Tiranlara Ölüm
Bölüm 1:
Ali gecenin karanlığına sığınmış, tekinsiz gözlerden kendini koruyordu. Sokağın sonunda kendini ancak aydınlatabilen zavallı lambanın ışığının düştüğü köşeye gözünü kestirmiş, sevdiğini bekliyordu.
Derken sigarasızlığa daha fazla dayanamayarak cebindeki tabakaya sarıldı. Sigara paketlerine kadar karışmayı kendine had gören diktanın zorunlu kıldığı o iğrenç renkli, iğrenç şekilli paketleri taşımaktan nefret ettiği için tabaka taşımaya başlamıştı. Esasen çok büyük bir sigara iptilası var denilemezdi. Ama memlekete kan kusturan zalim Tiran’ın sigaradan nefreti bu küçük zehri bile sevimli kılmıştı onun için. Tiran’a kul olan eski dostlarının suretleri bir kez daha gözünün önüne geldi Ali’nin.
Birlikte yemiş, birlikte içmiş, icabında aynı çatı altında uyumuşlardı ama Ali artık eski dostlarını tanıyamaz olmuştu. Hiçbir anlam ifade etmeyen bir vakıftaki birkaç unvan uğruna doğru bildikleri her şeyi satmış, Tiran’a karşı söz eden vatanperverleri dahi hedef almaya başlamışlardı. Hatta o sabah kapısının altından bir tehdit mektubu atılmıştı. Zarfı açtığında sevdiğinin, Çiçek’in fotoğrafını görmüştü Ali. Ali Temur. Yanında annesinin ve kardeşinin fotoğrafı vardı. Önce bir korku sardı gövdesini. Sonra öfkenin yükseldiğini hissetti sinesinde. Kalbi ve ciğerleri sanki göğsüne dar geliyor, kaburgalarını yırtıp açmak istercesine büyüdükçe büyüyorlardı.
Zarfı açtıktan birkaç dakika sonra kapıyı annesinin üzerine kilitlemiş, kırışık parkasını üzerine geçirmiş ve süratli adımlarla yürür vaziyette bulmuştu kendini. Eylül ayının üçüncü haftasındaydılar. Kardeşinin doğum gününe birkaç gün kaldığını hatırladı, adımlarını hiç yavaşlatmadan yürümeye devam etti. Bir süre sonra yakın dostu Edip’in kapısındaydı. Edip kapıyı açar açmaz “destur” dahi demeden içeri daldı. Durumu hızlı hızlı anlatmış, eski dostundan annesini bir süreliğine ona emanet etmek istediğini söylemişti.
Aslında Ali’nin yaptığı büyük cesaretti. Zira Edip de tanırdı Tiran’ın yeni “kullarını”. Eski dosttular. Birlikte çok anılar paylaşmışlardı. Edip’in korkup onu ele vermesi hiç şaşırtıcı olmazdı. Ama bu Ali’nin aklına ancak Edip’in gözlerinde o şaşkınlığı, tereddüdü gördüğünde aklına geldi.
Aptal!
İçinden kendine bir an için sövdü. Her şeyi bir anda anlatmış, belki de kendi kendini ele vermişti. Kapıya hamle edip annesini alıp oradan kaçmayı düşünmeye başlamışken Edip’in yüzü kasıldı, kasıldı. “Kahpeler!” dedi.
“Bunlar delirdi mi? İnsan ailesiyle tehdit edilir mi? Hele hele de bunca senelik dostuna bunu yapar mı insan? Bir de kendilerine milliyetçi derler.”
Edip konuşmaya devam etse de Ali artık onu duymuyordu. Duymak istediğini duymuş, rahatlamıştı. Edip önce elini Ali’nin omzuna vurduysa da, Ali o büyük yalnızlıktan kurtulmanın verdiği coşku ile sarılıverdi Edip’e. Edip önce şaşırdıysa da aynıyla karşılık verdi, sarıldılar.
Biraz sonra salondaki alçak masanın etrafında oturmuş çay içiyor, ne yapacaklarını konuşuyorlardı. Ali “Yahu ne çayı şimdi?” diye kızdıysa da Edip onu bastırdı. Başta istemese de sabahın köründe, soğuk havada yüreği ağzında koştura koştura gelmiş olan Ali sıcak çayını hızlı hızlı içti. Edip “Ne yapacaksın?” diye sorunca Ali duraksadı. Ne yapacaktı? Bu soruya cevap bulamayınca daha da öfkelendi.
Ne yapacaksın geri zekâlı!
Kendine, sırtından vuran, kendisini namerde veren eski dostlarına, yurdunu açık hava hapishanesine çeviren Tiran’a ve o zalime karşı susan ülkesine karşı öfkesi sürekli artıyordu. O öfke neredeyse patlayacaktı ki Edip elini Ali’nin elinin üzerine koydu. “Endişelenme biraderim. Bir olurunu buluruz” dedi.
Edip bir bardak daha çay doldururken Ali karnında bir şeylerin hareketlendiğini fark etti. Dünkü çocuk gibi, yine karnı ağrımaya başlamıştı. O hiçbir şey istemeden Edip kalkıp bir çift pamuklu terlik getirdi, “Giy kardeşim, üşüme” dedi. “Amasya’ya mı gideceksin?” diye sordu masaya otururken.
Doğru ya! Amasya’ya gitmeliydi. Annesini de, Çiçek’i de alır, kardeşine de haber verir köye geçerdi. Orda ona kim ilişebilirdi ki? Edip’in gözlerine, gözbebeklerini sökecekmiş gibi baktı. “Olabilir.”
Olabilirdi olmasına ama, neyle gidecekti? Otobüs bileti almaya parası dahi yoktu. Çalıştığı gazete, Tiran’a yeterince yalakalık etmediği için birkaç ay evvel kapatılmış, haftalar önce tüm parası bitmişti. Hatta daha dün annesi dolabın boş olduğunu söylemiş, evde kalan son bulgurla yaptığı pilavı birlikte yemişlerdi. Hem parayı bulsa dahi, otobüse binerse Tiran’ın kulları da hemen öğreniverirlerdi yerlerini. Bir an önce rahatlamış olan Ali bu düşüncelerle kendi içinde boğuşurken Edip sanki onun zihnini okuyormuş gibi “Otobüsle trenle olmaz. Bu şerefsizlere itimat edilmez.” deyip masadan kalktı.
Ali, dostunun niçin kalktığını anlamaya çalışırken Edip kapıda asılı olan montunun ceplerini karıştırmaya başladı. İlk baktığı cepten boş çıkardığı eli, girdiği ikinci cepten bir anahtarla çıktı. “Al Ali.” Ali’nin önüne yavaşça bıraktığı anahtar Edip’in arabasınındı. Ali önce anahtara, sonra Edip’in gözlerine mahcup biçimde baktığında Edip “Dert etme, avukat arabası sonuçta. Pek dikkat çekmez. Fakat sen yine de pek uygulamaya gireyim deme.”
Ardından yan dönen Edip açık olan televizyona bakarak elini sallayarak saymaya başladı, “Bunlar gemi iyice azıya aldı. Kendi köpekleri adam vuruyor, adam kaçırıyor, hiçbir şey yaptıkları yok, biz biraz gürültülü osursak darbe deyip, vatana ihanet deyip sikiyorlar belamızı!”
Ali, hicap ile “Olmaz” demeyi düşünürken Edip neler söylüyordu. Edip’in görülmesi pek mümkün olmayan hiddeti Ali’yi şaşırttı, zira ketum bir adamdı. Genç ve filinta gibi bir avukat… Fakülteden çıkalı pek fazla olmamıştı. Babasının desteğiyle hemen kendi bürosunu açmış, babasının çevresini iyi kullanmış, çalışkanlığıyla kısa sürede hem itibar hem de para kazanmıştı. Edip’in dağınık sarı saçlarına tebessümle baktı Ali. Üniversiteye ondan iki yıl sonra girmiş, her zaman yardımını görmüştü. Ama sanki kendisi Edip’ten büyükmüş de yardım eden kendisiymiş gibi hissediyordu. Edip’in hiddeti kısa sürede sönünce Ali’nin de tebessümü gitti. Masadaki çay bardağında kalan bir yudumu içen Edip, Ali’nin omzuna şöyle bir dokundu. “Sen yine de arabayı hemen alma, hele senin kapıya sakın çekme. Valideyi al bana gel. Akşam da yengemi getirirsin. Sabaha karşı buradan çıkarsınız yola.”
“Yenge mi?”
Ali boş bulundu. Yenge mi? Çiçek nasıl gelecekti? Orasını hiç düşünmemişti ki.
—Çiçek’e söylemedim daha, bir şeyden haberi yok. Dedi Ali.
—E ne bok yiyeceğiz? Ara söyle.
Edip telefonu önerdikten hemen sonra Ali’nin önceki ay parasızlıktan cep telefonunu sattığını hatırladı. Ali yanağının içini kemirmeye başlamış, yere bakıyordu. Edip durumu anladı. Durumu kötü olmayan kim kalmıştı ki? Bir yıl içinde memleket, hiç olmadığı kadar fukaralaşmıştı. Yerinden kalkıp televizyonun altındaki çekmeceyi çeken Edip görece eski bir telefon çıkardı. “Al kardeşim. Şarjı kolay kolay bitmez, işini görür.” Ali cüzdanından çıkardığı hattı telefona taktı ve açılır açılmaz Çiçek’i aradı. Üçüncü aramada açan Çiçek, Ali’nin söylediklerini duyunca korktuysa da gitme fikrine yanaşmadı. Babasına ne diyecekti? Ailesinin ilk çocuğu, en değerlisi… Asla kabul etmezlerdi. “Öyleyse habersiz geleceksin.”
Çiçek bir şey söyleyememişti fakat Ali kararlıydı, “Gece yarısını geçerken sokağın başında olacağım. Yanmayan lambanın arkasında bekleyeceğim. En lüzumlu neyin varsa hazırla. Gidiyoruz.” Çiçek doğru düzgün bir yanıt verememiş, çaresiz bir şekilde “Peki Ali.” demişti. Telefonu kapatınca “Ben gideyim artık” diye kalktıysa da Edip onu durdurdu. “Dur, dur. Nereye gidiyorsun? Sen otur, en iyisi ben alıp geleyim valide hanımı. Daha emniyetli olur.” Edip doğru söylüyordu. Edip kapıdan çıkmadan Ali aklına gelen her şeyi bir bir saymıştı, altında otomobil olduğuna güvenerek. “Dosyalarımı al, sazımı unutma…”
Üç dört saat sonra annesi ve Edip gelmişlerdi. Annesi gelir gelmez mutfağa geçti, “Ben yiyecek bir şeyler hazırlayayım size.” diyerek. Kahvaltı etmemişlerdi, hem zaten yiyecek bir şey de yoktu evde. Edip “Nefise Teyze ben hazırlarım, zahmet etme.” dediyse de Nefise onu gayzla bastırdı “Olmaz öyle şey!” deyip. Henüz bir saat geçmeden mutfaktan güzel kokular tütmeye, üç tencere birden ocakta kaynamaya başlamıştı. Ali ve Edip ise salonda oturuyor, bir yandan televizyonun gürültüsü, bir yandan Nefise duymasın diye usul usul konuşuyorlardı. “Orada ne yapacaksın?”
—Ne mi yapacağım? Birader hiç değilse buradan daha huzurlu olurum.
—Ulan… Ben onu mu soruyorum sana? Herhalde daha huzurlu olursun ama ne iş yapacaksın? Orda kim var sana yaren olacak?
Edip yine doğru söylüyordu. Ali’den daha sağlıklı düşündüğü belliydi. Ali her zamanki saf tarafsızlığı ile kendisine merhametli yaklaştı. Olayın dışında adam, benim halimi benden doğru tahlil ediyor.
—Vallahi bilmiyorum kardeşim. Durumumu biliyorsun zaten, onun çaresine orda bakacağız artık.
Bu sözün ardından Edip yerinden kalktı. “On beş dakikaya kadar geliyorum, ayık ol.” dedikten sonra sırtına montunu geçiren Edip hızlı hızlı çıktı evden. Nefise “Nereye gidiyor bu çocuk? Yemek hazır sayılır.” deyince Ali “Şimdi gelir anacığım, dert etme sen.” yanıtını verdi.
Öyle de oldu. Edip montunu çıkarıyorken Nefise “Hah geldin mi oğlum? Sofrayı kurayım.” deyip mutfağa yönelmişti bile. Salona girince direkt Ali’nin yanına gelen Edip, cebinden bir tomar parayı çıkardı. Kedi kafası gibi katlanıp lastikle tutturulmuş iki yüzlük ve yüzlük banknotlardan tomarı görünce Ali’nin canı sıkıldı. “Oğlum bu para çok…”
—Nesi çok Ali? Neyin ne olacağı belli değil, yenge var, anne var, yarın Ârif de yanına geçer, İstanbul’da duracak hali yok oğlanın. O da çocuk değil eşek kadar adam, hem bu kahpeler çocuğu bile hedef alır artık.
Ali pasif bir direniş gösterdiyse de Edip, Ali’nin parkasının cebine parayı göstere göstere koydu. Cebin üstüne şöyle bir vurunca “Unutma ha!” demeyi de ihmal etmedi.
Biraz sonra sofrada Nefise teyzenin yemeklerine hızlı hızlı kaşık sallıyorlardı, Nefise Teyze hariç tabii. O küçük oğlunu düşünüyordu. Edip, “Ne oldu Nefise Teyze?” diye sordu.
Nefise’nin cevap vermesine fırsat kalmadan Ali araya girdi. Hem Nefise’nin cevap verecek hali de yoktu. “Ârif’in telefonlarına ulaşılmıyor.”
Bu sözü duyunca Edip kaşığı masaya bıraktı. “Nasıl cevap vermiyor? Güvenilir bir arkadaşı yok mu? Onu arasaydınız.”
—Arada yapıyor böyle. O da orda zorda. Önceden haber veriyor zaten. ‘Bir süre
telefonu açamayabilirim endişe etmeyin’ diye.
—Ha haber verdi yani? Ne zaman konuştunuz?
—On günü geçti.
—On gün mü? Dur bakayım, bir de ben arayayım.
Bunun ardından telefona sarılan Edip rehberi açtı. Ahmet … Ahmet … Ahmet … Ahmet Ârif Temur. Hah!
Telefonun hoparlör özelliğini açan Edip çalması ümidiyle bekliyor, bir yandan da Nefise Teyzeye bakıyordu. O da Ali de heyecanla bekliyorlardı telefonun çalmasını. Ali “On günü geçti.” demişti. Aslında iki haftadan fazla zaman olmuştu. Ârif’in başına bir şey gelmesinden korkuyordu Ali. Tiran’a kul olmuş bu sahte milliyetçi, çıkarcı deyyuslar hileli seçimden bu yana birçok cinayet işlemişti. Öldürdüklerinin hemen hepsi de Türk milliyetçisi, vatanperver, pırıl pırıl gençlerdi. Bu birkaç saniye içinde Ali’nin haftalardır her gece birkaç saniye olsun uyuyabilmek için unutmaya çalıştığı her türlü kaygı yeniden bağrını sardı.
Bir… İki… Üç…
Ulaşılamıyordu.
Edip yüzünü hiç kaldırmadan Ali’ye ve Nefise Teyzeye doğru baktıktan sonra ara vermeden tekrar çevirdi numarayı.
Nefise oğlunu düşünüyor, gözleri dolu dolu olmasına rağmen Ali kızdığı için ağlayamıyordu. Nefesini tuttuğu için boğazı düğümlenmiş, ellerini karnında kavuşturmuştu. Yıllarca Türk Ocakları’nda milliyetçi gençlere ders veren kocası Hasan Âli dahi “vatana ihanet” iftirasına uğrayarak üniversiteden atılmış, eşinin dostunun “Benim de başıma bir iş gelir.” diyerek susmasını, çok sevdiği milletinin kendisinden yüz çevirmesini, diktaya teslim olmasını kaldıramayarak hastalanmış, ancak devlet tarafından tüm özlük hakları gasp edildiğinden tedavi olamamış, iki ay içinde kansere yenilerek hayatını kaybetmişti.
O günden bu yana bin bir zorluk içinde yaşıyorlar, komşularının dahi kendilerine vebalı muamelesi yapmasına göğüs geriyor, oğlunun da işsiz kalmasıyla birlikte artık açlıkla boğuşuyorlardı. Telefonda adını okuduğu küçük oğlu Ârif’i ise birkaç yıl önce üniversite eğitimi için İstanbul’a yollamışlardı. Bir daha onu görebilecek miydi? Aklına o meşum soru geliyor, Nefise buna dayanamıyordu.
Bir… İki… Üç…
Ulaşılamıyordu.
Nefise’nin bir gözünden tek bir damla yaş yürüyüverdi yanağına doğru. Hemen o anda sofradan kalktı.
Edip başını kaldırmadan sordu. “Ne yapacağız? Çocuğa ulaşılamıyor. Nasıl haber vereceğiz?”
—Bilmiyorum.
—Yahu haberleşsek para bile yollayamayız, çocuğun başı derde girer.
Bir süredir banka mevduatlarına devlet tarafından kısıtlama getirilmiş, günlük işlemler oldukça daraltılmıştı. Belli yandaş gruplar haricinde vatandaş günde 1000 liradan fazla nakit para çekemiyordu. Ama Ali Edip’in bu sözü üzerine başını kaldırdı:
—Mehmet Abinin yerini biliyor. O yardım eder. Geçen sene tanıştırmıştım, seçimden önce.
—Ha iyi o zaman, Mehmet Abi sahip çıkar çocuğa, endişeye mahal yok. Yemeğimizi yiyelim.
Edip böyle söylediyse de içinden tek bir lokma yemek gelmiyordu. Gece yarısına kadar televizyonun sefil gürültüsü ve ışığında oturmuşlar, Ârif’in adı anıldığı andaki haliyle beklemişti sofradaki yemekler. Nefise Teyze kendine geldiğinde sofrayı toplamış, Edip ona uzanması için bir yer göstermişti. Saatin gece yarısına yaklaştığını gören Ali, “Ben artık gideyim. Saat geldi.” dedi.
Üzerini sağlam biçimde giyen Ali kapının önünde ayakkabılarını giyiyorken Edip yanına geldi. Önce askıda duran atkısını Ali’nin boynuna sardı. “Yüzün görünmesin.” Üzerine beresini takınca hakikaten de Ali’nin yüzü iyice kapanmıştı. Atkısını düzeltiyordu ki Edip’in loş ışıkta parlayan bir makineyi kendisine uzattığını gördü. “Boş çıkma. Bekçiler geziyor geceleri. Evvelsi gece çocuğun birini vurdular köşede.”
Ali bir aralık silaha baktı, kısa namlulu ve pek de genç olmayan bir makineydi. Tam şarjöre bakmak için diğer elini uzatmıştı ki Edip elini uzatarak onu durdurdu. “Namlu da şarjör de dolu. Emniyeti kapalı. Dikkat et kardeşim, Çiçek’i al gel.” der demez Ali’nin boynuna sarıldı. “Bir durum olursa annem de kardeşim de sana emanet.” deyip çıktı dışarı Ali.
Akşamları 8’den itibaren sokağa çıkma yasağı vardı. Seçimin ardından Tiran salgını bahane ederek sokağa çıkma yasaklarını sürekli hale getirmişti, zaten sinmiş olan halk da hiçbir şey söyleyememişti. Seçim günü… Ali en karanlık yerlerini seçerek yürüdüğü soğuk sokakta sürekli o günleri düşünüyordu. Acaba her şey farklı olabilir miydi? Tiran seçimi kaybetmiş olmasına rağmen sandığı tanımamış, taraftarlarını sokağa davet etmiş ve direnen halkı da devlet görevlilerini de sindirmişti. Muhalifler ise iyi teşkilatlanmamış ve dağınık oldukları için buna cevap verememiş, neredeyse hiçbir şey söylemeden buna boyun eğmişlerdi.
Ali, BBC canlı yayınında Ankara’da olanları anlattığı anları hatırlıyordu. Başkentte muhalifler sokak ortasında öldürülüyor, Tiran’ın taraftarları delirmiş gibi karşılarına çıkan herkese saldırıyorlardı. Aslında muhalif olmalarına ve Tiran’ın karşıtlarına oy vermiş olmalarına rağmen halkın ezici çoğunluğu buna karşı koymamış ve hürriyet sloganları atan bir avuç genci o azgın sel karşısında yalnız bırakmışlardı.
Ali affedemiyordu. Ne olursa olsun affedemiyordu. İngiliz Büyükelçiliği’nde çalışan dostu Emma, kendisine iltica etmesini tavsiye etmiş fakat o bunu reddetmişti. Oysa öyle bir günde dahi muhaliflere “itidal” çağrısı yaparak kurtuluş umudunu baltalayan bazı gazeteci müsveddeleri sığınma başvurularını ilk yapanlar olmuşlardı. Sonrasında ise bitmek bilmeyen bir günah haftası… 10 bine yakın muhalif öldürülmüş, birçok genç kız güya dindar olan azgın bir kalabalığın tecavüzlerine uğramıştı. Ali köşeyi dönerken iki yüz metre kadar ileriden bekçilerin geldiğini gördü. Hemen bir apartmanın bahçe duvarının altına saklandı. Bekçiler yaklaşıyordu. Bekçilere görünmek ölmek demekti, sokağa çıkma yasağına uymayan biri bekçilere yakalanırsa sonu hiç iyi olmazdı. Belki de ölüm… Edip daha az evvel söylemişti, bir genci birkaç gün evvel öldürmüşlerdi. Korkulu gözlerle bekçileri izleyen Ali çok geçmeden endişeye mahal olmadığını anladı. Bekçiler sokağı dönüp başka bir yöne gittiler.
Ali onların geldiği yere baktı. Eskiden Çiçek’le birlikte oturdukları park… Yemyeşil ve cıvıl cıvıl bir parktı. Seçimin ardından yaşanan olaylarda ağaçlar yakılmış ve park darmadağın edilmişti. Sonra güya yeniden düzenlediler ancak ağaçlar öldü ve dikilen fidanlar da tutmadı, çürüdü. Gece lambasının ışığının yansıdığı pirinç heykeli gördü Ali. Yüzü ekşidi. Orada Büyük Atatürk’ün heykeli vardı eskiden, yerinde Tiran’ın heykeli duruyordu. Güya dinen yasak diye kaldırdıkları Atatürk’ün heykelinin yerine o zalimin heykelini dikmişlerdi. Yüzündeki öfkeyi silemedi bir türlü. Sanki babasını o heykel öldürmüştü. O heykele bir fenalık yapmayı çok, ama çok istedi. Kendine karşı koyamayarak yarı koşar, yarı yürür adım ilerlemeye başladı.
Heykele giderek yaklaşıyordu ama ne yapacaktı? Aklında hiçbir şey yoktu. Yanında sprey boya falan da yoktu ki bir şeyler yazsın. Hem zaten sprey boyaların satışı bile kısıtlanmıştı. Derken parkın köşesini dönerken dibinde çöp bulunan bir duvarın altına çöküverdi. Etrafı kolluyordu, bir gelen olabilir diye. Bekçiler soluna düşen köşeyi az evvel dönmüşlerdi, geri gelmeleri işten bile değildi. Burası mahallenin tek toplanma alanı sayılırdı. Derken, çöpte atılalı en fazla yarım gün olmuş bir boya kovası gördü. Eski miydi, yoksa yeni kullanılmış bir boya kovası mıydı? Hemen uzanıp aldı, parmağını daldırdığında kurumaya dönmüş, kıvamı yoğunlaşmaya başlamış, bir parmağa varmayacak kadar boya olduğunu gördü içinde. Keyfi yerine gelmişti. Hızla ilerledi heykele doğru. Ne yazacaktı? Karşısına çıktığında sanki heykel canlıymış, kendisinin boğazına sarılacakmış gibi baktı suratına doğru. Artık eğilmiyordu, onun karşısında eğilmeyi reddediyordu bünyesi. Sanki planlamış, hazırlanmış gibi yürüdü ve heykelin üzerinde durduğu taka tırmandı. Kovaya daldırdığı iki parmağıyla heykelin üzerine iki koca kelimeyi hemen yazıverdi. Kovayı da heykelin kafasına geçirdi ve durmadan ilerledi. İki yüz metre gitmişti ki bir otomobilin yanına çöküp heykele baktı, evet. Uzağı seçemeyen gözleri, bu yazıyı okuyabiliyordu:
TİRANLARA ÖLÜM.
YAZAR
Tuğrul Zincirkıran
EDİTÖR
Zeynep Gökçe Azman
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!