Bir Rindin Rumeli Seyahatnamesi

Rumeli ve Balkanlar, tarihten bu yana birçok farklı millete ev sahipliği yapmış, birçok devletin hâkimiyeti altında kalmış, çok kültürlü içtimai hayata sahip olan bir coğrafyadır. Türk tarihinde de önemli bir yere sahip olan bu topraklar; kültürü, sanatı ve tarihî kalıntılarıyla birlikte inanılmaz bir zenginlik, fevkalade bir tarihî hazinedir. Türklerin uzun süre hâkimiyeti altında kalan Rumeli ve Balkan coğrafyası, Rusya’nın Panslavizm politikası ve Fransız İhtilali’nin yaymış olduğu milliyetçilik akımı ile de Türklerin elinden kaymaya başlamış, azınlık isyanları, Balkan Savaşları ve Cihan Harbi derken de ne yazık ki bu güzide topraklar Türk hâkimiyetinden çıkmıştır. Türklerin çok önem verdiği ve hatta Anadolu’dan daha çok kalıcı mimari eser bıraktığı yer olan Rumeli ve Balkan toprakları, Yugoslavya’nın dağılışı ile de birçok devletin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Ben, günümüzde vize talep etmeyen Rumeli ve Balkan topraklarını gezmeyi ilk etapta daha uygun ve ekonomik buldum. İlk kez yurt dışı seyahatine çıkmak için Rumeli ve Balkan toprakları gayet doğru bir tercih. Rotayı oluştururken 5 farklı ülkeyi Bosna Hersek’ten başlayıp saat yönünün tersi bir şeklinde yuvarlak çizerek gene Bosna Hersek’te bitirmeyi daha cazip buldum. Rotam, Saraybosna – Mostar – Kotor – Budva – Tiran – Ohrid – Bitola – Üsküp – Belgrad – Novi Sad ve en son yeniden Saraybosna idi. İstanbul’dan uçak ile Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’ya gittim ve seyahatim orada başladı. Orada kiralamış olduğum araba ile Saraybosna’da hiç oyalanmadan Mostar’a geçtim. Öğleden sonra vardığım Mostar şehrinde, Mostar Köprüsü’nü gördüğüm anki hissiyatımı kelimelerle tarif etmem hakikaten çok zor. Ecdat yoktan var etmiş -öyle bir eser yapmış ki- bir şehrin sembolü, ismi, kültürü ve turizm ile de geçim kaynağı olmuş. “Mostar” köprü demektir ve ismini köprüsünden alan dünyadaki ilk ve tek şehirdir. Evliya Çelebi de Mostar’ı ziyaret ettikten sonra öylesine etkilenmiş ki hayranlığını şu sözleriyle dile getirmiştir:

Mütevazı bir insan olarak 27 yıl boyunca dünya üzerinde sürekli dolaştım. Gördüğüm binlerce mimari eser arasında böylesine muhteşem ve benzersiz bir köprüye hiç rastlamadım.

Neretva Nehri üzerindeki bu muazzam yapıyı Mimar Sinan’ın talebelerinden Mimar Hayreddin Bey inşa etmiştir. 9 Kasım 1993 yılına kadar, 427 yıldır sapasağlam gelen bu eşsiz yapı, ne yazık ki 1993’te Hırvat tankları tarafından tamamen yıkılmıştır. Mostar Köprüsü’nün yıkılışını kameraya alan Eldin Plola, yıkılış anını şöyle anlatıyor:

Köprünün suya düştüğü an Neretva kan kırmızısına bürünmüştü. Çekerken bunun bir film olduğunu, kamerayı bıraktığımda köprüyü eski yerinde göreceğimi düşünmüştüm. Kamerayı kapattığım an donup kaldım. Çünkü köprü yoktu…

Günümüzde ise hakikaten eski hâline uygun yapılmış bu köprüyü ilk gördüğüm an, seyahatimin en güzide anlarından biriydi. Mostar Köprüsü’nün hemen yanı başındaki Mostar Çarşısı ise o eski Osmanlı’yı hissettiren ahengiyle insanları cezbediyordu. Evliya Çelebi, Mostar Çarşısı hakkında da şöyle söylüyor:

Toplam 350 adet kâgir yapı dükkânlardır. Ama kâgir kubbeli bir bedesteni yoktur. Ancak yine her değerli malları bolca bulunur.

Zaten hayat, Mostar Köprüsü’nün etrafında dönmektedir ve gene Osmanlı’dan kalan Koski Mehmet Paşa Camii’de Mostar Çarşısı’nda, köprüye çok yakın ve minaresinden harika bir Mostar Köprüsü manzarası seyredebileceğiniz eşsiz bir yerdir. 1617 yılında yapılan Koski Mehmet Paşa Cami için ise Evliya Çelebi:

Köprüye yakın Koski Mehmet Paşa Cami sanki bir sultan mabedidir ki tüm yapıları mavi saf kurşunla örtülü mamur bir camidir. Kıble kapısının üst tarafında hüsnü hat ile tarih bulunur.

Koski Mehmet Paşa Camii’nden çıkıp köprünün zıt istikametine doğru gittiğinizde ise karşınıza muhteşem bir Mimar Sinan eseri olan Karagözbey Cami çıkacaktır. Burası da hem mimarisi hem bahçesi hem de bahçesindeki şadırvanı ile görülmeye değer bir yerdir. Mostar’daki bir diğer görülesi yer ise Saat Kulesi’dir. Köprünün ve çarşının biraz dışında kalan bu yapı için Evliya Çelebi “O kadar dakik ki, Mostar’da ki tüm camiler namaz vakitlerini bu saate göre ayarlar.” demiştir. Mostar Köprüsü ve Mostar Çarşısı’nı gezdikten sonra şehrin diğer kısımlarına da göz attım. Elbette ki buralarda 90’lı yıllardaki savaşın izlerini görmek mümkün. Bazı binalarda hâlâ mermi izleri durmakta… Mostar Çarşısı’nın dışında kalan yerlerde hâlâ Yugoslavya havasını solumak mümkün.

Mostar’a gidince görülmesi gereken bir başka yer ise Blagaj Tekkesi’dir. Buna Nehri’nin tam kenarında yer alan bu Halveti Tekkesi, görülmeye değerdir. Evliya Çelebi’de Blagaj Tekkesi için “Bu kayanın altındaki mağaranın içinden Buna Nehri’nin billur gibi çıktığı mahalde, kayalara bitişik bir Halveti Tekkesi inşa edilmiştir. Tekkenin bir köşkü Buna Nehri’ne bakıp tüm âşıklar ve gönül ehli, bu köşk ve bu tekkenin kameriyelerinde oturup ilim sohbetleri ederler.” demiştir. Avrupa’nın en büyük ve en temiz kaynak suyu olarak kabul edilen Buna Nehri için ise “Buna Nehri, öyle buz parçası (kadar) berrak, ak pak bir duru sudur ki, temmuz ayında bile suyu soğuk, sindirimi hızlandıran kevser suyudur.” der. Çelebi’yi dinleyip ayaklarımı Buna Nehri’ne soktum ve hakikaten inanılmazdı. Ağustos ayında ve Çelebi’nin dediği kadar da buz gibi bir suydu. Blagaj Tekkesi’ne gelirseniz siz de muhakkak Buna Nehri’ne ayaklarınızı sokunuz. Bu nehrin en ünlü balığı ise Pastrmka’dır. Etraftaki lokantalardan bu balığı yiyebilirsiniz. İnsanlar kötü şans getireceğine inandıkları için Buna Nehri’nin kaynağında balık tutmazlar lakin nehrin aşağısında avlanırlar. Evliya Çelebi, bu duruma da değiniyor ve şöyle söylüyor “Havuz içinde olan türlü türlü balıklar var ki insan baktıkça hayran olur. Ama asla avlanmazlar. Her kim bu mahalde balık avlarsa o adam elbette iflah olmaz. Ama bu havuzdan aşağı gidip köprübaşına varan balığı avlarsa zarar yoktur.” Mostar, önemli Türk eserlerinin bulunduğu şirin, güzel bir şehirdir. Türk kültürünün hâlâ şehirde yaşadığı muhakkak bir gerçektir. Ayrıca Mostar’ın üzüm, şeftali ve inciri de oldukça güzeldir. Denemenizi tavsiye ederim.

Adriyatik Denizi’nde Bir Jön Türk

Mostar’da 1 gece konakladıktan sonra Karadağ’a doğru yola koyuldum. Arabayla, az gittim, uz gittim sonunda yeşilin, dağların ve denizin muhteşem bir kombinasyon oluşturduğu Karadağ’a vardım. Seyahatimin beni çok etkileyen bir diğer anı da tepeden, dağdan inerken görmüş olduğum Adriyatik Denizi manzarasıdır. Dağların arasında, yeşil ile dans eden Adriyatik Denizi’ni gördüğüm an fevkalade bir andı benim için. Sabırsızlanarak yolculuğuma devam ettim ve sonunda Kotor’u geçerek Budva’ya ulaştım. Konaklama için Budva’da bir yer seçtiğim için Kotor’u ertesi güne bırakarak, Budva’da Adriyatik Denizi’ne girmek için kendimi sahile attım. Budva sahilleri her ne kadar bizim Altınoluk sahillerini anımsatsa da Adriyatik’te devasa dağlara karşı kulaç atmak ve ünlü Sveti Stefan adasına doğru yüzmek gerçekten de inanılmazdı. Adriyatik’te yüzme tecrübesinden sonra önceden rezerve ettirdiğim bir mekânda yemek yemek üzere yola koyuldum. Çarşıda, denize sıfır, güzel bir restoranda deniz mahsullerini tattım. Midye, ahtapot ve istiridye… Adriyatik’in muazzam dalga sesleri eşliğinde denizin tam kenarında muhteşem bir akşam yemeği yedim. Bu harikulade yemekten sonra Budva’nın eski şehir (old town) kısmına geçip dar sokaklarında dolaşmaya başladım. Bazı Türk esnaflarla karşılaştım ve sonradan yapılmış bu mimari ile Orta Çağ mimarisini pek de hissedemedim açıkçası. Lakin bu dar sokaklarda dolaşırken bir kafenin önünde oturan 3 hanımefendi dikkatimi çekti. Türkçe konuşan bu 3 hanımefendiye yaklaşarak selam verdim. Kendileri ile kısa bir muhabbet ettik ve bir turla buraya gelen anne ve 2 kızından Karadağ ile ilgili bazı anekdotlar aldıktan sonra yanlarından ayrıldım. İlerleyen saatlerde hâlâ aynı yerde oturan bu 3 güzel hanımefendiyi yeniden görünce yan masalarına oturdum ve muhabbete kaldığımız yerden devam ettik. Güzel bir ahbaplık kurduğum bu hanımefendilerden biri var ki çoğu ülkeyi gezmiş, Avrupa’dan tutun da uzak Asya’ya kadar birçok ülkeyi görmüş. Seyahatimde edindiğim güzel dostluklardan biri oldu. Daha sonra kalkıp Budva’nın biraz tepesinde kalan evime yatmak için gittim. Sabah erken kalkıp Perast şehrini görmek üzere yola çıktım. Perast’ta iki muazzam yapı olan St. George Adası ve Kayaların Leydisini (Lady of the Rocks) görmek için denizde motor kiraladım. Bu iki güzel yapıyı da oldukça beğendim. Daha sonra tekrar motor ile Perast’a geri döndüm. Perast’ın sahil boyunda, ana meydanında eski ve uzunca bir kilise olan Sveti Nikola Kilisesi’nin 55 m uzunluğundaki çan kulesine çıkarak tüm Perast’ı ve denizdeki iki güzel adacığı kuş bakışı seyrettim. Bu güzel gezinti sonrasında kendimi Adriyatik’in serin sularına atmayı hak ettiğimi düşünerek arabayla güzel bir koy aramaya koyuldum. Sonra güzel ve şirin bir kafenin iskelesinde oradaki insanlarla beraber son kez Adriyatik Denizi’ne girdim. Gün batımını kaçırmadan Kotor’a ulaşıp Kotor Kalesi’nde gün batımını izlemek üzere ivedilikle hareket ettim ve sonunda meşhur Orta Çağ şehri, Venedik mimarisi olan Kotor’a ulaştım. Kotor’a Evliya Çelebi’nin de seyahatnamesinde bahsetmiş olduğu deniz tarafına bakan kapıdan giriş yaptım ve inanılmaz Orta Çağ mimarisi ile böylelikle tanıştım. İhtişamlı yapısı ile karşımda duran bu Orta Çağ şehri hakikaten inanılmazdı. Evliya Çelebi, “İçindeki tüm evleri bir bir üzre kat kat olup tüm pencereleri körfez denizine bakar.” diye seyahatnamesinde bu şehirden bahseder ve ekler “Deniz tarafına bakan sadece 1 kapı gördük. 16. yüzyıldan kalma Venedik mimarisi…” Hiç vakit kaybetmeden Kotor Kalesi’ne tırmanmak için ivedilikle hareket ettim ve hızlı adımlarla harikulade Orta Çağ mimarilerinin arasından kaleye doğru tırmanmaya başladım. Yaklaşık 1360 basamağı 40-45 dakikada çıktıktan sonra Kotor Kalesi’ne vardım. Deniz seviyesinden 260 metre yüksekliğindeki bu muazzam yere ulaştığımda seyahatimin en harikulade anını yaşadım. Meşhur Adriyatik Körfezi, kruze gemileri ve Orta Çağ mimarisi ile Kotor… Gün batımını bu fevkalade yerde izlemenin değeri hakikaten paha biçilemezdi… Hava kararmış ve Orta Çağ mimarisi ile ihtişamı daha da artmıştı, müzik sesleri eşliğinde Kotor sokaklarında dolaşmaya başladım. Venediklilerden kalma Orta Çağ mimarisi ile yeterince bütünleştikten sonra Kotor’a veda etme vakti geldi. Elveda Kotor derken yeniden geleceğimi de Kotor gecesinin kulağına fısıldadım.

Makedonya Dağlarında Bir İttihatçı

Venediklilerden kalma eski Orta Çağ şehri Kotor’u da gördükten sonra artık Karadağ’dan ayrılma vakti gelmişti. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Budva’dan yola koyuldum. Ünlü Sveti Stefan Adası’nın önünden geçerken durup bir fotoğraf çekilmeden Karadağ’dan ayrılmak olmazdı elbette. Adriyatik Denizi’ni sağıma alıp yola devam ettim. Arnavutluk’a doğru giderken Karadağ’ın o müthiş manzarasına doya doya baktım. Arabayla Arnavutluk sınırından geçtikten sonra başkent Tiran’a doğru yola koyuldum. Tiran’ın girişinde öyle bir trafik vardı ki sanki işgalden kurtulan bir şehir için tüm halk konvoy yapıyor gibiydi(!) Yaklaşık 2,5 – 3 saat kadar süren bu sıkıcı ve yorucu konvoy, sıcağın da etkisiyle beni Arnavutluk’tan soğutmaya yetti. Adeta gelişmemiş, geri kalmış bir Orta Doğu ülkesinde olduğumu hissettim. Tiran merkeze gelince iyice kızgın ve bitkin bir hâldeydim. Şehir merkezini kısaca gezdikten sonra hemen Makedonya’ya doğru yola koyuldum. Makedonya’ya girdiğim andan itibaren farklı bir hissiyata girip farklı bir ruh hâline büründüm. Makedonya dağları ve o muazzam yeşillik beni benden aldı. Hem guruba karşı direksiyon sallıyor, hem de içim kıpır kıpır bir vaziyette meşhur Ohrid’e geliyordum. Güneşin batışına yakın Ohrid’e geldim. Hemen kalacağım yere yerleşip yemek yemek üzere Ohrid Çarşısı’na doğru yürümeye başladım. Çarşıya geldiğimde kendimi Türkiye’de gibi hissettim. Hem esnaflar hem çarşıdaki insanlar genel olarak Türkçe konuşuyorlardı. “Türk Çarşısı” olarak da anılan bu çarşı adeta Ohrid’in kalbi gibiydi. Meşhur köfteleri ile özellikle bizim çoban salatasına benzeyen ama daha iri kıyılan ve üzerine peynir rendelenen Shopska salatasını muhakkak ama muhakkak Ohrid’de denemelisiniz. Ben bu salatayı oldukça beğendim ve fevkalade lezzetli buldum. Biraz göl kenarında yürüdükten sonra istirahat için kalacağım yere gittim. İyi bir uyku çektikten sonra sabah yeniden dışarı çıkmak üzere yola koyulacaktım ki, evini kiraladığım hanımefendi kahve ikram etmek istedi ve meşhur Makedonya usulü Türk kahvesi ile yemyeşil bahçede güne başladım. Tam bir Türk dostu olan bu hanımefendi ile keyifli bir muhabbet ettikten sonra vedalaştık. Küçük ve şirin bir fırında börek ve ayran ile kahvaltı yaptıktan sonra Ohrid sokaklarında cevelana başladım. Türk Çarşısı’nda meşhur Ohrid İncileri’ne dokundum. Eşe dosta birkaç hediye aldıktan sonra göle doğru yürüdüm. Göl kenarında ormanlık bir yoldan 10-15 dakika yürüme mesafesinde olan ve 1400’lü yıllardan kaldığı tahmin edilen Aziz Yuhanna Kilisesi’ne doğru ilerlemeye başladım. Gölün tam kenarına yapılmış bu ihtişamlı kilise, Ohrid’e gelenlerin uğrak bir ziyaretgâhı niteliğinde. Tepelik bir alandan Ohrid Gölü ve bu kiliseyi izlemek gerçekten keyif vericiydi. Ohrid’de güzel bir cevelanın ardından içimi kıpır kıpır eden ve beni fevkalade heyecanlandıran bir yere, Bitola’ya ya da eski adıyla Manastır’a doğru yola çıktım. Mavrova’dan Aldım Sümbül, Bülbülüm Altın Kafeste, Şafaktakiler ve Bozdoğan türkülerini dinleyip o yemyeşil Makedonya dağları arasından kıvrılan yollarda yolculuğum devam ediyordu. Ben ise keyiften yerimde duramıyordum. Resne’ye girerken arabayı durdurdum ve Resne tabelası önünde fotoğraf çekilip kısa bir video kaydı ile de Resneli Niyazi’ye, İttihatçılara, Jön Türklere ve Mustafa Kemal Paşa’ya selam ilettim. Resne’den geçerken ittihatçılığı tüm hücrelerimde hissettim. Makedonya dağlarından, Resne’den İstanbul’a, Meşrutiyet’e uzanan bir serüveni ile Resneli Niyazi’nin hayat hikâyesi gözlerimde canlandı. Biraz daha yol gittikten sonra heyecanım doruk noktaya ulaşmıştı. Artık Bitola’da yani Manastırdaydım. Manastır’ın Ortasında Var Bir Havuz türküsü eşliğinde şehir merkezine doğru gidiyordum. Halaskâr Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Selanik Askeri Rüştiye’sini bitirdikten sonra geldiği ve Manastır Askeri İdadisi’ni okuduğu, 1896 ile 1899 yılları arasında burada yaşadığı şehirde olmak, bir dönem onun yaşadığı şehrin havasını solumak inanılmazdı. Hemen günümüzde müze olarak kullanılan Askeri İdadi’nin olduğu binaya gittim. Zaten merkezde yer alan bu tarihî bina hakikaten görülmeye değer bir yer. Kapısından içeri girer girmez aziz Atatürk’ün hatırasını tüm hücrelerimde hissetmeye başladım. Binayı kısaca gezdikten sonra Atatürk’e özel olarak ayrılmış, müze olarak kullanılan odaya girdim. Odadaki çoğu şey Türk Silahlı Kuvvetleri’nce Genelkurmay Başkanlığımız tarafından tahsis edilmiş. Atatürk’ü tanıtan kısa bir video da gene orayı ziyaret edenlere gösterilmekteydi. Heyecandan yerimde duramayıp sürekli Atatürk ile ilgili hatıralar anlatırken oraya eşi ve 3-4 yaşlarındaki çocuğu ile ziyarete gelmiş Üsküplü Ertan abi ve güzel eşi ile tanıştık. Üsküp’te doğup büyüyen ve Türk olmakla iftihar eden bu aile ile Mustafa Kemal Atatürk ve memleket hakkında bir süre sohbet ettik. Üsküplü Ertan Abi ile birbirimizin numarasını aldık ve ben Atatürk müzesindeki hatıra defterini imzaladıktan sonra oradan ayrıldım. İdadiden çıkınca Manastır’ın çarşısını gezmeden olmazdı. Kısa bir Manastır Çarşısı turu yapıp “bu yurdun seçme kızlarını” da gördükten sonra Üsküp’e doğru yola çıktım. Tam akşama doğru bir ikindi vakti Üsküp’e vardım. Vardar Nehri’nin doğu ve batı olarak ikiye ayırdığı bu eski Osmanlı şehri hâlâ buram buram Türk kokmaktaydı. Şehrin doğu tarafında konaklayacağım için hemen yerleşip kendimi Üsküp sokaklarına attım. Çok merkezi bir yerde kaldığımdan dolayı yürüyerek Üsküp sokaklarını turladım. Özellikle hava kararınca şehir farklı bir havaya bürünüyor, çünkü her yer ışıl ışıl ve heykellerle dolu. Büyük İskender’in ve babası II. Filip’in devasa büyük heykelleri oldukça dikkat çekici. Lakin şehrin en büyük sorunu sinekler! Her yerin ışıl ışıl olması ve Vardar Nehri’nin de etkisiyle şehirde inanılmaz çok sivrisinek var. Bunu bir şekilde belediyenin halletmesi gerekiyor. Onun dışında her yerin heykeller tarafından işgale uğradığı bir Üsküp olmuş nehrin batısında kalan kısım. Üsküplü Türkler nehrin batısında kalan kısma “Yeni Üsküp” derken doğusunda kalan kısma ise “Eski Üsküp” diyorlar. Üsküp’ün o eski sokaklarında dolaşırken dilimde hep Yahya Kemal’in Üsküp’ü anlattığı “Kaybolan Şehir” şiiri vardı.

Üsküp ki Yıldırım Beyazıd Han diyârıdır,
Evlad-ı Fatihân’a onun yâdigârıdır.

Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o.

Firûze kubbelerle yalnız bizim şehrimizdi o;
Yalnız bizimdi, çehre ve rûhiyla biz’di o.

Üsküp ki Şar Dağ’ında devâmıydı Bursa’nın.
Bir lâle bahçesiydi dökülmüş temiz kanın.

Üç şanlı harbin arş’a asılmış silâhları
Parlardı yaşlı gözlere bayram sabahları.

Ben girmeden hayâtı şafaklandıran çağa,
Bir sonbaharda annemi gömdük o toprağa.

İs’a Bey’in fetihte açılmış mezarlığı
Hulyâma âhiret gibi nakşetti varlığı.

Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için.

Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!

Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.

Ertesi gün gündüz gözüyle de deyim yerindeyse Rumeli’nin başkenti Üsküp’ü dolaştım. Ezan seslerini duyunca daha da bir bizim illerden olduğunu hissettim. Üsküp sokaklarında dolaşırken bir gün önce Manastır’da, Atatürk’ün Askeri İdadi’yi okuduğu yerde karşılaştığım Ertan abi ile tesadüfen rastlaştık. Hemen koyu bir muhabbete koyulduk, bana Üsküp’ü anlattı, Üsküp’teki problemleri anlattı. Anlattı da anlattı… Sağ olsun bizi bir ev sahibi edasıyla karşıladı Üsküp’te. Zaten yabancı gibi hissetmediğim bu şehri artık sahiplenmiş hissettim. Bursa nasıl ise Üsküp odur, Antalya nasıl ise bizim için Üsküp odur, Eskişehir ne ise bizim için Üsküp odur. “Vardar Nehri Ege”ye dökülüyor diyen halt etmiş, Vardar Nehri hâlâ Türk’e dökülüyor…

YAZAR

Hakan Kuru

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

Editörden Not: Bir rindin Rumeli seyahatini konu alan bu yazı dizimiz önümüzdeki hafta bugün devam edecektir…

Spam yorumlar sebebiyle bu yazımızdaki yorumlar kaldırılmıştır.