Hâlâ Bir Cumhuriyetten Söz Edebilir miyiz ?

Devletleri kuranlar insanlardır, onları devam ettiren ise kuruluş fikirleridir. Her devletin bir resmî ideolojisi, dünyaya söylediği bir iddiası vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti özelinde düşünelim: Cumhuriyeti, Rumeli ve Anadolu’da doğan genç subayların başı çektiği bir kadro kurmuştur. Cumhuriyetin ideolojik altyapısı ise 19. asrın başındaki modernleşme çabalarına kadar gitmektedir.

Osmanlı İmparatorluğunun bürokratları, batmakta olan Osmanlı “gemisi”nin sağ salim karaya varması için çareler aramışlardır. On dokuzuncu asrın sonuna gelindiğinde modernleşme çabaları kimlik değiştirmiştir. Kendisinden sonra cumhuriyeti kuran kadroların ilk “ocağı” olan İttihat ve Terakki, evvelki Osmanlı modernistleri gibi Osmanlıcılık fikrini benimsemiş olsalar da Kazan ve Kırım gibi Rus idaresi altında olan, Türk yurtlarında filizlenmeye başlamış Türkçülük fikrinden etkilenmişlerdir. İttihat ve Terakki’nin kurucuları arasında Azerbaycan’da ve Türkiye’de Türkçülük akımının öncülerinden Hüseyinzâde Ali Bey’in olması, bu cemiyetin ilk baştan beri Türk milliyetçiliğine yer verdiğinin güzel bir delili olarak gösterilebilir.

Yazının konusunu dağıtmamak için aradaki süreci geçip gözlerimizi Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgale başlanan Anadolu’ya çevirdiğimizde Osmanlı’nın fiilen ortadan kalktığını söyleyebiliriz. Birinci Dünya Savaşı’nda çarpışmış vatansever milliyetçi subaylar Anadolu’ya geçmeye başlamışlardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün başı çektiği subay ve bürokratlar Anadolu’daki işgale karşı direnen halkı örgütlemişlerdir. Dört yıllık savaştan sonra İngiliz destekli Yunan ordusu yenilince Anadolu’da bağımsız bir Türk devleti oluşmuştur. Savaşın bitiminden sonra ulusal basın ve dünya basını, kan ve ter dökülerek kurtarılan Türkiye’nin yeni rejimini merak ediyordu. Sonunda, 29 Ekim 1923 tarihinde Mustafa Kemal Atatürk direktifinde cumhuriyet ilan edilerek genç Türkiye’nin rejimi -bir bakıma yeni yolu- ilan edilmiş oldu.

Kısa bir tarih özetinden sonra asıl meseleme giriş yapmak amacıyla bir soru sormak istiyorum: Türkiye Cumhuriyeti’nin altında yatan kurucu fikir neydi? Bu soruya cevap vermek için Türkiye Cumhuriyeti’nin tek “kurucu babası” Mustafa Kemal Atatürk’ün zihninde yarattığı “Türk” tanımına bakmak gerekir. Atatürk’ün zihninde: Modern ulusların refah seviyesine denk yaşayan, Orta Doğu’daki diğer Müslüman toplumların vatandaşlarının aksine laik bir devletin vatandaşı olan, kendi milletinin tarihi ve kültürüyle gurur duyan, ağalık ya da tarikatlar gibi devlet içinde devlet olan kurumlara ilgi duymayan bir “Türk” vardı. Atatürk, zihnindeki bu Türk’ü iki asırdır sürmüş olan modernleşme çabalarının tüm edinimlerini düşünerek inşa etmişti. Ama bu Türk tanımını daha önce yapılan vatandaş tanımlarından ayıran, “ıslahatçı” değil devrimci olmasıydı. 1923 ile 1938 tarihi arasında yapılan tüm devrimler, bu Türk’ü inşa etmek için yapıldı. Altı asırlık “tebaa” Türk ortadan kalkacak ve onun yerini “hür vatandaş” Türk alacaktı. Dönemin aydınlarının ve genç öğretmenlerinin bize kalan ifadelerine baktığımızda, doğacak olan “hür vatandaş Türk”ün doğması için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını görüyoruz. Gayet gururluydular. Çünkü düşmanın Anadolu’dan kovulmasıyla kurulmuş yeni Türk Cumhuriyeti’nin ilk nesliydiler. Atatürk onlara özel önem veriyordu çünkü “hür vatandaş Türk”ün ancak eğitim yoluyla sağlam bir şekilde doğacağını düşünüyordu.

Atatürk’ün ölümü üzerinden seksen iki sene geçti ve maalesef cumhuriyetin kurucu fikri olan Atatürk’ün zihnindeki Türk var olamadı. Tarih boyunca doyasıya biriken sorunlar, cumhuriyet döneminde çözülmek bir yana, yeni cumhuriyetin saldırıları karşısında daha da büyüdüler. Bunun suçlusu cumhuriyet değildi çünkü Osmanlı hanedanlığı içinde asırlarca yaşamış Türk toplumu, kendi içinde yirmi senede modern topluma adapte olacak bir toplum değildi. Nitekim devrimin karşıtları, yirmi küsur sene sessizce birbirini bulup çoğaldıktan sonra çok partili hayata geçilmesiyle beraber bürokraside kendilerini göstermeye başladılar. Türk demokrasisinin istikrarsız olmasının sebebi, halkın rejim değerlerinden çok uzakta bir yerde olmasıdır. Atatürk’ün zihnindeki Türk’ün aksine gerçek Türk halkı, kendi iradesinin farkına varmayan, İslami cemaatleri kendisi için sosyalleşme aracı gören bir halktır ve Türk Devrimi’nin tüm çabalarına karşın bu özelliklerinden birkaç istisna dışında asla geri adım atmamıştır. Son yirmi yıllık iktidar, aslında halkın yüz elli küsur yıllık Türk modernleşmesine karşı bir rövanş almasıdır. İslamcı iktidar, altmışların sonunda İstanbul’un göç alan semtlerinde din etrafında toplanan kitlelerin arasında doğdu. Seksenler dünyasının politikasında serpildi, doksanlarda erginleşip mağduriyeti tattı ve 2000’lerde iktidar oldu. İslamcı iktidarı inceleyen çoğu kişinin gözden kaçırdığı ufak bir detay var: Coğrafyadaki diğer İslamcı hareketlerle Türkiye’deki İslamcılığı kıyaslarsak Türkiye’deki İslamcıların İslami literatürden çok, modern devrimlere tepki taşıdığını görürüz. Bunun bir örneği İran’da görülmüştür ama bizi İran’dan ayıran şey, Türkiye’de geleneksel ulema sınıfının olmamasıdır. Hakikaten Türkiye’deki cemaatlerin tabanını oluşturan insanların, genellikle gecekondu/ kırsal kesimlerden olması asla tesadüf değildir.

Detaylara boğulup konuyu dağıtmamak adına başlıkta sorduğum soruyu cevaplandırmaya geçiyorum. Öncelikle belirtmem gerekiyor: Tabii ki de hukuksal olarak bağımsız bir cumhuriyet mevcuttur. Ancak dürüst olmak gerekirse cumhuriyetin altındaki fikir bugün için ölüdür… Dahası, onu halkın içinden çıkanlar öldürmüştür, yani halk kendi özgürlüklerinin katilidir. İki yüz yıllık Türk modernleşme hareketi hiçbir zaman bu kadar yenilmemiştir. Asıl amacı devrimleri devam ettirmek olan devlet kurumlarının başlarına, Türk Devrimi’nin en büyük düşmanları oturup seksen küsur yıl önce ölen insanlardan intikam almak için tüm dişlerini göstermektedirler. Daha acı olan şu ki Türk Devrimi’nin liderlerini kucağında besleyen TSK, Menemen’de şehit olan Asteğmen Kubilay’ı bile açıkça anamamaktadır. Daha da acısı meşruiyeti Mete’ye dayanan bu ordu, cemaatlerin pazarlık tezgâhlarında bir alışveriş nesnesi hâline gelmiştir. Türk Devrimi’nin savunucuları ne yazık ki ilk defa azınlık durumuna düştü. Abdülhamid döneminin gençlerine benziyoruz. Ama bizim durumumuz onlardan daha kötü. Çünkü onların elinde meşru gücü varken bizim elimizde güç değil; umutsuzluk, çaresizlik var. Yaşıtımız olan gençler her gün bir ağaçtan düşen elmalar gibi intihar edip yokluğa düşüyorlar ve “haşmetlü” iktidar ile avanesi intihar eden kardeşlerimizi suçlamamızı bekliyorlar.

Tekrarlamak istiyorum ki halk kendi rejiminin katili olmuştur. Halkımız kendisine “birey” olma şansı veren rejimi “padişah” fantezisine kurban vermiştir. Bu gerçekleri göz ardı ederek millî bayramları kutlamakla cuma akşamları, ölmüş akrabalarımıza dua etmek arasında zerre miskal fark yoktur. Eğer samimi olarak Türk Devrimi’ni ve Atatürk’ü seviyorsak, ona borçlu hissediyorsak yaptığımız her eylemi “neo-padişah” rejimini yok etmek için planlamalı, atacağımız her adımı on beş yıl boyunca ilmik ilmik inşa edilen “Osmanlı v2.0” toplumuna ters gitmek için atmalıyız.

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir