Yaşamaya Cüret Et!

Bu başlığı seçmemin sebebi Emile Zola’nın, Dreyfus davası ile ilgili dönemin cumhurbaşkanına ithafen yazdığı “J’accuse” adlı açık mektubudur. İtham ediyorum/ suçluyorum manalarına gelen bu ifade; bir hakikati en üst perdeden, eğmeden, bükmeden dile getirmenin açık örneğidir. Hayatsızlıkla itham ediyorum!

Sözün güzelliği hakikati içermesindedir. Onu sıra dışı ifade edebiliyor olma becerisinde değildir. Cümleyi daha güzel kurabiliriz ama bu, gerçeği değiştirmez. Yazıya, Kant’a ait olmamakla beraber Aydınlanma Felsefesi ve Kant ile özdeşleşen “Sapere aude” ile başlayalım. Sosyal bilimciler “bilmeye cüret et” yahut “aklını kullanmaya cüret et” şeklinde mana verirler. Kalpleri ve akılları bilgiye sağır kesilmiş bir çağın insanına hitaptır bu. Fakat bu ifadeyi Kant’ın nazik davetini kabul ederek ve cüretkâr bir tavırla güncellemek gerektiğini düşünüyorum. Yaşamaya cüret et! Hayatı başkasının gözüyle seyreden her göz, bitkin ve yorgun bir şekilde kendisine geri döndüğünde hayatsızlıktan başka hiçbir şey görmeyecektir. Bu cüretimi kelimelerin de birer kaderleri olduğu ve değişebileceği düşüncesine borçluyum. Evet, yaşamaya cüret et! Davet ettiğim şey budur. Taşkın bir coşarlıkla dalaşmak, dalaşmak… Dalaşmak yeni bir âleme. Şairin “kanın karışmalı kâinatın o büyük dolaşımına” dediği gibi.

Oğuz Atay, romanın işlevi üzerine “kainattaki yerini tespit, eşyayla münasebeti tayin ve kendini ifade” diyor. Bunlar, bir insanın kendisini kucağında bulduğu cemiyet hayatı içerisinde sıhhatli bir varoluşu olanaklı kıldığı gibi kolektif bilinçten ayrılıp bireyleşen kişiler için de kalplerdeki vazgeçilmezliğin adıdır. Dolayısıyla muhayyile düzeyinde kalsın ya da us düzeyine çıkabilmiş olsun, bir yaşamın varabileceği en yüksek hakikat insanın değil dünyanın ölümlü olduğu gerçeğidir. Bu gerçek ise örtülü bir anlamın dışa çıkması, kendi kendisini gerçekleştirmesidir. Kim olduğunu düşünmek üzerine düşünmektir. İnsanlığın ahlaki ve zihinsel gelişim seyrini baz alarak yapılan sınıflandırmalardan biri de şudur: Homo Sapiens: Düşünebilen canlı demektir. El ve dil ile diğer canlılardan ayrılan insanı tarif eder. Homa Faber: Alet yapabilen insan demektir. İnsanın tabiat karşısında dehşet bir korkuya kapılıp kendini çaresiz ve güçsüz bulmasının sonucudur. Tabiat kuvvetleri ile savaşan ve onu beşerin emrine ram eden insan “homo faber”dir. Homo Moralis: Bir ahlak konusu olarak insanı anlatır. Homo moralis inancın öznesidir ve hedefidir. Kâinattan halikini sorar, onu müşahede eder. Öteki ile ilişki kurar. Benliğimizin kuruluşunda “öteki”ne duyduğumuz ihtiyaç “homo moralis”le ortaya çıkmıştır. İnsanı sosyal bilimlerin konusu yapar. Yaşamı soluklanmaktan ayıran şey beşerin “homo faber”den “homo moralis”e geçişidir. Bu eşik, sanatı ve müziği var eden ve onu anlamlandıran bir eşiktir. İnsanoğlu acı karşısında böğürmeyi terk ettiğinde müziği, alet ilmi ile tabiat kuvvetlerini emrine ram ettikten sonra tabiatı taklide yeltenerek sanatı keşfetmiştir. Çünkü sanat, dünyanın mükemmel olmadığı gerçeğini kavramakla başlar ve onu katlanılabilir kılma aracıdır. Tarkovski, sanatın “acı gerçekler üzerine çekilmiş bir set” olduğunu söyler. Gerçeklikten kaçma değil onu görmemezlikten gelmektir. “Dünyadan kaçanlar dünyayı bilenlerdir” diyorum ben de. Çünkü kaçmak korkuyu, korku ise bilmeyi gerektirir. Bu mirası “homo moralis”e borçluyuz. Bu tasnif, medeniyeti Doğu ve Batı diye ayırmıştır. Nitekim Batı medeniyeti “homo faber”i temsil etmiştir. Tabiat ile cebelleşmiş, bilim ile ilerlemiştir. Sanatın Batı’da daha çok göze hitap etmesi duyu organlarının medeniyet ile ilişkisi açısından ehemmiyet arz eder. Batı, resmin ve heykelin kendisinden nebean ettiği kaynak olmuştur. Tabiatı göz ile takip etmiştir çünkü korkularından ve tabiattan emin olmak istemiştir. Doğu ise musikinin vatanıdır. Tabiatı düşman bellemediği için gözlemlemek yerine onu dinlemiştir. Gözden ziyade kulak ve kalp ile tabiatın raksına kapılmıştır ve daha çok “homo moralis”tir. Hem Aristo hem Platon’a göre işitsel olan görsel olandan daha yakındır hakikate. Bütün bu keskin sınırların nihai durağı sezgi ve hikmet arasındaki farktır. Fakat uzatmamak gayesiyle “kimse görmek istemeyen kadar kör olamaz” demekle iktifa ediyorum.

Bu girizgâhtan sonra cihan harplerinin sosyoloji ve psikoloji üzerine etkilerinden birkaçına değinip kendisinden tebahhur etmeyi murat ettiğim deryaya dalmak isterim. İki dünya savaşının ortak noktalarından biri de absürt mizahı geliştirmesidir. Albert Camus absürt kelimesini “uyumsuz” olarak tarif eder. Burada yalnızca şuna değinmek istiyorum: Yaşama dair bir yargıya varmadan yaşamak mümkün değildir. Bu hayatsızlığın kaynağı, ne inanç olarak ne felsefi olarak yaşam hakkında bir yargıya sahip olmamaktan gelir. Mizah, dolan zekânın taşmasıdır. Hayatın doğal seyrinde oluşmuş ve alışılagelmiş dramatik yapı/kod/çizginin bir yabancılaşma ile kırılmasıdır. Dramatik terimi, anlam olarak başı, sonu ve ortası olan bir eylem bütünlüğünü ifade eder ve tiyatral bir terimdir. Alışılmış dramatik yapıya uygulanan yabancılaşma mizahın türünü belirler. Politik bir yabancılaşma uygularsak politik mizah olur. Evet, güldüğümüz an duruma yabancılaştığımız andır. İnsan olarak bir durumu kendimizden uzaklaştırarak ona güleriz.  Absürt ise uyumsuz demektir. İnsanın öldürücü yalnızlığa rağmen dünyada bulunması ve herhangi bir anlamı kavrayamaması hâlini ifade eder Camus’a göre.  Özellikle dünya savaşlarından sonra Marx’ın katı olan her şey buharlaşıyor dediği gibi her şeyin anlam kaybına uğraması sonrası oluşmuştur. Çünkü yoğun yanılgılar çağıdır. Evine, kalbine, şarkısına ve o kâinatın o şarkısına dönemeyenlerin çağı. Psikolojik rahatsızlıkların yoğunlaştığı zamanlar. Öldürücü yalnızlığın iki ucu vardır: mizah ve intihar. İşte burada keskin zekâların yaşama tutanmak için yaşamdaki her şeyi -yaşamın kendisini bile- güldürüye konu etmeleri absürt mizahın kendisidir. Var olan o korkunç yalnızlığı zekâ ile alt edebilme becerisidir. Alt edemezse bile o durumun bir parçası olmadan yaşamaya devam edebilmeye dair verilen bir fikirdir. İşte gerçeğin esrarına vakıf olandır ki kaliteli ironi yapar.

Sanırım asıl soruna gelecek kadar konuyu dağıttım. Hayatsızlık. Beşeri neredeyse bütünüyle kendisine mahkûm etmiş bir neşesizlik hâli. Ergen ruhların engin gayeleri kuşatamaması. Kuşatılamayan şey manalandırılamaz. Özellikle inananlar arasında gözüken inananların ise daha çok kadınları arasında gözüken meşum bir hastalık.  Kâinatı hayranlık ve hayret ile seyretmeme durumu. Çünkü seyretmek istediğimiz nesnenin dışına çıkmadıkça onu seyredemeyiz. Parçası olduğumuz bütünü göremeyiz fakat bakabiliriz. Hayatı daima başkasının gözüyle görme, onu ıskalama… Iskalama yani aldanmak. Hayatın kendisine sunduğu doğal artılar ile yetinme, zihnen körelme. Rasyonel olmayı, duygularını gizlemeyi ihtiyat belleme. Kalpsizliği ihtiyat bellemiş bir ihtiyar kalp otağı ve bunu tecrübe zannetmenin gafleti. Galiba Freud doğru söylüyor: Kalbiyle bağlantısını kaybetmiş bir insana tecrübeli denir. “Homo faber” ile başlayıp “homo moralis”e uzanan o muhteşem rüyayı korkunç bir kâbusa çeviren işte bu hayatsızlık hastalığıdır. Hayret duygusunun kaybedilişidir. Çünkü hayret ettiğimiz durumun gafleti içinden çıkarız. Bir şeye hayret etmekle o şeyi bilmediğimizi ve fakat bilmek istediğimizi kabul ederiz. Evet, hayretin ve empatinin yitimidir bu. Ahmet Hamdi “İnsan doğduğu günden beri mağluptur, şefkate muhtaçtır.” diyor. Evet, çünkü yaşamaya maruz kalmıştır. Fakat bu mağlubiyet kabız bir hayatı zorunlu kılmaz. Nitekim yine Ahmet Hamdi “Cesaret edebilseydim, Tanzimat’tan beri bir nevi oedipus kompleksi yani bilmeyerek babasını öldürmüş adamın kompleksi içinde yaşıyoruz, derdim.” diyor. Tanzimat’tan beri yaşadığımız serüveni iki kelime ile özetleyebiliriz: aldanmak ve aldatmak. İki kelimenin kaderi hayatsızlıkla eştir. Şark’ın her hücresine kadar sinmiş, hazmedilmiş bu hastalık insanlığı sükûta uğratmış ve beşeriyet nakıs olmuştur. Yaşadığı bir hayatı olmayanın kendisini ifade edecek bir dili de olmaz. Yaşamın olmadığı yerde dil, dilin olmadığı yerde hafıza ve anılar olmaz. Kelimelere yabancı hatta onlara düşman bir dünya. Anılar yok, her şey hızlıca yaşanıp bitmiştir. Her şey tene özgüdür. Etin ete hasreti. Yabani insanın düşünmeye ve aşka ihtiyacı yoktur, vakti de yoktur. Çiftleşir geçer. Oysa kanımızı kaynatan derinliktir ve bize bellek kazandıran şey yavaş olmaktır. Bilincin derinliği, hafızanın kuytuluğu ve idrakimizin en girift noktaları yavaş ve akışında bir yaşam ile var olur.  Turgut Uyar’ın sözünü değiştirerek şöyle demek istiyorum: Her şeyin bir anda olmasını istemenin her şeyi bitirdiği… Özellikle inanan kadınların bu hayatsızlığı iffet zannetmesi ne büyük bir yanılgı. Bugün, hakikat rejimleri tanrı egemenliğine dayanmayan, dünyayı materyalist felsefe ile algılayan insanların yaşamı daha ciddiye aldıklarını, günahıyla sevabıyla daha mutlu olduklarını görürüz. Oysa inananlar sanki inançları hayatı yaşamayı yasaklamış, mutsuzlukla emrolunmuş gibi zorlama bir hayat içindeler. Toplumsal kod, kolektif bilinç, ataerkil yapı gibi tarihten tevarüs edegelen ve kadınları hayatsızlığa iten realitelerin olduğu hakikattir. Fakat hayatın zihinde başlayan bir istek, kalpte oluşan bir heyecan olduğu da bir hakikattir. Neticede kadını erkeği soylu olmayan bir giz yaratmakla hayattan ve onun getirilerinden uzak kalmayı tercih ettiği bir huzursuzluk, bir keşiş hayatı. Dünyayı tanımadıkları için de onun maskarası olmuşlardır. Çünkü bu uzak kalış bir soyutlanma, bir bilgece tavır değildir. Aksine statüsünü kavrayamadığı, ona benzemeden yani ona rağmen yaşamayı beceremediği bir oyalanma hâlidir. Tabii bu durum medeniyet ile de ilişkili. Ne doğulu kalabilmiş ne batılı olabilmiş bir medeniyetin evlatlarıyız. Piç bir medeniyet. Aklı batılı, kalbi doğulu. İki medeniyetten de dilediğini sömüren ürkütücü bir uğursuzluk. Ne kendisi kalabilmiş ne başkası olabilmiş. Acılarıyla, zilletleriyle kendisi ama hayalleriyle, istekleriyle bir başkası. Bu yüzden bütün karmaşa. Bu yüzden bütün aldanma ve acılar. Henüz vakit varken bile değişmemeyi istemenin bayağılığı. Hayata niçin geldiğini bilmeyenin hayatı, hayata mana vermeye çalışmakla heba olur. Bizler hayata ona bir anlam yükleme borcuyla gelmiyoruz. Ama ona dair bir yargımız olmalı ve bu yargı kendimizi hayatın neresinde gördüğümüz ile yakından ilişkilidir. Çünkü hayat ve varoluş bir şey ile mukayyet değildir. Ne bir şeye sahip olmak ne de bir şeye karşı olmak, bunlar değildir yaşamı var eden. Varoluşumuzu kendisine bağlayacağımız şey ne olursa olsun o şeyle olmayışımız yokluk demektir. Kendi varlığımızı neden bir şeye karşı olmaya ya da bir şeye sahip olmaya borçlu olalım? Yaşamak kendisiyle olduğumuzda kendisini var edendir.

Oysa bugün hukukçuların teferruatta boğulup daima gevezelik yaptığı (bir yerde iki hukukçu varsa orada en az üç görüş vardır), edebiyatçıların sözün şehvetine kapılıp bir şeyi sadece sıra dışı ifade edebilmiş olmakla kaldığı gerçeği. Bu iki grup insan, izbe yerlerde yabancıları aralarına almamak şartı ile buluşurlar, gülüşürler ve insanlığı katiyen ilgilendirmeyen konular hakkında yazı yazarlar. Öyle olmayanları da var elbette. Entelektüellerin -ki en entelektüel hayatını kafası ile kazanan kişidir- fikirleri ile tezat bir yaşam içinde olduklarını görürüz. Edward Said’in entelektüel eleştirisini anıyorum. Şimdi soruyorum mukaddesatını kaybeden bu aydınlar neyin özlemi içindeler? Politikacıların, güzeli gizemli olanda, basit olanda değil aşikâr olanda aradıkları bir çağ. Meclis kürsülerinde halkın zekâsını aşağılayan demagoglar. Âlimlerin, bilimden ve dünyadan habersiz oldukları ve bizi kendilerinin bile bilmedikleri dünyadan uzak tutmaya çalıştıkları -gerçek âlimlerin yalnızlığa mahkûm edildiği- , bilim insanlarının ise muhteşem saraylara bakıp haliklerini soran bir seyyah bile olamadıkları tuhaf zamanlar. Kadınların şiddete maruz kaldığı ve fakat ona rağmen tercihlerini yine şekil üzerinden yaptıkları bir anlamsızlık, bir kaçamama durumu kendi arzularından. Erkeklerin “homo faber”e döndükleri, güçten başka bir şey istemedikleri bir koşuşturmaca. Eşine, çocuğuna, çevresine otorite ve hâkimiyet tesis etmenin hayat gayesi olduğu gerçeği. Toplumsal hayatta statüsünü sorgulayan, insanca yaşamı talep eden kadına, otoritesi sorgulanan bir kral edasıyla tepki vermesi erkeklerin. Galiba Platon’un mağara alegorisinde yaşıyoruz. Gözlerimiz acıyor çünkü onları ile defa kullanıyoruz. Bu replik bir flimden. Mağaradan çıkış sonrası beşerin güneşle ilk karşılaşmasını ifade eder. Size bu sunduklarım mağaradakilerin çığlıklarıdır. Kulak verin, sesleri ürperti veriyor insana. Sözlerin en güzelini söyleyen Allah Resulü şöyle buyurmuştur “Rabbim bana tükenmez hazinelerinden yaşam huzuru bahşet.”. Rahatlıkla diyebilirim ki hudutları meçhul mahiyeti kaypak bir kelimedir artık yaşamak. Oysa coşmak lazım, diyor Saint-Simon. Yaşamak lazım. Hem zirvelerde hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen bir at gibi. “Yaşamak yaralanmaktır, yaralanmak da güzel.” (Cemil Meriç) Başarı kadar başarısızlığı da inanmak. “Kolay gelsin hemşehrim” demek bir esnafa, yağmur sonrası toprağın kokusunu çekmek, renkleri sevmek, dalmak düşlere bir müzik eşliğinde. Kendini kendine yeterli görmeden yürümek kenardan, bir atı bir kuşu sevmek, basit olanın içinde meknuz olan o güzelliği keşfetmek, çalışmak en azından. Beyaz rengini sevmek mesela ne güzeldir. Hatıralaşan acılara sadakat, vefa ne ender güldür rakik durur insanda. Tecrübenin iyisini de kötüsünü de yazgıdan bilmek, bırakmak kendimizi yazgının o güzel boyasına. Hafız Burhan’ın bir yaz gecesine eşlik etmek, Münir Nurettin ile “beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın” demek ya da “uy bizim garip Mahzuni şurda burda heder oldu”ya ortak olmak ne güzeldir. Geçmiş pişmanlıkları yeni korkulara ulayarak yeniden ayağa kalkmak, yeniden örselenmek ne güzeldir. Ne güzeldir şu âlemde dilediğini dilediğince düşünmek, sonra da ölüp gitmek. Öl. Yazıya Cemil Meriç’in şu alıntısı ile son vermek istiyorum. Ruhu şad olsun. “Ve insanlar Homeros’un cennetindekiler gibi kucakladın mı kayboluyorlar. Hepsi birer gölge. Teneke bile değiller. Sevgi garip bir yangın. Yaşaması için büyümesi gerek. O yangına her şeyini atacaksın; zamanını, gururunu, dehanı. Ve kül olacaksın. İnsanlar ondan korkuyor, ondan yaşamıyorlar. Sonsuz karşısında cücenin korkusu.”

Rahatsız olduysan yeni bir dünya yaratmak zorundasın!

YAZAR

Uğur Enes Kızılboğa

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir