. Bu uğraş da aslında “daha” demokratiktir. Belli başlı tavizler verme riski olsa da herkese ulaşabilmeyi, herkese bir şeyler anlatabilmeyi ve onlarla iletişime girmeyi anlattıklarından bunu tercih edenlerdir onlar. Çünkü mecburen, o kadar yüksek eğitim alamamış, eli kalem kâğıt tutmamış ya da tutma imkânı pek bulamamış insanlara bir şeyler anlatmak için belli başlı sloganlara, sloganvari anlatımlara ihtiyaç duyulur. Bu da anlatılan olguyu basitleştirmek, pek tabii olarak indirgemeci bir anlayışa tabi tutmak anlamına gelebilir. Fakat buna hep de olumsuz yandan yaklaşmamak gerekmektedir kanımca.

Meseleye bu zaviyeden baktığımızda hep bir çatışma durumu seziyorum ben. Birileri, ötekileri seçkinci olmakla suçlar mı, diğerleri de başkalarına “öküz Anadolulu” der mi diye anlamsız bir endişe taşıyorum. Çünkü düşünülen ve paylaşılan aynı bakış açısı, başkalarına aktarılırken bir kesip biçilmeye, redaksiyona tabi tutulursa belli kesimler bundan rahatsızlık duyabilir sanıyorum. Ama bunun üzerinde biraz durunca da bu endişemi yersiz buluyorum. Çünkü “insanlar neden düşünür, neyi düşünür, ne amaçla düşünür” gibi soruları sormak gerektiğine inanıyorum. Eğer biz, kendi düşündüklerimizi başkalarıyla paylaşmak istemiyorsak ya da bundan imtina ediyorsak aslında “düşünce”nin kendisiyle çelişmez miyiz?

Her şeyin ötesinde düşünmek keyifli bir iştir, uğraştır. Bilgiyi paylaşmak da aynı şekilde kişiye huzur verir. Fakat bahsettiğim atmosferden ötürü kişiler, düşünme işinden istifasını vermişse bu zevklerin de tadına varamayacaktır. Ayrıyeten işin öteki tarafında bir yarar sağlama boyutu da vardır. Eğer ben önemli bir şey bildiğimi, değerli bir fikre sahip olduğumu iddia ediyorsam bunu çevremle paylaşmalıyım, paylaşırken de herkese aynı şekilde anlatmamalıyım. İlkokulda öğretmenlerin söylediği “kendi kelimelerinleanlatma gerekliliği gibi bir şeydir bu. Yarar sağlama boyutu da bana kazandırdığı bakış açısından dolayıdır. Birincisi, meseleyi anlatan ya da bir buluş yapmış edasıyla havalanıp insanlara bir şeyler söyleme isteğinde olan benim o kadar büyük bir entelektüel birikimim yok. İkincisi, “bakalım bu çocuk ne diyor” diyerek açıp yazımı okuyan sizin de meseleyle ilgili benden çok okumuşluğunuz, yazmışlığınız falan var. Bir etkileşime girdiğimizde ise ikimizin de birbirinden öğrenecek çok malzemesi var. Herhâlde bu sağlanan yarar da terakkiye, yücelmeye giden yolun ilk basamaklarından biridir. Öyle ümit ediyorum yani.

İlaveten işin kamusal boyutu da var. Düşünmek (maalesef) bir zorunluluk olmasa da bana kalırsa kişinin düşündüğünü paylaşması kamusal bir mecburiyettir. Misal benim bazı fikirleri edinmemi sağlayan insanlar oldu; kimilerini tanımıyorum, kimilerini okuyorum, kimileriyle konuşuyorum. Onlardan öğrendiklerimi, harmanladıklarımı benim de açık erişime sunmam gerekiyor. Tabii bu paylaşım imkânını, bir şeyler söyleyebilme inisiyatifini de aramam gerekiyor. Şükür, en azından bazı platformlarda bir şeyler söyleyen gençler oluyor da oralarda iletişimde bulunabiliyoruz. Onlar sayesinde bir şeyler yazabiliyoruz, gerçi bahsettiğim atmosferden ötürü ifade hürriyeti meselesi de ayrı bir başlık ama…

Fakat bu paylaşma, yazma, konuşma mecburiyetini de öyle işin yarısını bilip ahkâm keser gibi insanların başına kakmadan yapmak, söylenmesi gerekenleri de ayet olarak belletmeye çalışmadan söylemek lazım geliyor. Gerçekten bir konunun uzmanı olup olmadığımızın sonucuna kendi zihnimizi tahlil ederek vardıktan sonra yola çıkmak daha sağlıklı olur sanıyorum.

Şunu da kesinlikle belirtmeliyim. Ben, yazı boyunca hep gereklilik kalıplarıyla bir şeylerden bahsetmiş olabilirim fakat bu “-meli, -malı”ların sadece beni bağladığını, bu eklerin, beni dinlemek isteyenlerin en azından sağ kulağından girmesini istediğim kipler olduğunu söylemeden edemem. Birilerine laf dinletecek haddim de hududum da yoktur, isteyen dinler de birlikte gelişiriz. 

Velhasılıkelam, ben bu satırları bundan sonra söyleyeceklerimin dinlenmesini, yazacaklarımın okunmasını, artık cozutup tozuttuğum zaman da söylediklerimin kale alınmamasını sağlamak için yazıyorum. Yani aslında kendime meşruiyet alanı açmaya çalışıyorum çünkü bu cümleleri “Ne biliyorsun da ne anlatıyorsun?” diyenleri haksız çıkarmak için karalıyorum. Diyorum ki anlayabilmek için anlatmak, daha çok anlatmak için de daha çok anlamak gerekiyor. Bir dişli gibi birbirini besleyen bu mekanizma biri olmadan çalışmıyor.

YAZAR

Enes Faruk Ertan

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir