Kusursuza Açılan Kapı: Efsane

“Odin herkesten daha zekiydi, tüm diğerleri ondan öğrendi.” Hemen herkesin ilgisini çekebileceğini düşündüğüm bu ifade, Nors mitolojisine göre yaratıcı Tanrılardan olan Odin’in diğer yaratıcı Tanrılardan Vili ile Vé’ye üstün oluşunu anlatıyor.

“Evrenin en yüksek noktasında yer alan Asgard’da bir kalede otururlardı. Birlikte Vanir adındaki toprak veya bereket tanrıları ve onları yöneten deniz tanrısı Njörd ile iki çocuğu Frey ve Freya’dan oluşan başka bir grup Tanrıyla uzun bir savaş yaptılar.” Neredeyse hepimizin okurken veya dinlerken anlatıcısına, “Dur biraz, nereden biliyorsun böyle olduğunu?” diye soracağımız fakat metnin ruhundan “Biliyorum, evet. Tam olarak böyle oldu, olan biten ne varsa.” kesinliğinde cevap alacağımız bir türdür, efsane.

“Kamus, namustur.” demişti Cemil Meriç. Namus; Grekçe ifadesiyle nomos, kanon, yani kanun anlamına gelen bir terimdir. Bu minvalde önce kamusa göz atalım. Sözlük karıştırdığımızda görüyoruz ki; destan, mit, mitos, söylence, söylen gibi kelimelerle geçişkenlik arz eder biçimde kullanılan “efsane”nin etimolojik serüveni de tıpkı içeriği gibi gayet ilgi çekici.

Kelime, Farsçada anlatı ve destan manasındaki afsâna kelimesinden geliyor. Avesta (Zend) dilinde apa-sanha (bir şeyden söz etme) kelimesi ile de akrabadır. Türkçemizde sihir, büyü ve göz boyama anlamlarına gelen efsun ve füsun da bu kelime ile aynı aileyi paylaşıyor. Babaannelerimizden duymuş olabileceğimiz “avsı(u)n” da efsunun söyleyiş biçimi değişmiş hâlidir. Kutadgu Bilig (1069)’de “Efsuncular, cin ve şeytanlı hastalıkları tedavi ederler.” manasında ve “afsunçılar” biçiminde yer bulmuş kendine.

Kelimemize mana bakımından akraba olan “destan”; yine Farsçada anlatı, hikâye anlamlarındadır. Asıl kökeni olan Avesta dilinde, “bilgi” anlamına gelen “dasta” sözcüğünden türemiştir.

Kelimenin eski Türkçemizde ve Arapçadaki karşılığı üstûredir, esatir ise kelimenin çoğuludur. Üstûrenin, İngilizce “history” kelimesiyle olan yakınlığı yalnızca fonetik değildir, bu iki kelimenin de kökü Grekçedeki “istoria”dır. Bu kelime; bildirmek ve haber alma yolu ile bilgi edinmek manalarına gelmektedir. Bu etimolojik bağlantı, tarih ile efsanenin ne denli geçişken olabileceğine dair de bir ipucu niteliğinde görülebilir zannediyorum. Ayrıca, story (hikâye) kelimesi de bu ailenin bir ferdidir.

İngilizce karşılıklarından birisi “legend” kelimesidir. Latince legere’den; gather, select, read anlamları, Grekçe legein’den; logos, speech, word, reason anlamları, insanlığın ortak hafızasında koca bir çınar olmuş, bu kelimenin kökünü beslemektedir hâlâ.

Gather kelimesinin anlamlarından biri de “to serve as an attraction for” yani cezbetmek, kendine çekmek yoluyla derleyip toplamaktır. Örneğin, books gathering dust, toz(u) çeken kitaplar ifadesindeki gibi. Bu bağlantıdan hareketle; efsane, insan dimağını kendisine cezbeden bir kültürel-entelektüel sahadır denilebilir.

Reason kelimesi ise gerekçe, akıl gibi anlamlar taşır ve makuliyet ile ilgilidir. Bu bağlamda efsane, katışıksız ‘fiction’-kurgudan ayrılır; zira olan şeyler anlatılırken “makul bir hakikatmiş gibi” nakledilir ve kurmaca metnin verdiği, büsbütün sanal bir alemde olduğumuz bilinci ile rahatlığı efsanede yoktur denilebilir. Temelde bir hakikate, olmuş bir olaya dayanabilir ve ontolojik, eskatolojik ve/ya epistemolojik veçhesi olan bir hakikat arayışının “efsunlanmış” hâlidir. Belki bir yönüyle insanın, mahiyetine konulmuş ve daima hakikat talep eden merakını varoluşa yöneltip homo sapiens unvanına yaraşır biçimde, ‘kim(im)’, ‘nasıl’, ‘niçin’ sorularını sormasıyla ortaya çıkmış bir evrendir denilebilir efsane için. Bu yönüyle, bilimin gelişmesine katkı sunduğu da konuya dair dillendirilen görüşler arasındadır.

Konusu ise genel itibariyle; yaratılış, bereket ve kahramanlığa dair olmuştur efsanelerin. Bu bakımdan insan doğasında var olan, insanlığa ait, ortak birçok imge, his ve değeri barındırıyor efsaneler. Yaratılış efsaneleri, var oluşunun farkında bir yaratık olan insanın köken arayışına; bereket efsaneleri, daima geçmişten hüzün ve gelecekten korku duyabilen insan için, ne olacağı tam olarak sezinlemeyen bir dünyada, özellikle ekonomik güven ve dolayısıyla neslini devam ettirip var oluşunu garantiye alma arayışına; kahramanlık efsaneleri ise, iyi ile kötünün beraber bulunduğu ve daim teceddütte yeni durumlar karşısında doğru kararlar verme ihtiyacında olan insanın, örnek davranış modelleri arayışına hitap etmiş/ediyor denilebilir.

Dil içinde mana bakımından kullanım alanına geldiğimizde, bazen hakikatin tam zıddını karşılayan bir kelime olarak kullanılırken görüyoruz efsaneyi, bazen de hakikatle başlamış fakat hakikati aşmış yahut ondan bambaşka bir hâle bürünmüş bir fenomen olarak. Sözgelimi Kur’an-ı Kerim’de “esatirûl evvelîn” (eskilerin masalları/efsaneleri) bir itiraz nidası olur muterizin dilinde peygambere karşı. Fakat örneğin, konu futbolda Pele’ye, Maradona’ya, Lefter’e veya Hagi’ye; tarihte Afrasiyab’a, Oğuz Kaan’a, Gılgamış’a geldiğinde bu defa bir hakikatin kendisini aşacak biçimde ifade edilmiş hâlini görürüz.

Ferdin ve toplumun psikolojisine bakan bir yanı da var efsanelerin. İnsanoğluna, kendisini ifade etmek ve kendine ait (benzersiz) bir maziye sahip olmak imkânı vermesi bakımından bir ölçüde kendi cemiyetinin eşsizliğini vurgulayan bir perspektif de sunan, bir çeşit varoluşsal tatmin sağladığı da söylenebilir. Her kültür, millet veya halkın kendine özgü mitolojisi olmasını -hepsinin ortak yönleri olmakla beraber- bu tahmine bir delil sayabiliriz.

Ek olarak, efsaneler sanki ‘welt-schmerz’ / ‘world-pain’, yani ‘olması gereken’ ile ‘olan’ arasındaki, hayal kırıklığına yol açan müthiş farkın verdiği acıya sürülen bir merhem, bir teselli arayışıdır aynı zamanda. Efsanelerin insan dimağına ve ruhuna açtığı esrarengiz kapıyla, Tanrısal olana yaklaşmanın karşı konulamaz cazibesine kapılır gider ademoğlu / havvakızı ve belki böylece bulur, kanayan acziyet yarasına tiryakı ya da öyle zannedip avunur, kim bilir.

Son olarak; değinmeden geçilmeyesi bir yönü daha var efsanelerin. Öyle ki, Eflatun ile Jung’u buluşturan bir yön bu. Eflatun’un, her realitenin ideal ve saf formunun bulunduğu idealar alemini biliriz. Jung ise bu nazariye ile uyuşur biçimde bir kavram önermiş, efsanelerde de bolca bulunan ‘arketip’. Bir şeyin saf hâli olan ‘baş-model’ anlamındadır. İnsanın ‘kendini gerçekleştirebilmesi’ için bir ipucu olarak anlatıyor Jung, arketipi. İnsanlığın, atalarından tevarüs ettiği bir kültürel kalıtım ona göre bu. Sayıları ise, hayatta ne kadar ‘tipik’ durum varsa o kadar. Örneğin; kötü üvey anne, cimri, cesur kahraman, adil hükümdar ve beyaz atlı prens bunlardan bazıları. İşlevine gelince; varoluşun işleyiş mantığına uyum sağlamayı öğretiyor arketip. Bir çocuğun, annesine, ona yük olacak denli bağımlı oluşundan tutun da babasına olan hayranlığının bir rekabet kaynağı teşkil etmesine varıncaya dek, yaşam kalitesi için tehlikeli olan ne varsa üstesinden gelebileceği farkındalığa erişmesi için bir okul görevi görüyor arketip(ler). (bkz. Ödip kompleksi). Aşina olduğumuz kıssadan hisse ya da nükteli teması. Sanıyorum, aşina oluşumuz bu konuda Jung’u doğrular nitelikte; zira o arketiplerin tarih boyunca ve her kültürde aynı olduğunu, insanlığın kolektif bilinçdışında gömülü olduğunu ifade etmiş. Ezcümle, arketipler; bize kadimden miras kalmış dersler, cevapları sorunun kendisinde saklı olanlardır.

Efsaneler mi? Adını siz koyun. Fakat şu açık ki, hayal ürünü birtakım fanteziden ibaret değiller.

Sevgiyle.

YAZAR

Mehmet Enes Söyler

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir