Hissizlik, Sessizlik ve Ölüm

Hissizlik

İnsan, varlığını dünya ile paylaşmaya başladığından ölümüne kadar ki süreç içerisinde mutlaka karşısına çıkan şey budur: His. Kinetik enerjisini açığa çıkaracağı mevcut hareketlenmelerinin ana çıkış noktasına kadar temsil yetkisine sahip olan bu kavramdır. Yok olduğunda ise insan bir çukur içinde nasıl bir çaresizlik ile baş başa kalacaktır?

Peki insanın kendi doğasındaki bu külfet, ya kitlelere bir bütün hâlinde yansır ve onları büyük bir hissizlik çukurunda birleştirirse? Bu sakinliğin altında kaynayan kaos, ölüme giden sürecin bir girizgâhı olamaz mı? İşte tam olarak Türkiye’de işleyen süreç bu şekilde cereyan etmektedir. Binbir maske ve strateji ile tekel bir güç elde etmiş egemen ve onun karşısında hakları mevcut anayasa altında garanti altına alınmış olsa dahi onun içini boşalttığı yargı kurumunda daima ezilen, eli boş dönen ve örselenen taraf olan hissizler ordusu. Tabii ki bu insanlar Gregor Samsa gibi bir gece ansızın dönüşüm yaşamadı. Uzun, yorucu, oldukça da yıpratıcı süreçlerin akabinde, ruhu tekrar tekrar bir öğütücüden geçerek her dönem ağır bir işkence altında yavaşça bu hâle geldi.

İktidara gelmelerinden ziyade, geldikten sonra o iktidarı korumanın felsefesini Niccolo Machiavelli’nin ruhuna rahmetler okuyacak düzeyde Makyavelist şekilde çizmeleri, mevcut iktidarı gücü elinde tutabilmek için her türlü ahlaksız ve riyakâr siyaseti adeta parti vizyonu düzeyinde önemli hâle getirdi. Politikalarını düz bir çizgi ile değil sarkaç hâlinde dizayn eden iktidar, geçen her dönem ve değişen her konjonktür için yeni bir söylem geliştirip onun yılmaz savunucusu maskesi ile kendini servis etmeyi başardı. Çektiğimiz ne kadar kırmızı çizgi varsa ayaklarının altında kirlendi. Karşı duranlar; terörist, hain, işbirlikçi, şükür bilmez nankörler ordusu olarak ötekileştirildi ve onları ezmek, kendi radikal kitleleri tarafından şeytan taşlamaya kadar hak sayıldı, gerçekleştirilmesi gereken bir ibadetin başat dinamiği hâline getirildi.

Bu işleyen süreç içerisinde daima doğru bildiğini savunan iktidar, memleket insanına bir refah düşü kurmuş, özellikle de biz gençler her dönem attığı yanlış adımlara çelme takmak isterken başka güçlerin piyonu olmakla suçlanarak, anayasa ihlal edilirken hukuk devleti olduğumuzu vurgulayınca “Avrupa” köpeği damgası yiyerek, terör destekçileriyle politika belirleyip temelsiz hareket ederlerken “güvenlik” mekanizmasını boşlamamalarını öğütleyince “faşist, ırkçı” yaftaları vurularak ve devlet içinde devlet olma gayesi olanları kendi güçlerini pekiştirmek için görmezden gelerek güçlendirip de birçok kurumu elleriyle teslim ettiklerinde direnenler bizken işin sonunda yine biz suçlu çıkarıldığımızda hislerimizi kaybettik.

Popülizm ile mücadele edecek cesaretimiz ve aklımız vardı ancak bunca riyakârlık ve dalkavukluk deryasına ayağını sokamayacak kadar da vicdanlı ve onurluyduk.

Konuştukça suçlandık, anlattıkça ötekileştik. Derin bir sessizliğe geçiş ise böyle başladı.

Sessizlik

Sessizlik neden var? Öncelik olarak bakmamız gereken temel nokta bu olmalı. Gerçekten Sosyolog Gustavo Le Bon’un dediği gibi kitleler özgürlük değil de esirlik ihtiyacı mı duyarlar? Yani aksiyon ruhlarını birkaç kişiye kiraya verip onların mağlubiyeti ile esirliğe boyun mu eğerler? Gerçekten biz de ruhlarımızı kiralayıp onların mağlubiyeti ile mağlup mu olduk?

Ben kendi adıma cevaplayayım: Evet.

Geçmiş dönem içerisinde özellikle de biz genç kitlenin mücadele alanı daima marjinal bir saha olarak nitelendirildi. Medya, kolluk gücü, yargı bütün kurumları ile tek bir noktaya odaklanmıştı ve söylenenin kanun olduğu ortamda bizim hareket sahamız o kadar daraltılmıştı ki kendimizi, ya kısık bir ıslığın buğusu gibi etkisiz ya da tabuta çakılan son çivi gibi yalnız ve suçlu hissettik.

Malum, onlardan hesap soracağım diye şeref yeminleri edenlerle yan yana geldik. Onlar ahbap oldular, biz hain. Kurulan ittifaklarda umut aradık, emanet ettiğimiz irademiz canlı yayında bir muhabirin ağzından çıkan iki kelime ile kepaze edildi. Yeni umutları yine politik adımlara endeksleyip onların tutarsız, riya ve faydasız adımları ile dehşete kapılarak her defasında bir parçamızla daha küstük ve sindik. Aptal olduğumuz için değil. İrademizi meşru yollarla en doğru şekilde ortaya koymak ve gelecek dönem içerisinde en iyi bildikleri mağduriyet üzerine kurulu cehalet kokulu popülist siyasetlerinin yaratacağı tehlikeyi de bertaraf etmek istemiştik. Fakat bahsettiğim olay örgüsü bizi daha da umutsuz bir sessizlik bataklığına götürerek elimizdeki meşru tepki eylemini de tamamen yok etmiş gözüküyor.

Hâlbuki John Locke bunu 17. yüzyılda hepimizin anlayacağı şekilde açıklamıştı. Devlet, bireyin doğal haklarını sınırlandırmaya kalkarsa meşru olmaktan çıkar ve birey devlete karşı direnme hakkını meşru şekilde elde edebilir. Türlü yaftalar, söylemler ve kutsanmış devlet ışığında kuşatmaya sokulan fikrimizle boğulmaktan başka çaresi kalmayanlar olarak üstümüze çöken sessizliğe bireysel şekilde, yazılarımızla karşı çıkıp çelimsiz bir yarma harekâtı yapmaya devam edeceğiz. Ancak bunu kitlesel hâle getirmediğimiz sürece kaçınılmaz bir son var: Ölüm.

Ölüm

İşin en sevimsiz ve en acı yönü bu: Ölüm. Ancak şu da bir gerçek ki savunduğum iddialar içinde gerçekleşmediğini dile getirdiğim evre de tam olarak ölüm evresi. Bu kısmı çok uzun tutmayıp birkaç örnek üzerinden bir argüman üreterek sunacağım fikir ile çekileceğim. Kitleler neden ölür? Ya da bizi şu durum içerisinde öldürecek şey, bu kadar badire üzerine ne olabilir? Ben bunun iki şekilde olabileceğini düşünerek açıklamak istiyorum.

Birincisi, hissizlik evresinde sessizliğe geçmiş ve bunu aynı yapı tarafından uğradığı baskı, şiddet ve sindirme politikaları ile yaşamış farklı grupların, birbirleriyle yatan geçmiş husumet ya da gelecekte ideolojik olarak bağdaşmayan noktaların derdine düşerek birbiriyle kuracağı düşmanlık ilişkisi ve onun devamında yıpratılmış daha da yorulmuş aklıselim muhalif kitleler meydana gelmesi. Mevcut iktidarın en tiksinç olduğu şey tam olarak budur: “Aklıselim” bireylerin bir araya geldiği, rasyonel, pragmatik argümanlar ürettiği sahalar yaratması.

İkinci ise mevcut “düşman” gitsin de nasıl ve ne şekilde giderse gitsin mantığı. Denize düşüp yılana sarılmak birkaç kulaç fazla attırabilir ancak karayı göremeyeceğimiz gerçeğini de asla değiştirmez. Daha önce TamgaTürk’te bu konuya değindiğim bir yazı olmasından dolayı çok kişilere indirgeyip açmayacağım.

İran örneği bu konuda bizi daha da aydınlatacaktır. İran’da Pehlevi’ye karşı ayaklanmalar başladığında sadece Molla rejimi isteyen radikal gruplar sahada değildi. Aynı eylemlere birçok laiklik yanlısı ve cumhuriyetçi bireyler de katılmış, mevcut yönetimi daha özgürlükçü, eşit gelir dağılımı sağlayan, liyakat esaslı inşa edebilme hayali ile sokaktalardı. Oysaki birlikte hareket ettikleri radikal grupların kendileri için yaratacağı sıkıntıyı görüp bir şeylerden çekildiklerinde artık her şey için çok geçti.

Ölüme gitmemek adına bu iki hassasiyete azami miktarda özen gösterip bütüncül olabilme güdümüzü asla yitirmemeliyiz. Birbirinden kopuk hâlde yaşadığımız gerçeğinin, Gezi örneğinde olduğu gibi hareket hâlinde çabucak bir araya gelebilen mobilize hâlimizi öldürmemesi dileği ile…

YAZAR

Yusuf Ayberk Enişte

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir