Ayten Bırakma Beni!..

Sene 2011, Mayıs’ın ilk günü.

Sekiz saatlik çalışmanın sonunda meydana toplandık.

Genççe bir kız eline mikrofonu alıverdi.

Anlat babam anlat…

Bizim haklarımız varmış meğer, yirmisindeki kız öyle dedi.

Toplumun her ferdi eşitmiş.

O öyle deyince pantolonumun söküğünü saklamak için elimi siper ettim.

Bi pantolondan ötürü eşitlik bozulmasın.

Yabancı kelimeler söyledi durdu, bunların Türkçesi yok mu?

Kafam karıştı iyice.

Kız konuştukça alkışlar böldü konuşmayı.

Kendimi pek bi kötü hissettim.

Meğer bizim Mustafa, Ali, Ahmet ne bilgiliymiş!

Cahilliğim anlaşılmasın diye ben de alkışı patlatıverdim.

Neyse alkış kıyamet konuşma bitti.

Kızın yanında duran takım elbiseli adamlar koca bir poşet getirdiler.

Üzerinde “Yaşasın İşçi Hakları” yazan kalemleri avuç avuç saçtılar.

Biri Mustafa’nın gözüne geliyordu da ben eğiverdim başını.

O da bana havadan kaptığı kalemi verdi.

Başım şişti… Bizimkilerin arabada tıngırdamasını kaldıracak hâlim kalmadı.

Çoğu benden genç.

Ben şimdiye emekli olurdum da günümü eksik yatırmış 5 sene çalıştığım yer.

Burada maaştan kesiyorlar amma tam yatırıyorlar sağ olsunlar.

Neyse işte içimden servise binmek gelmedi.

Yürüyerek evin yolunu tuttum.

Sütçüye uğradım.

Sabah evden çıkarken hanım, “Yoğurt mayalıcam 3 kilo süt getiriver.” dedi.

Unutma, diye de iyice tembihledi.

Keşke bir çocuğumuz olsaydı…

Ona da bir çikolata alırdım.

Neyse nasip değilmiş.

Yine de dört beş çikolata aldım.

Yol boyu gördüğüm çocuklara dağıttım.

Bu vatanın her çocuğu benim evladım sonuçta.

Yüzlerindeki gülümseme, teşekkür ederiz amca demeleri yetiyor.

Elimde süt poşetiyle eve vardım sonunda.

İkinci katta oturuyoruz.

Birer ikişer çıktım merdivenleri.

Bizim hanım her iş dönüşü kapıda karşılar, sağ olsun.

Merttir cefakârdır.

Zaten aynı köydeniz.

İnsanın kendi toprağı bir başka oluyor.

Her ne kadar ona demesem de çok severim karımı.

Gözümün içine bakar.

Fabrikadan aldığım üstü kesilen maaş ile ay sonunu getirir.

Bir günden bir güne evi aşsız koymaz.

Evin her yerini siler süpürür.

Bir de çok düzenlidir.

Titiz kadın vesselam…

Ayakkabılarımı çıkardım, hanımın önüme koyduğu terlikleri geçirdim ayağıma.

Elimdeki poşetleri mutfağa bıraktım.

Banyoya geçtim, elimi yüzümü yıkadım.

İş kıyafetlerimi çıkardım, koydum aynalı dolabın önüne.

Sağ olsun bizim hanım halleder.

Kirli mi değil mi, dolaba mı asılacak bakar, halleder. Benim elim ermez o işlere.

Rahmetli anam da hiç yaptırmadı.

Erkek kısmı eve ekmek getirir.

Evin işini kadın yapar.

Kocasını da hoş tutar.

Biz böyle gördük, böyle büyüdük…

Televizyonlu odaya geçtim.

Ajansı açtım.

Ülkede ne olup bitiyor bilmek lazım.

Bu topraklarda doğduk, bu topraklardan ekmek yiyoruz.

Hele bakalım ne olup bitiyor.

Bakıyorum bakmasına da şu siyasete hiç kafam basmıyor.

Her Allah’ın günü nedir bu kargaşa?

O ona onu dedi, bu buna bunu dedi.

Bizim mahallede arada kadınlar toplanır.

Bir ton dedikodu ederler.

Aha onlardan bi farkları yok.

Neredeyse ajans bitecek, bizim hanımın dizisi başlayacak sofra daha yazılmadı.

Mutfağa seslendim.

“Ayteeeennn!”

“Ayten nerde kaldın!”

“Gavurun kızı öldüm acımdan.”

Bizim hanımdan ses yok.

Bir iki daha bağırdım cevap yok.

Olacak iş değil, ben Ayten diyeceğim de Ayten bakmayacak!

Kalktım, bi hiddet mutfağa gittim.

Bir de ne göreyim, benim hanım boylu boyunca yatıp durur.

Önce anlam veremedim.

İki dürtükledim.

“Ayten” dedim, ses yok.

Sonra beni bi panik sardı.

Elim ayağıma dolaştı.

“Ayten gitme! Ayten bırakma beni!” diye dövünüyorum.

Alt komşu duymuş sesimi.

Zil çaldı, koştum açtım kapıyı.

Babası ufak kızını göndermiş git bak diye.

“Ayten teyzen gitti! Ayten teyzen gitti!” diye feryat ediyorum.

Kız cevval bi kız çıktı, sağlık lisesinde mi okuyormuş bi şeyler dedi.

Hemen girdi içeri.

Nabız dedi, kalp dedi ben anlamadım.

Ambulansı ara, dedi. Hemencecik içeriki odadan telefonumu aldım.

O tarif etti, ben aradım.

Sonra verdim telefonu kıza, adres madres bi şeyler anlattı.

Ben Ayten’imin başında beklerken ambulans geldi.

Ayakkabılarla içeri girdiler.

Ayten’im iyi olsaydı canlarına okurdu dedim içimden.

Koydular boş sedyeye, bizim fabrikada yük taşıdığımız gibi taşıdılar arabaya.

Beni de yanına bindirmediler.

Arkadan gel, dediler.

Koca arabayı yürüyerek nasıl takip edeyim.

Benim arabam mı var?

Komşunun Toros’u yetişti imdadıma.

Aldım anahtarı, gittim Ayten’imin peşinden.

Ben varana kadar Ayten’imi içeri almışlar.

Hastanenin girişinde duran hanım kıza “Az önce benim hanımı ambulansla getirdiler, nere götürdüler?” dedim.

Sağ olsun güzelce tarif etti.

Dediği gibi koridor boyu dümdüz gittim, soldan üçüncü kapının önünde bekledim.

5 dakika sonra hemşire geldi yanıma, “Hastanın yakını mısınız?” diye sordu.

Kocasıyım, dedim.

Ayten Hanım’ı ameliyata alıyoruz, dedi.

Üç beş kağıt tutuşturdu elime “Bunları imzala.” dedi.

Ceketimin cebinde fabrikaya gelen kızın verdiği kalem vardı.

Hani şu 1 Mayıs hediyesi olan.

Çıkardım kalemi, hemşirenin parmağı ile işaret ettiği yerlere imza attım.

Apar topar Ayten’imi ameliyata aldılar.

Geçen fabrikada Ahmet elini makineye kaptırdıydı.

O demişti, ameliyathane soğuk olurmuş.

Ayten’im de soğuğa hiç gelemez.

Hadi hayırlısı… Beklemeye başladım.

Saat geçmek bilmedi.

O koridoru boylu boyunca arşınladım.

Sağa gittim sola gittim.

Köşedeki mor koltuğa oturdum, kalktım.

Vakit ilerlemedi.

Koridorda paspas atan çocuğa sordum.

Ameliyatın bittiğini nasıl bilcem diye.

Televizyon ekranı gibi bi şey gösterdi.

Orada karımın adı yazacakmış.

Diktim gözümü ekrana, bak Allah bak.

Bir sürü isim çıktı.

Bir, Ayten Akkaya yazmadı.

Neyse iki saatin sonunda karımın ismini ekranda gördüm.

Öteberi bakındım, karımdan haber verecek birilerini aradım.

Sonra hemşire yanıma geldi. Ayten’imi yoğun bakıma almışlar.

Birazdan doktor gelip bilgilendirecekmiş.

Hanım kızın dediği gibi doktor geldi yanıma.

Elimi sıktı, ismimi sordu.

Âdem, dedim.

Ellerimi önümde birleştirdim.

“Karım nasıl?” diye sordum.

Âdem Bey şöyle oturun, dedi.

Kulağıma pek bi yabancı geldi.

Karım hasta, ben ise bey oldum.

Allah’ın işi işte.

Bey gibi doktorun tam karşısına oturdum.

Ameliyat iyi geçti fakat eşinizin beynine pıhtı atmış, vücudunun sol tarafını bundan sonra kullanamayacak. Bazı vakalarda ani tansiyon yükselmesi bu gibi durumlara yol açabilir, dedi.

Ne de çabuk bir çırpıda söyleyiverdi.

Benim karıma inme inmiş, ruh gibi anlattı.

O gün anladım bu beyliğin iyi bir şey olmadığını. En başta Âdem emmi deseydi, herhâlde böyle buz gibi konuşamazdı.

Ayten bugün yoğun bakımda kalacakmış, yarın normal odaya çıkaracaklarmış. Yoğun bakımda ne anormallik vardır bilemedim. O gece sabahı edemedim.

Ayten’imin yaşadığına sevindim sevinmesine de nasıl olacak bu iş?

Allah’tan 6 ay sonra emekli oluyorum.

Hem çalışıp hem Ayten’ime nasıl bakardım?

Bir kez daha içim yandı, keşke bir çocuk…

Nasip değilmiş işte.

Şimdi Ayten’imin eli ayağı ben olacağım.

Sen beni şu dünyada bir başıma koymadın ya teyzem kızı, bize karada ölüm yok.

Vurar kırar, bu işinden hakkından gelirim elbet.

Sabah 6-7 gibi kahvaltı geldi önüme.

Zaten yiyecek hâlim yok amma bir kıynak ekmek getirmişler. Bir de küçük küçük kutularda peynir, reçel.

Vişne reçelini Ayten’im çok sever.

Reçeli attım cebime, eve varalım Ayten’ime yediririm.

Allah razı olsun düşünmüşler de getirmişler.

Aç koymuyorlar demek ki.

Saat 8’e doğru Ayten’imi odaya getirdiler.

İki hasta bakıcı beyaz çarşafın iki ucundan tuttu, sedyeden yatağa Ayten’i atıverdi.

Odadan çıkarken de “Birazdan hemşire gelecek, serum takacak.” dediler.

Ayten’in üzerine beyaz bir örtü örtmüşler.

Çıplacık odaya getirmişler.

Ayten’im soğuğa dayanamaz.

Üşütüp iyice hasta olmasa bari.

Ela gözlümün gözünden fer gitmiş.

Ayten’e hiç demedim amma gençken en çok gözlerine vurulmuştum.

Bana vardığında 17 yaşındaydı, aradan 35 sene geçti. Gözleri hep aynı güzellikte kaldı.

Bugün öyle buğulu görünce içim cız etti.

Yine de Ayten’e belli etmedim.

Nasılsın güzel karım, dedim.

Gülümsedi, “Şükür.” dedi.

“Hadi üzerini giyinelim hemşire gelmeden, üşüme daha fazla.”

Ağlamaklı ses ile “Tamam.” dedi.

Diline de vurmuş inme, tam dönmüyor.

Güzelimin sesi de pek yanıktı.

Arada mutfakta işlenirken türkü söylerdi.

Ben de içerden hayran hayran dinlerdim.

Allah’tan akıl edip komşunun kızına birkaç parça kıyafet getirmesini söylemiştim. O da bi poşete doldurmuş getirmiş sağ olsun.

Zamanında Ayten’e kızmıştım evin anahtarını ne verdin diye. Ayten de “Kaç senelik komşumuz, insanın komşusundan zarar gelmez. Kadın zaten bizim köyden evlenince gelmiş buralara. İnsanın toprağından zarar gelmez. Yarın bize bir şey olsa komşumuzdan başka kimsemiz yok, demişti.

İyi ki de inatlaşıp anahtarı vermiş.

Çok yardımları dokundu, Allah razı olsun.

Ayten’in zar zor üzerini değiştirdim.

Sonra hemşire geldi.

Koluna serum bağladı.

“Bitince haber verin.” dedi, kapıyı kapatıp çıktı.

Kaldık Ayten’imle baş başa…

Öteden beriden konuştum.

Eskileri anlattım.

Köyden bahsettim.

Ayten’im de dili döndüğünce katıldı.

2 saati böyle tükettik.

Serum da bitti o sıra hemşire kıza seslendim.

“Siz gidin, ben geliyorum.” dedi.

Ben, “Haber edin.” dedi diye gitmiştim.

Yanlış mı ettim bilemedim.

Neyse o da geldi arkamdan yeni bi serum daha taktı.

Poliklinik bitince doktor bey hastayı ziyaret edecek, dedi.

Ben de ev gibi yayılmışım odaya, ceketimi tekli koltuğa atmışım.

Ayten’in eşyalarını dışarıda bırakmışım.

Doktor gelmeden toparladım.

Saat 5’e doğru doktor ve elindeki dosya ile hemşire geldi.

Doktor, güler yüzlü bir delikanlı ama fazla mı güler yüzlü anlamadım.

“Hastamızın genel durumu iyi, yarın taburcu edeceğiz. Kontrollere gelmeyi ihmal etmeyin. Bundan sonra hastamız size emanet Âdem Bey.”

Ayten, acılı sesiyle doktora sol tarafını kullanıp kullanamayacağını sordu.

Yüreğim parçalandı.

Benim beş dakika durmak bilmeyen karım, uzun bir istirahate mahkûm olmuştu.

Takdiriilahi, buna da şükür.

Doktor, “Fizik tedavi ile iyileşmeler görülebilir fakat tamamen sol tarafınızı kullanabilirsiniz diyemem. Şu aşama bunları konuşmak için erken, siz dinlenmenize bakın.” dedi.

Hemşire tansiyon ölçtü, elindeki kâğıda bir şeyler yazdı çizdi. “İyi akşamlar.” dediler, çıktılar odadan.

Saat 6.30’da akşam yemeği geldi.

Güzel karıma bir güzel içirdim çorbasını.

Ayten, “Sağ tarafım tutuyor Âdem, kendim içerim.” dese de kıyamadım.

Ayten bu zamana kadar çorabımı dahi giydirdi, ben bir çorba içirmişim çok mu?

Taze fasulyeden yedirdim bir iki, “İçim almıyor.” dedi, yarıda bıraktı.

Hadi sen de ye artık acıkmışsındır, dedi.

O saate kadar açlığım yoktu da Ayten’in az çok bi şeyler yediğini görünce ben de acıktığımı hissettim.

Kendi yemeğimi yedim, atılmasın diye Ayten’in yarım bıraktığını da yedim.

Ayten’le ilk kez dışarıda yemek yedik.

Bu ay maaşı alınca kebapçıya götüreceğim diye söz vermiştim.

Nasip değilmiş.

Televizyonu açtım hem bu sefer ajansı açmadım.

Ayten’in sevdiği türkü kanalını açtım.

Sandalyeyi yanına çektim, elini tuttum.

Birlikte türkü dinledik.

Ara ara hemşire geldi gitti.

Serum taktılar, çıkardılar.

Tansiyon ölçtüler.

Derken geceyi ettik.

İlaçlar da ağır geldiğinden Ayten’im uyudu kaldı.

Bense tüm gece onu seyrettim…

Sabah erkenden doktor geldi.

Son kez kontrol etti. Çıkış yapabilirsiniz, dedi…

İşte bugün 10 sene oluyor, ben Ayten’imin kıymetini anlayalı…

Ha bu arada ben de iyice elden ayaktan düştüm.

Bu yazıyı da mahallede küçükken çikolata verdiğim Elif yazıverdi.

Garibim zaten hem öksüz hem yetimdi. Dedesi de 5 sene önce vefat edince kendini bize adadı.

Gençliğimde hayıflanır dururdum, “Çocuğumuz olmadı, yaşlansak bi tas çorba verenimiz olmayacak!” diye.

Meğer ne çok hata etmişim.

Başını okşadığımız her yetim bizim evladımızmış.

Pazarımızı Abdullah görüyor, çorbamızı Elif yapıyor, mahallenin fırlaması Caner bile her hafta gelip türkü okuyor, neşelendiriyor.

Allah hepsinden razı olsun…

YAZAR

Fatmanur Akkaplan

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir