Mekr-i İlahi

وَاِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِه۪ۜ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِر۪ينَ

Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın fakat sabır gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.

Nahl/126

Sivas, günümüz.

İzzettin Keykavus’un kabrine doğru birer Fatiha gönderdikten sonra sırayla Çifte Minareli Medrese’nin içindeki kafeteryaya oturdular. Çay sipariş ettiler ve çaylar gelene kadar bir daha konuşmadılar. Müthiş bir gerginlik sarmıştı ortamı. Bu, yaşını başını almış 7 erkek, dokunsalar ağlayacak durumda sağa sola bakıyorlardı. En sağda oturan demiryollarında tren şefi olan Adıgüzel, onun hemen yanında demiryollarında makasçı olan Abidin, karşılarında sırayla; Çimento fabrikasında nöbet tutan Osman, Seyfi, Bekir, Bayram vardı. Masanın başında da imam efendi oturuyordu. Eğri Köprü’ye 15 dakika mesafede olan bir köyün imamıydı ve zaman zaman fabrikaya giderek oradakilere muhteşem ilmî bilgisini aktarıyordu. Darabeye zarabe diyordu ama olsun, tebliğ edicinin her şeyi bileni makbul değildir zaten. Çaylar geldikten sonra etraftaki insanlardan gizlercesine bardakları ellerine alıp masaya eğildiler. İmam efendi sözü aldı ‘’Yani muhteremler, ben size inanmak isterim tabii ki ama kaç yıldır çocukları, etrafa işemesinler, madımakları rezil etmesinler diye korkutmak için anlatılan mesellerdir bunlar. Bilmem nasıl inandınız? Bir de fabrika görevi devlet görevidir, ben girmem içeri olur mu? Vallah devlete karşı gelinmez.’’

Osman hiddetle sözü aldı ‘’Yav Kuran’ı getir el basak, gördük diyoruk sana gördük.’’ İmam efendi bir la havle çekti bu terbiyesiz çıkışa. Daha edeplice ve daha yaşlı olan Adıgüzel lafı aldı ‘’Şimdi çocuklara inanmıyoruh amma yarın bir gün bunlara bir şey olursa, sarılık neyim olurlarsa kim verecek hesabını? Ben girmem o günaha.’’ dedi. Bir sessizlik daha çöktü. ‘’Öyleyse…’’ dedi Seyfi, ‘’Bu gece hep birlikte gidek fabrikaya. Kim haklı çıkarsa Kirli Ahmet’ten büyük porsiyon Sivas köftesi ısmarlar he mi?’’ “He” dediler hep birden, çaylarını bitirip kalktılar.

***

Sivas, Timur gelmeden bir vakit önce

Aida, ince işlenmiş sarı kaftanını sağa doğru aldı ve biraz sonra onun adına kurban edilecek olan koyunun gözlerini öpmek için eğildi. Sivas’ın dört bir yanından gelen misafirlere bir hürmet göstergesi olarak bir inek kesilmişti zaten ama bu, Aida’yı gelin edebilmek için bir yıldır uğraşan damat Tumas’ın gönül alma çabasıydı. Aida evvelden beri bu evliliğin bir gün olma ihtimalinden korkuyordu. Her şeyden önce Tumas çok vahşiydi, her gün bir meseleye karışır, üstü başı kan eve gelirdi. Bundan da pek keyif alırdı, bir kere düşmanının dişlerini kolye gibi boynuna asmıştı. Bu evlilik onun korkulu rüyası hâline gelmiş, evlenmek istemediğini söyleme fikri bile geceleri onu karabasan gibi boğar olmuştu. Fakat talih bu ya, felek çakmağını Aida’nın üstüne çakmıştı işte. Binlerce yıldır değişmeyen bir kaderle mücadele ediyor, direniyor ve başarısız oluyordu. İçinde kabaran bir kin vardı fakat bunu tarif etmekte güçlük çekiyordu. Sanki eliyle bir aslanı parçalaması gerekse parçalardı ve bir aslanı parçalamış gibi değil bir vazifeyi tamamlamış gibi hissederdi.

Düğün eğlencesi son sürat devam ediyordu ve herkes pek bir mutluydu ama işte Tumas, Aida’yı kolundan çekerek oyun alanına çıkarmaya çalışmıştı… İşte kıyamet orada kopmuştu. Kavgaya tutuşmuşlar ve Aida kendini tutamamış evlenmek istemediğini söylemişti. Tumas, bu iktidarının ezilmesi karşısında çok sinirlenmiş ve belindeki hançerle Aida’nın ince işlenmiş sarı kaftanını delmişti. Herkes düğünün bu şekilde felaketle bitmesinden pek bir muzdarip ve üzgün cenaze düzenlemişler ve bir daha Aida’yı anmamışlardı. Ta ki…

***

Fabrikanın eski kapısı gıcırdayarak açıldı, nöbet tuttukları kısma geçene kadar bütün ışıkları açtılar, 7 adam fabrikanın içinde tin tin yürüyorlardı. Sabaha kadar beklediler, beklediler, beklediler. Hiçbir şey olmadı. Osman ‘’Helaya gidecem biriniz gelin benimle.’’ dedi. Abidin’le çıktılar, dönüşte bahçenin içinden geçmek zorundalardı, bir anda arkalarından bir gülme sesi duydular, dönüp bakmaya cesaret edemediler. Fakat çok geçti, birisi kafasını eğmiş yan taraftan onlara bakıyordu. Gözleri kapkara, saçları kapkara, güzel desen değil, çirkin desen değil. Üzerinde ince işlemeli sarı kaftanının karnı lime lime edilmiş bir gelin onlara bakıyordu. Osman şirinlik yapmaya çalıştı, dişlerini göstererek gülümsedi ve ‘’Merhaba’’ dedi. Abidin ağlamaya başlamıştı bile. Kız etraflarında dolanıyor, kafasını bir sağa bir sola yatırarak onlara bakıyordu. Birkaç kelime söyledi ama ne olduğunu anlamadılar, önce korkudan sandılar ama sonra kızın dilinin farklı olduğunu anladılar. Kız onlara dokunmamıştı bile ama vücutlarında bir şeylerin kaynadığını hissediyorlardı. Sanki böbrekleri sağa sola çekiştiriliyordu. Uzun süre gelmedikleri için onları merak eden arkadaşlarının sesini duyup döndüklerinde gelin kaybolmuştu bile.

***

Uzun uzun tartıştılar, defalarca Nas-Felak okudular ama faydasız. Birbirlerine sarılmış oturuyorlardı. Sabah olunca kaçar gibi meydana indiler. İmam efendi dolaştı, birkaç esnafla konuştu, onlardan öğrendiklerini not etti. Hikâyeyi bulmuştu. Fabrikanın arkası Ermeni mezarlığıydı ve orada yıllar yıllar önce öldürülmüş bir Ermeni gelin hayaleti vardı. Nasıl öldürüldüğünü kimse bilmiyordu, düğün gecesi öldürülmüş ve oraya gömülmüştü. Gömüldükten bir süre sonra ortaya çıkıp görünür olmuştu. Halk buna bir dönem inanmıştı, erkeklere musallat olan bir hayalet fikri onları keyiflendirmişti fakat şimdi şehirleşmişti her yer. Böyle bir şey mümkün gelmiyordu kimseye. Hele de modern dünyanın ortasında, başka şehirlerden sırf memuriyet için buralara gelen insanlara bu coğrafyanın sunduğu konular pek biçimsiz, pek manasızdı.

***

Başlarına bir bela gelmemesini uman ahraz ekibi gece yine aynı cesaretsizlikle fabrikaya gittiler. Her şeyden önce nöbete gitmemek gibi bir durumları olamazdı, amirlerine rapor vermek zorundalardı. İmam efendi yine onlarla geldi, sabaha kadar okudular üflediler ve beraber sabah namazına durdular. İmam efendi bu hikâyeyi ilk ağızlardan dinleyen kişi olmasına rağmen en az korkan kişiydi. Bir hayaletin hele de dişi bir hayaletin ona hiçbir şey yapamayacağından oldukça emindi. Sabah namazı için kamet getirdiler, secdeye varınca imam efendinin fısıltısı duyulmaz oldu. Çünkü o korkmadığı gelin, secdedeki imamın yanına eğilmiş ona bakıyordu ve çok tatlı bir Türkçe’yle ‘’Allah kabul etsin’’ diyordu…

***

Fabrikadan çığlıklarla kaçan bu 7 erkeğin akıbeti belirsizdir. Bugün bile aileleri onlardan haber alamamaktadır. Eşleri, televizyona çıkıp kocalarına geri dön çağrısında bulunmalarına rağmen ne bir ses ne de bir seda vardır. Tıpkı, Timur Sivas’a gelmeden önce Aida’nın köyündeki erkeklerin aniden ortadan yok olması gibi… Çimento fabrikası mı? Kara saçlı, kara gözlü ve oldukça güzel bir hanımefendi müdür olarak işe başlamış diye duyduk. Başı sağ, Hakan Baklava’dan bir paket tatlı alıp hayırlı olsuna gitmek isteyen erkekler varsa, haberleri olsun.

YAZAR

Mişa Dirahşan

İnce işlenmiş sarı kaftanlı kadınların yoldaşı

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir