Tiranlara Ölüm – II: Sigaramın Dumanı
Bölüm İki:
Ali biraz sonra sözünü verdiği gibi sokağın başında, yanmayan lambanın arkasında soteye saklanmış bekliyordu. Birkaç dakika bekledikten sonra dayanamayarak ceplerini yokladı. Parkasının büyük ceplerinden birinde Edip’in verdiği emanet vardı. Diğerine hamle etti, boştu. İç cebine bakınca buldu tabakasını. Geçen gün Türk Ocağı’ndan bir arkadaşı bir paket sigara vermişti, Tiran’ın getirdiği o iğrenç paketleri görmekten nefret ettiği için babasından kalan tabakaya koymuştu sigaraları. Fark edilme tehlikesine rağmen dayanamayarak bir dal sigarayı dudakları arasına koydu, çakmağını çaktı. Derince çekti dumanı ciğerlerine. Babası akciğer kanserinden öldü sanıyorlardı.
“Kansermiş, peh! ‘Kahpeliklere dayanamadı da öldü’ diyemiyorsunuz tabii!”
Gecenin ortasında adeta tıslayarak dert yanıyordu yanmayan lambaya. Çiçek nerede kalmıştı? Dakikalardır bekliyordu. Gece yarısını geçerek gelmesi gerekiyordu ama saat 1’i 10 geçiyordu. Halen ortada yoktu. Acaba gelmeyecek miydi? Ali belki kendisinin geç gelmiş olabileceğini, Çiçek’in bu yüzden vazgeçmiş olabileceğini düşünebileceğini düşünüyor, Çiçek’in gelmek istemeyeceğini aklına getirmek istemiyordu. Aslında pekâlâ mümkün olduğunu kendisi de biliyordu. Cebindeki paradan başka beş kuruşu yoktu, işi yoktu, itibarı yoktu… Ulan hepsini bırak hürriyetim bile yok. Bir köşede cesedini bulsalar anasından, biraderinden gayrı kimse tek bir “Of!” bile demezdi. Tam anlamıyla “yalnız”dı. Çiçek ne yapsındı onu? Seçimden önce hiç değilse biraz ümitleri vardı. Gelecek vadeden bir gazeteci, yakışıklı ve dikkat çeken genç bir muhalifti. Belki ilerde memleketin durumu düzelir, biz de kavuşuruz diyordu Ali. Çiçek de onaylarcasına sessiz kalıyor, bu konuları açmıyordu.
Peki ya şimdi? Artık baş belasından başka bir şey değildi ki… Çiçek de, ailesi de onu istemezdi. O ise Çiçek’i alıp ta nerelere götürmek istiyordu, hem de ailesine rağmen. Tabii ki gelmeyecekti. Ali’nin yüzü yere düşmüş, zulmün, tiranlığın karşısında mağlup olmanın öfkesiyle bir kez daha elindeki sigarayı körüklüyordu. Gözleri yaşlanıyor, dudakları titriyor, göğsü daralmaya başlıyordu. Derken sokağın aşağısından bir ıslık sesi duyduğunu zannetti. Emin değildi, sanki tanıdığı bir şarkı gibiydi. Şarkı mı? Ne şarkısı? Islığa benziyor. Arkasına saklandığı tırın kenarından sokağın aşağısına baktı, Çiçek’in evinin önüne doğru. Oydu!
Sırtında bir çanta, elinde bir torba, parmaklarında eldivenler, üzerinde siyah paltosu, başında beresi, ayaklarında çizmeleri, buraya doğru geliyordu. Ali sanki Tiran’ı elleriyle kabre koymuş gibi sevindi. Elindeki sigarayı tırın üstünde söndürüp az evvel saklandığı bahçe duvarının arkasına attı. Gözlerinde biriken nemleri sildi. Çiçek sokak lambasının ışığından çıkınca çakmağını yakıp söndürmeye başladı. Bunu üç defa yapınca Çiçek’in kendisini fark ettiğini anladı. Sevgilisinin yüzündeki tebessümü görünce kendisi de boynundaki atkıyı indirdi, o da dişleri görünecek kadar gülüyordu. Koştu, Çiçek de artık karanlıktaydı. Elindeki torbayı bırakıp Ali’ye sarıldı. Ali de hiç tereddüt etmeden sevgilisini sardı. Kaşlarının ortasından, gözlerinden ve yanağından defalarca öptü. Seneler gibi gelen saniyeler boyunca birbirlerini öptüler, sarıldılar… Derken Ali kendini geri çekip Çiçek’in omuzlarından tuttu. “Hadi, gitmemiz lazım.”
Ali torbayı yerden aldı, Çiçek’in sol elinden tutup karanlık yokuşa doğru yönelmişti ki on metre kadar ilerisinde bir çift göz görüverdi ve ardından keskin bir düdük sesi!
Yakalanmışlardı. Karşısındaki Tiran’ın bekçilerinden biriydi.
YAZAR
Tuğrul Zincirkıran
EDİTÖR
Zeynep Gökçe Azman
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!