ne sovyet ne sosyalist suskunluklar birliği’nden tavariş şimon şimonoviç’e mektuplar 1

ah tavariş şimon şimonoviç… yine karlı bir leningrad sabahı, yine içimde derin bir mahzuniyet ve yine aynı iç sıkıntısı… -yâni yine her şey aynı oğlu aynı ve biliyorsun bu, yıllardır hattâ yüzyıllardır aynıdır. isimler, resimler, yönetimler değişir ama zihniyet, yaşanılanlar yâni bizim acı gerçeğimiz hiç mi hiç değişmez.- hâsılı ne sovyet ne sosyalist hayál kırıklıkları birliği’nde yine sıradan bir gün… ve ben yine genç dimağlara gerekli kîni, mukaddes bir din gibi ekmekle yâhut tebliğ etmekle meşgulüm ve bundan, yitirdiklerimizin intikamını alırcasına bir şeref ve haz duyuyorum. bunaldım, yine ondan yazıyorum sana sabahın köründe. çünkü büyük bir ne sovyet belki sosyalist şâirinin de dediği gibi: “yazdım, yazmasam ağlayacaktım.” bâzen “sultangaliyev yaşasaydı, başarsaydı böyle olmazdı” diye esefleniyorum içimden, “bu gürcü başımıza belâ oldu, devrimi yolundan çıkardı, lenin’e ihânet etti” diye üzülenlerin yüzüne acı acı gülümseyerek… ah tavariş şimon, kavganın göbeğindeyken bir de gönlümün pususuna düştüm ve bu “sevdâ” denilen, çok tuhaf şey, ne devrim dinliyor ne enternasyonalizm. alabildiğine faşist ve alabildiğine nasyonalist, elini kolunu, dilini gemici düğümleriyle bağlıyor insanın. başkası olsa yüzüne yüzüne bağıra çağıra haykıracaklarını, sevdiği kadına aslâ söyleyemiyor insan. hani tam tutamıyorum da şu başıma az dert açmamış dilimi, bâzen kaçırıyorum az buçuk bir şeyler ama hemen sonra bin pişman oluyorum. çünkü kahrolası gerçeklerin tamâmı, sevdiğim kadının tırnağı etmez. tanıdığım esaslı bir başkomiser var, nevzat ahmedov, cinâyet’ten; bir gün birinden bahsederken, “yanılıyordu ama bozmak istemedim. çünkü bazı gerçeklerin kimseye yararı yoktur.” demişti. ah tavariş şimon, tepeden tırnağa yanılıyor deliler gibi sevdiğim kadın ama susuyorum. “farklı yerlerden bakıyoruz” diyor, “yanlış yerden bakıyorsun” diyemiyorum; kim bilir belki de yanlış yerden bakan benimdir, bilmiyorum. zaten neyi biliyorum, neyi biliyoruz ki? sanırım farkında olmadan agnostisizmi oturttum hayatımın merkezine. içim içimi kemiriyor. ne sovyet ne sosyalist suskunluklar birliği’nde yaşamak, sandığından çok daha zor. konuşsam biliyorum yanlış anlayacak beni ki konuşsam bile aslâ ve aslâ anlatamayacağım şeyler var. halkımızın iyiliğine çalıştığını sanıyor, halkımızın kanına ekmek doğradığının farkında değil yâhut bilmiyorum, belki de farkında ama “en azından kime ufacık bir faydam dokunabilirse kârdır” diye avunuyor ama kâr değil, aslâ değil. korkunç bir suça ortak oluyor, “belki ileride bir şeyler değişir” diyerek avutuyor kendini. evet, ileride çok şey değişecek ama olumsuz yönde ve bunda onun da payı olacak. beni kimse değil, ne stalin ne kgb ne o ne şu ne bu öldürecek; öldürürse beni bu çelişkilerim, bu karmaşam, bu gören gözlerim öldürecek. bâzen lüzumsuz bir hassasiyet kabarıyor içimde, “görmezden geliver işte be ahmak adam” diyorum kendi kendime ama yapamıyorum. daha da kötüsü, gördüğüm hálde hiçbir şey yapamamak. yarın, onların verdiği her zararda, döktükleri her kanda sevdiğim kadının da az ya da çok payı olacağını bilmek beni çok yıpratıyor. elinin altından geçecek olanlar bizim kanımızdan olsa bile fark etmez çünkü kahrolası bir felâkete meşruiyet sağlıyor olacak. içimdeki nasyonalisti durduramıyorum. sözde fiili olarak bizim olmuş birkaç kıytırık köyün, ilçenin bedeli; onlarca koca koca kentimizin -ki aslında ülkemizin- istilâya uğraması, lüzumsuzca yitirdiğimiz canlar ve daha da yitireceklerimizdir. geldiler ve gitmemek için ellerinden geleni yapacaklar. bu, emperyalizmin bize kurduğu bir tuzak ve “çelik adam” ve etrafındakiler; sen de biliyorsun ki o tuzağa düşmediler, bile bile balıklama atladılar tavariş şimon, bilinçli bir ihânet içindeler. ah ne olacak bu ne sovyet ne sosyalist aptallıklar birliği’nin hâli? böyle giderse en fazla 50 yılı var yok. kimseye şahsî bir kinim yok ama târihle, kan, aptallık, ihanet ve çirkef püsküren kitaplarla fazla alâkádar olmanın kötü etkisi olsa gerek; vakâları ve “iyi niyetli” işlerin kötü sonuçlarını çok geniş açıdan tüm çıplaklığıyla görebiliyorum ve bu beni mahvediyor, zamanla yitiriyor insan duygusallığını. ah tavariş, bilirsin ki târih, duygusal ahmak yığınların başına gelen felâketlerle dolu bir ibret vesikasıdır ve kahretsin ki o, normalde gayet aklı başında kararlar almasına rağmen bazen çok fazla duygusal hareket edebiliyor. pırıl pırıl bir kalbi var, dedim ya, gerçekten iyi bir şeyler yaptığını, yaptıklarını sanıyor orada. keşke ona hakikati tüm çıplaklığıyla gösterebilip zamanı geri alabilseydim ve yanlış zamanda yanlış yerde olmasını engelleyebilseydim. buna gücüm yok fakat umarım -maalesef hiç sanmıyorum ama- o erkenden gerçeği idrak eder. çünkü o ve onun gibilerin tedrisâtından geçen niceleri, bu ülkeye kurşun sıkacak, öğrendikleriyle bu ülkeye karşı istihbârî faaliyette bulunacak, bombalı saldırılar planlayacak ve daha bir sürü şey, bir fark edebilse bunları, ah keşke… bizzat düşman tarafından gizlice o eğitime dâhil edilenler bile olduğuna yemin edebilirim. bu lanet coğrafyada en kolay iş, maalesef insan satın almaktır. en bizden görünen, 5 dolar fazlasına en büyük düşmanımız olur. yarın hastanelerde, okullarda korkunç saldırıların altında imzası olanlar büyük olasılıkla bu eğitimlerden geçirilmiş olanlar, yâni bizi iyi tanıyanlar olacaklar. nedendir bilinmez, ne sovyet ne sosyalist aptallıklar birliği bunu hep yapar; kendi düşmanını, kendi kâtilini kendi yetiştirir, hem de en iyi şekilde. işte ben devlet aklı diye buna derim(!). hah devletmiş! knezlik bile değil bu knezlik! hepsi bir yana, onun için de endişeleniyorum. gerçi olacak olan olur ama umarım iyi şeyler olur. içimde serçe tedirginliği var tavariş. bilirsin serçeler ürkektir, birisi hâriç; o, cebinde kelebeklerle gezer. maatteessüf bu kavga, serçeleri bile delirtir.

hep söylüyorum, bin kilometre ötedeki bir düşmanın gazına gelerek komşunun evini ateşe verirsen o cumâyı o câmide kıldırmazlar; mâlum yerinden kan alırlar adamın, yarım yamalak abdestin de bozulur. her şey bambaşka olabilirdi; tek damla kan akmadan, o kadar mâsumun kanına girilmeden, orada bir sökülmez ur, burada devâsız bir dert oluşmadan çözülebilirdi her şey. ah bu sosyalizmden nasipsiz bîşerefler, bize neler ettiler! oradan elde ettikleri kirli çıkar uğruna ne çok çocuğu kahramanlık şarkılarıyla en fecî ölümlere gönderdiler. babasını, abisini, sevdiğini yitirmiş birisi için 1’den büyük sayı yoktur. 1’in dünyadaki en büyük sayı olduğunu biz iyi biliriz tavariş çünkü sevdiklerimizi yitirdik ama onlar bilmez. onlar yalnızca nutuk atmayı ve temelden yanlış savaşlarda yanarak ölmeyi emrederler. kgb her yerde biliyorsun, fırsat vermemek lâzım ama bu suskunluk da iyiden iyiye boğuyor insanı. ah tavariş şimon, olan bize oluyor, giden bizden gidiyor yine, gök ekinler gibi biçtiriyorlar bu ülkenin yoksul çocuklarını. “evlât senin olmayınca fedâ etmek ne kolaydır” değil mi? nasılsa sokaklar atanamamış öğretmen, üniversite mezunu kaynıyor, gidip “kahramanca ölmek” varken neden insan onuruna yaraşır bir şekilde bu ne sovyet ne sosyalist mecburiyetler birliği’nde yaşasınlar ki?! “elimden hiçbir şey gelmiyor inan.” sevdâ, böyle çarmıha gerermiş meğer adamı. biz îsâ’yı da musâ’yı da sevmeyiz lâkin eğer gerçekse îsâ’ya hakikaten üzüldüm ve kanaatimce en büyük halk düşmanları bile çarmıha gerilmemeli. oof off, kâtillerimize, kanımızı içenlere, istikbâlimizi zehir edeceklere dilimizi öğretmek… ne sovyet ne sosyalist ama en azından bizim olan ülkede hak sâhibi olabilmelerini daha da kolaylaştırmak… bundan büyük ihânet yok! yok ama işte, gel de yüreğin yetiyorsa bunu ona söyle. başkası olsa umurumda değil, “yesin ne halt yerse” der geçerim ama günden güne içim daha da acıyor, hasret falan hikâye, ben baştan aşağı hasretim zâten. neyse, neyse, neyse… olan oldu, kuş uçtu bir kere. velhâsıl yapabileceğim hiçbir şey yok ve bu mevzuda bir ölüden daha sessiz olmalıyım çünkü onu yitirmekten deliler gibi korkuyorum. çünkü ne sosyalizm ne bu yıkılasıca ne sovyet ne sosyalist, mazamort “tanrılık” sistemi ondan daha değerli. çünkü ona çiçeğim dediğimde; kışın, ayazın ortasında olmama rağmen, şen şakrak bahar çiçeklerinin kokusunu duyuyorum ruhumda. ah şu bin yıl gibi geçecek fazla uzun bir sene, istediğim gibi ve çabucak geçiverse ve ömrümü yoluna serdiğim kadın, hatâsını anlamış bir şekilde bu kente, bizim kentimize, leningrad’a geri dönse… her şeye rağmen ona saygım sonsuz; gitti, görecek. ben onu sevmişim bir kere ve sevmek, bir insanı bir yere kadar hatâlarıyla da kabul etmektir. ah tavariş şimon, yaralarım yeniden kanamaya başladı. hatırla, adı temirhan’dı, temirhan sarpov… henüz 18’inde aslan gibi bir delikanlıydı, zoloto gora’da öldürdüler, sevdiğinden, ailesinden, hayallerinden kopardılar onu, şimdi kabri başında bülbüller ağlıyor. tek suçu, bu ülkede bizden olmaktı. savaştan kaçmış, sözde bir mâsum olsaydı, şimdi nargile içip, bizim yoksulluğumuzla dalga geçmek için muz yiyerek kahkahalar atıyor olacaktı. temirhan’ı boşu boşuna yitirdik, tıpkı o alabildiğine yanlış, o alabildiğine lânetli topraklarda boşu boşuna yitirdiğimiz evlatlarımız gibi. biliyor, ne kiliseleri ne çobanları ne beyleri ne de uzun yolları severim. yanlış zamanda, yanlış yerde ama bu hakikati, dediğim gibi, ona anlatamıyorum. trenlerle ahbaplık eden fıstık yeşili bir hastane bahçesinde, ifşâ edilmiş sırlar peşinde savruluyorum. şimdi bedenen benden çok uzakta ama kalben hiç olmadığı kadar yakında ve ben onu yitirmemek uğruna bin yıllık bir ölü gibi suskun kalabilmek için var gücümle çırpınacağım ve bu mevzuyu unutacağım. umarım aptallık etmem. yine gönlünü karattım fakat sen benim yoldaşımsın ve yoldaşlığın ne demek olduğunu en iyi bilen insanlardansın. bak işte, yine kafamın içinde o marş söylenmeye başladı: “hayat denilen kavgaya girdik / çelik adımlarla yürüyoruz / biz bu karanlık yolun sonunda / doğacak güneşi görüyoruz!” her şeye rağmen ümidimin hiç tükenmeyişine şaşıyorum. her neyse, umarım her şey çok güzel olur tavariş şimon şimonoviç, umarım bir gün o da beni anlar.

yoldaşlara selám!

moşe hiram yafesov

leningrad / yirmi sekiz ekim bin dokuz yüz kırk sekiz

Not: Yazarın kendine has kalemi olması sebebi ile düzelti yapılmamıştır.

Not 2: Katkılarından ötürü Hilâl Sönmez’e teşekkür ederiz.

YAZAR

Fâtih Oğuz

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir