Güneş Kaplı Defter

Günebakan Mahallesi, şehrin henüz “mahalle yaşamını” bastıramadığı mahallelerinden biriydi. Burada esnafın kurnazlık yaptığı görülmezdi, komşular birbirlerine yabancı değillerdi, sokakta bazı çocuklar şarkılı yerden yüksek oynarken bazıları maç oynamak için taşlardan, tuğlalardan kendilerine kale direkleri yaparlardı. Hatta mahalledeki ağabeyleri yoldan geçerken onlara pas atar, oynamaya devam ederlerdi. Bu bilindik manzara, mahalleliyi dondurulmuş bir zaman dilimi içerisinde yaşıyor gibi gösterirdi. Buralara bir şekilde yolu düşenler, bu huzur ortamını şaşkınlıklarıyla hareketlendirirlerdi. Mahalle sakinlerince hemen ilgi odağı olurlardı ancak onlara yabancı oldukları hissettirilmezdi. Sıcak bir karşılama, gösterilen tebessüm, verilen birkaç selam şehrin diğer semtlerinde yaşayanlar için alışılmadık bir durumdu. Bu kimseler genellikle buraların en mütevazı ama dikkat çekici evi olan, iki katlı, müstakil, açık mavi renkteki evi ziyarete gelenlerden oluşurdu.

Ev, mahallenin yüksekçe bir kısmında kaldığından balkondan deniz biraz olsun görülebiliyordu. Bu evin sahipleri nereden bakılırsa bakılsın mahallenin en kendine has ailesiydi. Gelenleri gidenleri çok olurdu, her an herkesi çay içmek için davet etmeye hazırlardı. Balkon penceresinin önündeki saksılardan ve bahçelerinden gelen nergis, zambak, sümbül kokuları tüm binaya yayılıyordu; hatta kimi zaman mahallenin öbür ucuna kadar ulaşırdı, en azından yufkacı Zehra Hanım böyle söylerdi. Evlerinin önünden geçenler, özellikle genç kızlar ya bir fotoğraf çekilmek isterler ya da çiçekleri heyecanlı bir çekingenlikle koparırlardı. Tüm bunları o görürdü elbette, evin yaş almış hanımefendisi… Onun çevrede olup biten çoğu şeyden haberi olurdu. Çiçeklerini canı gibi sevse de misafirlere karşı huysuzluk etmez, sesini çıkarmazdı. Bilirdi çünkü, bu genç hanımlar çiçeklerini ya bir kitap arasında kurutacaklar ya da saçlarına taç yapacaklardı. Kendi de geçmişti ya o günlerden…

Baharın sonuydu, güneş tüm şehri kaplamaya başlamıştı. Aysima Hanım eskiden sadece kış mevsimini sevse de seneler geçtikçe, ruhu olgunlaştıkça her mevsimi kucaklamasını öğrenmişti. Güneş yüzüne vurup gözlerini kamaştırdığında evin en sevdiği köşesinde, balkona bakan koltuğunda oturuyordu. O sırada, çeşit çeşit yatağı olmasına rağmen koltuğun önündeki eski kilimin üzerinde uyumaktan hoşlanan evin şişmanca kedisi Peri, patilerini açarak esnedi. Muhtar ise vakur duruşuyla pencereden güvercinleri seyrediyordu. Dışarıdaki kuşların çoğuyla hesabı var gibiydi ancak aralarında bulunan cam, bu hesabı görmesine engel oluyordu. Kuşlar da bunu bilir gibi edalı duruşlarıyla, minik ayaklarını balkon demirlerine sararak kedinin bakışlarından ürküp kaçmıyorlardı. Aysima Hanım bu manzaraya alışık olduğu için gülümsüyordu. Çünkü aslında kuşların Muhtar için değil, onun her gün olduğu gibi bugün de vereceği ekmek kırıntılarını beklediklerini biliyordu.

Usulca koltuğundan kalktı fakat gözü bu sefer her zamankinden farklı olarak bir kitaba değil; kütüphanelerinin en ücra köşesinde duran, rengini tam olarak seçemediği eskimiş bir deftere takıldı. “Kuşları bekletmemek lazım…” diye kendi kendine mırıldanarak defteri düşünmemeye çalıştı, yavaşça yürümeye devam etti. Önceden hazırladığı kırıntıları masadan alıp balkona çıktı ve hangisinin hangisi olduğunu çıkaramasa da her birine isim taktığı güvercinlerin tek tek hâlini hatırını sordu. İçeri döndükten sonra sıcak ballı sütünü hazırlamak üzere oturma odasıyla bitişik olan mutfağa yöneldi. Süt içmenin rahatsızlığından ötürü ona zarar getirdiğini bilse de senede birkaç kez kaçamak yapmayı kendinde hak görüyordu. Yeni aldığı bir plağı pikaba takıp sütü kaynatmak için ocağa koydu. Müziğin sesi önce kulağına, sonra ruhuna tesir etmeye başladı. Eskiden beri şarkı söylemekten keyif alırdı fakat sesinin pek de güzel olmadığının farkındaydı. Bu sebepten, aslında normal bir ses tonuyla söylediğinde kimse duymayacak olsa bile çekingen bir şekilde şarkının en sevdiği kısmına mırıldanarak eşlik etti: “Turnaları göğe saldım, sana yolladım…”

Normalde, dingin bir huzurla şarkısını söylemeye devam edip eve alınacakları düşünmesi gerekirken aklı yeniden eskimiş deftere gitmişti. Hatta gözüne çarptığından beri onu düşünmeyi bırakamamıştı. Sıcak fincanını alıp koltuğa geri döndüğünde defteri de yerinden çıkardı ve kapağını gördüğünde onun yirmili yaşlarında yazmış olduğu bir günlük olduğunu hatırladı. Sarı kaplı bu defteri açmadan önce neler yazdığını da hatırlamaya çalıştı ama yaşı ilerledikçe hafızasında yavaş yavaş eksiklikler meydana gelmeye başlamıştı. Kapağı çevirdiği andan itibaren geçmişin deryasında kayboldu. Bir âh çıktı yüreğinden, fakat bu âh hüzün veya sitem içermiyordu. Hatta geçmişe dair bir hasret de değildi. Yalnızca, yaşanmışlıklar mutlu da olsa onun gözlerini dolduruyordu. Toprağın aldığı sevdikleriyle birlikte, sanki bulutlar üzerinde sekermişçesine İstanbul’u köşe bucak yaşayışlarını hatırladı. Derin bir iç çekip saate baktı, başını pencereden dışarıya uzatınca onu gördü. Arslan Bey; başında kasketi, bir elinde bastonu ve bir elinde market poşetiyle eve yaklaşırken camdan bakan sevdiğine gülümsüyordu. Bu gülümsemeye nail olabilmek, kaç sene geçerse geçsin Aysima Hanım’ın hoşuna gider, masum bir cilve ile o da geri gülümserdi. Arslan Bey ilk bakışta sert bir mizaca sahip biri gibi görünüyordu, aslında bunun pek de yalan olduğu söylenemezdi. Muhtar, vakur duruşunu ondan almış olmalıydı. Yine de onu uzaktan yakından tanıyan herkes bilirdi nasıl samimi biri olduğunu. Mahalledeki her esnafa, her çocuğa selam vermeden eve dönmezdi. Aysima Hanım, merhameti ve şefkati yüreğinin her yerini kaplamış bir ruh görüyordu eşine her baktığında. Bu sevgili ruh, ona tam elli altı sene ömür yoldaşı olmuştu. Arslan Bey bastonunu yerine koyarken “Saksıların toprağını değiştirecektik, çıkıvermiş aklımdan…” deyince ikisi de gülümsedi, bu unutkanlık hâli son zamanlarda ikisini de ele geçirmişti.

Aysima Hanım, “Bak, ne buldum…” diyerek günlüğünü eşine uzattı. Bazı sayfaları beraber doldurmuşlardı. Arslan Bey, hanımının ısrarları sonucu bir ara günlük tutmayı denese de becerememiş, onun günlük sayfalarında ona eşlik etmişti. Okurken birlikte daldılar bu sefer maziye. Bir yaz akşamının sessiz rüzgârlarında nasıl taze heyecanla yürüdüklerini, denizdeki yakamozları birbirlerinin gözlerinde nasıl gördüklerini okuyorlardı yazdıklarında. Elbette bu okudukları onlar için bir “hatırlatma” sayılmazdı çünkü elli altı yılın tek bir gününde dahi muhabbetleri eski yaz günlerine dair özlem içermeyi gerektirmemişti. Onlar, beraber büyüyüp beraber bir ömre sığmışlar, sevinç ve heyecan türkülerini yalnızca gençliklerinde harcamamışlardı. İki evlat, yakında gelecek olanla birlikte iki torun, iki kedi ve bir de elbette köpekleri olan Torun ile geçen yaşamları onları kalben yormamış, aksine ruhlarını tazelemişti. Onların arasında, sükûnet içindeyken dahi bir muhabbet vardı. Seneler evvel taşındıkları bu evin önünde, her mevsime birlikte şahit olurlardı. Bahçelerindeki erik ağacı ya yaprak döker, ya çiçek açar ya yeşillenirdi. Yaz kış fark etmez, onlar her zaman baharı yaşamlarına sığdırmasını öğrenmişlerdi.

Günlüğe bakarken yer yer gülüyorlar, yer yer de tüm bunları nasıl bir güne sığdırdıklarına hayret ediyorlardı. O esnada dışarıdan Torun’un havlama sesleri duyulunca Arslan Bey yerinden kalkıp bakmaya gitti. Torun, onun zayıf noktasıydı. Onu sahiplenmeye karar verdiği günden beri ona Torun diye sesleniyordu. Senelerce beslediği köpeğini kaybettikten kısa bir süre sonra karşılaşmıştı onunla. Bir gün peşine takılmış, o zamandan beri de etrafından ayrılmamıştı. Karşılaştıklarının ertesi günü mahalleye gelmişti Torun, birkaç gün sonra da sokaklarının başına, daha sonra da evlerinin önünde bir yaşam kurmaya başlamıştı. Ara sıra kaybolsa da kendini hiç unutturmuyor, ev sahiplerinin gözlerinin ta içine bakıyordu. Gel zaman git zaman da bu alışkanlığını oturtmuş, evin önünden ayrılmaz olmuştu. Arslan Bey neredeyse evlat acısına denk bir hüzün içerisinde olduğundan, yeni bir köpeği tam olarak sahiplenmeyi yüreği kabul etmiyordu. Fakat farkında olmadan Torun, adamın kalbindeki yerini sağlamlaştırmıştı. Ona mutlaka yemek ve su verirlerdi, hatta Arslan Bey ara sıra onunla sohbet bile ederdi. Ona asla evlat acısını hafifletecek bir şey olarak bakmıyordu, Torun ona yeni bir dost olmuştu. Aysima Hanım da çok sevmişti onu, gerçi eşi ne severse o da onu severdi ya zaten… Ve böylece ailenin bir üyesi olmuştu Torun. Peri, Torun’un sesine ve gülüşmelere uyanıp meraklı gözlerle deftere yöneldi. O; günün birkaç saati uyanıktı yalnızca, o saatlerde de ya kendini sevdirmek için evdekilerin dizlerinin dibine yatıyor ya da yemek yiyordu. Gerçi bir keresinde Aysima Hanım gecenin bir yarısında su içmek için uyandığında onu pencereden dışarıyı izlerken görmüştü de anlam verememişti, onun da böyle bir keyfi vardı demek ki.

Böyle bir yaşamdı onlarınki de… Günlük sayfalarında elbette ihtişamlı yenilgileri, kapıldığı ayazları da vardı. Elbette zaman zaman onlar da düşmüşlerdi ancak hayat da buydu ya işte. Düşmesini kalkmasını bilerek, birbirlerine yaslanarak ve hayatın ayrıntılarındaki huzuru, keyfi yakalayarak doldurmuşlardı bir ömrü.

YAZAR

Zeynep Gökçe Azman

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir