İç Politikadan Memnun Değil Misin,
Yallah Azerbaycan’a Sefere!

Mart 1917’den beri iç karışıklıkların yaşandığı Rusya’da, Ekim Devrimi’yle birlikte, Petrograd’te Bolşevikler tarafından geçici bir hükümet kuruldu. Bu hükümetin ilk icraatlarından birisi Büyük Savaş’tan çekilme kararı oldu. Bolşevikler ile İttifak Devletleri arasında barış görüşmeleri başladı.

Brest-Litovsk’ta yapılan barış görüşmeleri toplam dört turda sonuçlanabildi. Görüşmelerin bu kadar uzun sürmesinin sebeplerinden birisi ise Bolşeviklerin barış görüşmelerinde toprak vermek istememesi nedeniyle barış görüşmelerini tıkaması, İttifak Devletleri’nin savaş yorgunluğundan faydalanmak istemesiydi. Görüşmelerin üçüncü turundan da bir sonuç çıkmaması üzerine Almanya ve Osmanlı orduları eşzamanlı olarak Rusya üzerine ileri harekâtta bulundular. Almanya’nın yaklaşık dört günde Rus toprakları içerisinde yaklaşık 250 kilometrelik bir ilerleme kaydetmesi ve Osmanlı birliklerinin de Kars, Ardahan ve Batum’u geri almasının ardından Bolşevikler, İttifak Devletleri’nin isteklerine razı oldu ve 3 Mart 1918 tarihinde Brest-Litovsk’ta barış antlaşması imzalandı.

Osmanlı Devleti savaşın son yılında, Rusya’da yaşanan iç karışıklıkları da fırsat bilip Kafkasya’daki otorite boşluğunu kullanarak Bakü’ye kadar ilerlemeyi ve Kafkaslar’da, Rusya’yla kendisi arasında “set” görevi görecek bir tampon devlet kurmaya çalışıyordu. İttihatçı liderlerin bu planlarına bölgede görev yapan subaylardan karşı çıkanlar da oldu. Bunlardan birisi Vehip Paşa’ydı. Vehip Paşa, Kafkasya Müslümanlarının güvenilmez olduğunu ve bölgenin er ya da geç tekrar Rus kontrolüne geçeceğini belirterek Enver Paşa’ya çektiği telgrafta, “Hülasaten arz ediyorum ki, Kafkasya’daki harekât ile devlet bir acıklı çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Devletleri batırmak veya korumak bugün elinizdedir.” sözlerini sarf etmiştir. Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin 1918 yılındaki durumu hiç de iç açıcı değildi. Kudüs’ün 9 Aralık 1917 tarihinde kaybedilmesinin ardından yaklaşık 10 ay içerisinde İngiliz birlikleri, Halep önlerine kadar gelmişti. Yani İngilizler 10 ayda 700 kilometrelik bir mesafe kaydetmişlerdi.

Osmanlı’nın Güney cephelerinde bu kadar büyük bir yangın varken Kafkaslara ilerlenmesi ne kadar mantıklıydı? Kafkas İslâm Ordusu, bölge halkından da büyük destek alamıyordu. Nuri Paşa, 28 Mayıs 1918 tarihinde kardeşi Enver Paşa’ya çektiği telgrafta “Gençlerden silahaltına 30 bin kişi gelmesi beklenirken bunun yerine ancak 37 kişi gelmiştir.” diye sitemde bulunurken iki gün sonra çektiği bir başka telgrafta, “Güney Kafkas İslâmları çok söyler az yapar. Keyfine düşkün, parayı haddinden fazla seven adamlardır.” sözlerini kullanmıştı.

Bölge halkından istenilen desteğin gelmemesi bir yana, Osmanlı birlikleri Batum üzerine yürürken Müsavat Partisi üyelerinden Şafi Bek Rüstembekov; İslâm dininin Kafkasya Müslümanlarını, Müslüman olan Osmanlı kuvvetlerine karşı savaşmaktan men ettiğini ama bu savaş durumunda Güney Kafkasyalı yol arkadaşlarını destekleyeceklerini ifade etmişti. Yani Müsavat Partisi bile Osmanlılara karşı Gürcüleri destekliyordu.

Kafkas İslâm Ordusu’nda yer alan askerlerin sayısı yaklaşık 10 bin civarındaydı. Bu birlikler Kafkasya yerine Suriye-Filistin Cephesi’ne gönderilseydi, Mondros Mütarekesi öncesinde Osmanlı Sınırları belki de Halep’in çok daha ötesinde olacaktı. Çünkü Kafkasya’ya gönderilen birlikler kalifiye askerlerden oluşuyordu. Bu birliklerin belki de en önemlisi, Romanya’nın Avusturya-Macaristan’a saldırması üzerine Avusturya-Macaristan’a destek olmak için Romanya’ya gönderilen XV. Tümen’di.

Brest-Litovsk’ta kazanılan başarılar nedeniyle Osmanlı’nın doğu sınırları 1877-1878 Osmanlı-Rus savaşı öncesindeki hâle dönmüştü. Bu başarıyı Feroz Ahmad, “Brest-Litovsk’tan sonra İttihatçı yönetim, imparatorluğun görkemli günlerini hatırlatan bir şekilde önemli bir bölgesel güç gibi hareket etmeye başladı.” sözleriyle ifade ediyor. Bu güç sarhoşluğu nedeniyle Kafkas İslâm Ordusu’nun yaptığı ileri harekât sonucunda Bakü ve Dağıstan her ne kadar ele geçirilse de; 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nin ardından Osmanlı birlikleri Kafkaslardan çekilmiş, Osmanlı desteğiyle kurulan Azerbaycan Cumhuriyeti ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti kısa bir süre sonra tarih sahnesinden silinmişti.

***

100 yıl sonra…

AKP, her totaliter rejimin yaptığı gibi halk desteğini kaybetmeye başladığı andan itibaren toplumu kutuplaştırmış, milletin manevî değerlerini sömürerek kurduğu rejimi güçlendirmeye çalışmış ve bunu hâlen yapmaya devam ediyor.

2007 seçimleri sonrasında Türk Ordusu’nun şerefli subaylarına Poyrazköy, Ergenekon ve Balyoz Davaları’yla kumpas kurarken, 1915 olayları için Ermenilere taziye iletirken, 14 Ekim 2009 tarihinde Bursa’da oynanan Türkiye-Ermenistan maçına Azerbaycan bayrağıyla stada girmek isteyenlerin ellerinden Azerbaycan bayrağı alınıp[1] çöpe atılırken yerli ve millî olmayanlar/olamayanlar, Azerbaycan’ı bir kez olsun düşünmeyenler, şimdi düşünüyor. Niye?

Erdoğan’ın Ermenilere taziye mesajı yayımladığı tarih: 23 Nisan 2014… Yani, TBMM’nin açılışının 96. yıl dönümü. Bir gün daha bekleyip 24 Nisan’da açıklama yayınlayamaz mıydı? Hâlbuki Ermenilerin tehcir edilmesi tarihi 24 Nisan değil. 24 Nisan 1915 tarihinde, Ermenileri isyana teşvik eden komite liderlerinden olan 235 Ermeni’nin İstanbul’da tutuklandığı tarih. Tehcir Kanunu bundan yaklaşık 1 ay sonra, 27 Mayıs 1915 tarihinde, 270 numaralı tezkeresiyle Dâhiliye Nazırı Talat Bey tarafından yayımlanmıştı.

Bu sözlerimden belki de Azerbaycan’a destek verilmemesi gerektiğini çıkartanlar olacaktır. Ben böyle bir görüşü desteklemiyorum ama Aliyev-Erdoğan işbirliğiyle bu işin başarıya ulaşacağını düşünmüyor ve samimiyetlerine güvenmiyorum. Karabağ’a yapılan harekât sonucunda zafer çığlıkları atan milliyetçi kardeşim, neyin zaferini kutluyorsun? Bizim amacımız Karabağ’dan Ermeni güçlerini çıkarıp da Rus güçlerinin gelmesini sağlamak mıydı? Suriye’de, Kırım’da, Güney Osetya’da bulunan Rus birlikleri bu sefer de Karabağ’a geldi. Evet, bu harekâttan en karlı çıkan devlet Rusya’dır. Hem de tek bir mermi atmadan!

Neyse… Ben sizin zafer gösterilerine, coşkunuza halel getirmek istemiyorum. Neo-Osmanlıcı politikalar nedeniyle Libya ve Suriye’nin iç problemlerine çomak sokulduktan sonra Suriye ve Libya’da olmayı, “II. Milli Mücadele” sayıyoruz. Yazık!

Sözlerimi Ferhan Şensoy’un “Seyircili Seyir Defteri” oyununda Tansu Çiller için kullandığı “Enflasyon azdıkça, PKK’yı vuruyor.” sözünden esinlenerek şu sözle bitiriyorum: Artık 90’larda değiliz; enflasyon azdıkça PKK’yı vurmuyoruz ama Suriye, Libya ve Azerbaycan’a gidiyoruz elhamdülillah!

[1] Stada Azerbaycan bayrağının alınmama kararı, FIFA’ya aittir.

YAZAR

Mustafa Kemal Kaya

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir