Bir Rindin Rumeli Seyahatnamesi
II

Sırbistan’da Bir Cevelan

Bir öğleden sonra vaktiydi Üsküp’ten yola çıktığımda… Arabayla uzunca bir yol gittim ve akşam saatlerinde Belgrad’a vardım. Sınırdan geçtiğim andan itibaren Avrupai bir ülkeye geldiğim belli oluyordu. Beyaz şehir manasına gelen Belgrad, düşük bütçeli Paris diye de anılır. Sava ve Tuna Nehirlerinin kesiştiği yere kurulan bu şehir gerçekten gidilip görülesi yerlerden biridir. Evliya Çelebi, Belgrad’ı ziyaret edince, “Belgrad, cennetten bir şehir gibi görünür.” demiştir ama ben Çelebi’nin bu sözünü biraz abartılı buldum doğrusu. Kadınlarının ise çok güzel, deyim yerindeyse huri gibi güzel oldukları bir gerçek. Çelebi’nin Belgrad için cennetten bir şehir gibi tabirinin etraftaki hurilerle bir alakası var mıdır bilinmez… Belgrad’da merkezi bir yerde konakladığım için yürüyerek bir şehir turu yaptım. Özellikle Nikola Tesla Müzesi’ne gittim ve hayranlıkla oradaki Tesla tanıtım seanslarına katıldım. İçeride alternatif akımı test etme fırsatını yakaladığım için şanslıydım. Nikola Tesla, alternatif akım elektrik üretme üzerine çalışmalarda bulunmuş fütürist bir mucittir. Tesla Müzesi’ne ilgi oldukça yoğundu, öyle ki insanları müzeye kafileler hâlinde sıra ile alıyorlardı. İçeride birkaç Türk ile de karşılaştık. Tesla Müzesi’ni gezdikten sonra yola koyuldum ve yol üzerindeki Türk Büyükelçiliğini ziyaret ettim. Kahve içip Belgrad hakkında konuştuktan sonra oradan ayrıldım ve meşhur Sveti Sava Kilisesi’ne gittim. Sveti Sava Kilisesi’ne hakikaten Ayasofya’yı andıran kubbeleri ile şehre güzel bir nüans katmış yerli ve yabancı birçok turistin uğradığı bir Belgrad simgesi denilebilir.

Kiliseden çıkıp şehri yürüye yürüye gezerek Knez Mihailova Caddesi’ne vardım. Knez Mihailova Caddesi oldukça ünlü ve bizim İstiklal Caddesi’ni andıran bir yer. (Ancak elbette Cadde-i Kebir’in[1] yerini hiçbir yer tutamaz.) Knez Mihaliova Caddesi’nde yürürken muhakkak bir dondurma alın… Sırplar dondurma konusunda oldukça iyiler. Caddeyi boylu boyunca yürüdüm ve Knez Mihailova Caddesi’nin sonunda Tuna ve Sava Nehirlerinin buluştuğu yeri gören yüksek bir tepede kurulmuş güzel bir kale olan Kalemeydan’ı gördüm. “Kalemeydan’ı bilmek demek, Belgrad’ın tarihini bilmek demektir.” denir. Kalemeydan’da gezip Damat Ali Paşa Türbesi’ni ziyaret ettim ve TİKA’nın çabalarıyla restore edilmiş bu türbede Damat Ali Paşa’nın ruhuna dua ettim. Sava ve Tuna Nehirlerinin kesiştiği yeri tepeden izledim ve manzara-i umumiyenin tadına vardım. Kalemeydan’da ve Belgrad’ın genelinde çok Türk’le karşılaştık. Hatta Kalemeydan’da memleketim olan Kütahya Tavşanlı’dan insanları bile gördüm. Belgrad’da Türkçe duymadığım bir an bile olmadı desem yeridir. Biraz daha manzaranın tadını çıkardıktan sonra ivedilikle şehrin diğer tarafına geçip nehir turu için gezi teknesine doğru yola koyuldum. Tam gün batımına denk getirmeliydim ki Sava ve Tuna Nehirlerindeki o kadim tarihi bünyemde hissedebileyim. Koşarak geçtiğim köprülerden ve yeşil ile iyi bir ikili oluşturan Sava Nehri kenarından teknelere doğru ilerledim. Sonunda gezi teknesine vardım. Tekne tamamen Türklerden oluşuyordu. Bir tur ile İstanbul’dan gelen kafilenin yer aldığı gezi teknesinde Sava ve Tuna Nehirlerini gezdim. Kalemeydan’ın tam önünde, Sava ve Tuna Nehirlerinin kesiştiği yerde bir dilek tuttum. Çünkü efsaneye göre Sava ve Tuna Nehirlerinin buluştuğu yerde ne dilek tutulursa gerçekleşirmiş… Bizim Türk kafilesi hazırlıklı gelmiş, Tuna Nehri’ni İzmir Marşı, Plevne Marşı ve Onuncu Yıl Marşı gibi marşlarımızla inlettik. Belgrad’da Türk’ün sesini haykırdık. Konaklayacağım yere döndüğümde akşam saatleriydi ve İngiliz bir arkadaşımız, bize güzel bir kıyak yapıp herkese yemek söyledi. Hostelde güzel bir muhabbet, hoş sohbet ettikten sonra yattım ve sabah kalkıp Sırbistan’ın kuzeyinde kalan bir şehre, Novi Sad’a gitmek üzere arabamla yola koyuldum. Belgrad için derler ki “Belgrad’ı her ziyaret ettiğinizde yüreğinizi alır ve saklar, ta ki tekrar gelene kadar…”

Novi Sad, “beyaz şehrin üzüm bağları” diye de bilinir. Çünkü şarabının oldukça enfes olduğu söylenir. Novi Sad, Sırbistan’ın Vojvodina bölgesinin de başkentidir. Mimarisi Belgrad’dan farklıdır. Bunun sebebi, şehrin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndan kalmış olmasıdır. Ben bir akşamüzeri Tuna Nehri üzerindeki köprülerden geçerek Novi Sad’a geldim. Sırbistan’ın çoğu yeri National Parklar ile kaplı ve kimi zaman yola bu parklardan devam etmek zorunda kaldığım için doğa güzelliğini de yakından görme şansım oldu. Novi Sad’ın kendisi kadar, Novi Sad’a gitmesi de ayrı güzeldi anlayacağınız. Tuna Nehri boyunca uzanmış bu şehir iki yakadan oluşuyor. Ben şehre gelince güzel bir akşam yemeği ziyafeti çektim ve kısa bir şehir turu yaptıktan sonra yürüyerek köprüden şehrin diğer yakasına geçtim. Petrovaradin Kalesi’nin de bulunduğu bu yakada kalenin altında bir müzik festivaline rast geldim. Şehir oluk oluk burada akıyordu. Novi Sad, bende yazlık ve şirin bir tatil şehri izlenimini yarattı. Her sokakta ayrı bir konser olan bu festival hakikaten eğlenceliydi. Şehrin bu yakasına gelmişken kaleye çıkmamak olmazdı. Kaleye çıkıp şehrin eşsiz Tuna Nehri manzarasını gördüğüm an oluşan hissiyatım hakikaten anlatılacak gibi değildi. Işıl ışıl şehir ışıkları eşliğinde Tuna Nehri ayaklarımın altında ve benim dilimden Yahya Kemal’in Akıncılar şiirindeki şu beyitler dökülüyordu:

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle,
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle…

Konaklamak için kalacağım yere gidip yattım ve ertesi sabah erkenden Novi Sad’ın içimi kıpır kıpır eden ve fevkalade mutluluk veren sokaklarında dolaşmaya başladım. Güzel bir kahvaltının ardından meşhur Jovan Jovanovic Caddesi üzerinde yürümeye başladım. Güzel kafelerin ve mağazaların bulunduğu bu meşhur sokak hakikaten de büyüleyiciydi lakin asıl büyüleyici olan ve sihirli bir yer ise Trg Slobode Meydanı idi (Özgürlük Meydanı). Bu meydan etrafında bulunun mimari yapıları ile hakikaten eşsiz bir yer. Meydanda bulunun Roma’dan kalma “Meryem’in Adı Kilisesi” ya da Novi Sadlılar’ın da dediği gibi kısaca “katedral”, mimarisi ve büyüklüğü ile adeta şehrin simgesi hâlinde. Mimarisi ile dikkat çeken belediye binası da gene bu meydandadır. Ben şehrin bu tarafını sabahtan öğle saatlerine kadar yürüyerek ve içim kıpır kıpır vaziyette gezdim. Tuna Nehri kenarındaki Štrand Plajı’na gitmek için gene Jovan Jovanovic Caddesi’nden yürümeye başladım. Bu cadde üzerinde bir dondurmacı var ki… Oldukça lezzetli ve harikulade dondurması var. MORITZ EIS isimli bu dondurmacıda özellikle siyah limonlu dondurma yemenizi tavsiye ederim. Bu dondurmacıda hatıra defterinin olduğunu görünce kalemi elime alıp iki cümle yazmazsam olmazdı…

Arabaya atlayıp Tuna Nehri kıyısında kurulan plaja, Štrand Plajı’na gittim. Bu plaja giriş ücretli olmakla birlikte, ücret tamamen simgesel ve komik bir rakam. Türk parası ile neredeyse 1 Lira gibi bir rakama tekabül ediyor. Yeşil ile iç içe olan bu plaja hayran kalmamak mümkün değil. Tuna nehrinin iki yakası boyunca uzanmış villalar ise “Ah keşke şurada bir yazlığım olsa da her yaz gelsem!” dedirtecek cinsten. Meşhur Tuna Nehri’ne girmeden Novi Sad’dan gitmek olmazdı, kulağımda arka fonda Plevne Marşı çalıyormuş edasıyla girdim Tuna Nehri’ne. İnanılmaz heyecanlı hissediyordum ve Sırbistan’a, özellikle de Novi Sad’a gelmiş olmaktan dolayı çok mutlu ve mesuttum. Herkes ailesi veya arkadaşları ile Tuna’nın ferah sularında serinliyordu. Bu hatıra bende de ölümsüz olacaktı artık. Sırbistan’ın kuzeyinde, Avusturya-Macaristan esintilerinin olduğu bu romantik Sırp şehrini fevkaladenin de fevkinde beğendim. Hatta muhakkak bir gün tekrar gitmek istediğim nadir şehirlerden bir yer oldu. Bu güzel şehirden bir ikindi vakti ayrıldım ve Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’ya doğru Sırbistan’ın o güzel mi güzel yollarından ilerlemeye başladım.

 

Saraybosna’da Bir Çelebi

Bir ikindi vakti yola çıktığım Sırbistan’dan, uzun bir yolculuktan sonra akşamın geç sayılabilecek vakitlerinde Saraybosna’ya vardım. Saraybosnalılar henüz sokaklardan evlerine çekilmemişlerdi. Saraybosna sokaklarını gezdikçe kendimi Bursa’da gibi hissetmeye başladım. Aslında Eskişehir’in Odunpazarı’nı da andıran Saraybosna, Türklerin de yoğun yaşadığı bir şehir. Türk kültürünün etkisini her yerde hissetmek mümkün. Hatta bazı Boşnaklar, bazı Türklerden daha yoğun bir Türk kültürünü hayat felsefesi olarak benimsemişler ve öyle yaşıyorlar. Saraybosna, Avrupa’nın Kudüs’ü olarak da anılır. Şehir kozmopolit de bir yapıya sahip. Saraybosna’da “Beyaz Tabya” olarak bilinen bir Osmanlı Kalesi vardır. Evliya Çelebi’ye göre Sultan Fatih ilk bu kaleyi fethetmiştir. Kaleyi de adımlayan Çelebi, “Kale çepeçevre 400 adımdır. Kaleden aşağıya şehir açıkça görülür ki her hanesi sayılır.” der. Uzun bir yolculuğun ardından Başçarşı’da bir şeyler atıştırdıktan sonra uyumak için konaklayacağım eve geçtim. Başçarşı’ya 10 dakikalık yürüme mesafesinde olan eve gitmek için biraz yokuş çıkmak gerekiyordu. Bu yönüyle de Saraybosna bizim Karadeniz’e benziyor. Yokuşları bol ve yeşil bir şehir… Sabah erkenden uyanıp kendimi Başçarşı sokaklarına attım. Şehrin en hareketli yeri olan Başçarşı, 15. yüzyıldan bu yana Saraybosna’nın kalbi sayılır. Evliya Çelebi de “Tamamı 1080 adet güzellik pazarı dükkânlardır. Ama gayet süslü, şirin ve sıralı yapılmıştır.” demiştir.

Başçarşı’nın hemen başında şehrin simgesi hâline gelen Sebil Çeşme bulunuyor. Veli Hacı Mehmed tarafından 1753 senesinde İstanbul’daki sebil çeşmeler örnek alınarak yaptırılmıştır. Bir buluşma noktası olan bu Sebil Çeşme’nin etrafı kuşlar ve onlara yem atan insan manzaraları ile bir iç huzur veriyor. Başçarşı’nın tam ortasında bulunan, Mimar Sinan’ın inşa ettiği Gazi Hüsrev Bey Cami de oldukça güzel bir camidir. Bosna Sancak Beyi Gazi Hüsrev Bey’in inşa ettirdiği külliyenin bir parçası olan bu cami hakkında Evliya Çelebi de şöyle söyler, “Bu cami, ruhaniyetli büyük bir camidir. Kalabalık cemaatiyle gece gündüz dopdoludur.” Bu caminin duvarında yan yana iki çeşme bulunur ve rivayet odur ki çeşmenin birinden su içtiğiniz zaman Saraybosna’ya tekrar geleceğiniz, diğer çeşmeden su içtiğinizde ise Bosna’da evleneceğiniz rivayet edilir. Ben her iki çeşmeden de bolca su içtim. J

Gazi Hüsrev Bey; Kanuni Sultan Süleyman Han ile birlikte cenk etmiş, Belgrad’ın fethinde çarpışmış yiğit bir askerdir. Bosna Sancak Beyi olduktan sonra da Saraybosna’yı Saraybosna yapan kişi olmuştur. Şehrin alt ve üst yapısı gibi birçok işi kendisi yaptırmıştır. Gene Hüsrev Bey Camii’nin yanında bulunan 30 metre yüksekliğindeki saat kulesi de görülmeye değerdir. Gazi Hüsrev Bey tarafından yaptırılan bu saat ayın hareketlerine göre çalışan kamuya açık dünyadaki tek saattir. Bu saat 5 namaz vaktini de gösterir. O dönem Avrupa’nın en büyük şehri olan Viyana 32 bin civarı nüfusa sahipken, Gazi Hüsrev Bey’in Saraybosna’sı ise 29-30 bin kişilik bir nüfusa sahiptir. Bu da o dönem Saraybosna’nın oldukça büyük bir şehir olduğunu göstermektedir. Camiden çıktıktan sonra gene Başçarşı’da adını Mustafa Moric Ağa’dan alan Morica Han’a yöneldim. Caminin hemen yakınında bulunan Morica Han’da oturup bir kahve içtim. Saraybosna’da kahve pek meşhur, insanlar çaydan daha çok kahve içiyorlar. Hatta bizim Türk olduğumuzu anlayan bir Boşnak “Siz artık kahveden daha çok çay içiyorsunuz.” dedi. Ben de “Haklısınız, Yemen gitti kahve de gitti…” dedim. Morica Han’da güzel bir Boşnak kahvesi içtikten sonra, Sebil çeşme arkamda kalacak şekilde Başçarşı’dan ileriye doğru yürümeye başladım. Biraz ileride sağ tarafımda Saraybosna Katedrali göründü. Gotik bir mimari olan bu katedralin önünde Papa II. Jean Paul’un heykeli bulunuyor. Katedral Paris’te ki Notre Dame Katedrali örnek alınarak yapılmış ve oldukça da ziyaretçisi var. Aynı istikamette yürürken ileride, sağda Gratzka Trznika City Market’i göreceksiniz. Evliya Çelebi’nin bahsettiği yiyecek ve içecekleri burada bulabilirsiniz. Çelebi “Meşe odununun içinde kurumuş koyun ve sığırların is pastırması en beğenilen yiyeceklerdendir.” der. Ben Evliya Çelebi’nin bahsettiği bu is pastırmalarını tattım ve inanılmaz derecede lezzetli buldum. Hakikaten enfes bir lezzet ve denemeye değer. Gene Çelebi’nin bahsettiği ve birçok hastalığa şifadır diye de eklediği “Sırutka” isimli içeceği de burada bulabilirsiniz. Çelebi, Sırutka için “Keçi sütünden yapılan peynir suyunu fıçı fıçı satarlar.” demiştir. Ben Sırutka içeceğinden bir şişe aldım ve içtim. Tadı daha önce denediğim hiçbir şeye benzemiyordu lakin tuhaf bir şekilde lezzetli geldi. Saraybosna’ya giden herkesin hem is pastırmasından hem de bu Sırutka isimli içecekten denemesini tavsiye ederim. Bu marketten çıkıp yolun sonuna vardığınızda, yani Ferhadiye Caddesi’nin başlangıç, Başçarşı’nın bitiş noktasına vardığınızda karşınızda “Sönmeyen Ateş”i göreceksiniz. II. Cihan Harbi’nde ölenlerin anısına kentin Nazi ve Hırvat işgalinden kurtuluşunun 1. yıl dönümünde yakılmış olan ateş, 1946’dan bu yana yanmaktadır.

Ben Saraybosna’yı çok beğendim ve orayı gördükten sonra İlber Ortaylı’nın “Dünya hakkında ümidinizi yitirirseniz Saraybosna’ya gidin.” sözünü de oldukça yerinde buldum lakin Boşnakların gözündeki Türk imajının zedelenmeye başladığını da hissettim. Orada bazı insanlardan dinlediklerim, duyduklarım ve kendi gözlemlerimden de bu imajın kötüye gittiği izlenimine kapıldım. Bosna’ya giden Türklerden ricam, ne olur onların gözündeki müspet Türk imajını zedeleyecek davranışlarda bulunmasınlar. Çünkü Rumeli ve Balkan coğrafyası bizler için çok mühim, Tufan Gündüz Hoca’nın da dediği gibi “Türk beklenilendir.” Rumeli ve Balkan coğrafyası hâlâ bizleri bekliyor.

Bu gezide bana eşlik eden sevgili dostlarım Ahmet Taha ORDU ve Eren DESTANOĞLU’na çok teşekkür ederim.

[1] İstiklal Caddesi

YAZAR

Hakan Kuru

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

Editörden Not: Bu yazıda kullandığımız fotoğrafların çekimi için yazarımıza teşekkür ederiz 🙂

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir