Körpe Yusuf -V-

Zaman aynı karanlık denizin içinde akıp giderken Yusuf, artık on altısında, etrafta tanınan gözü kara bir genç olmuştu. Cenevizli tüccarın alt edilmesinin üzerinden  geçen iki yılda Yusuf’un gözlerindeki beyazlık tamamen kaybolmuştu… İki yıldır yaptığı iş, yanına verilen dört adamla beraber kadıların yanına gidip sicil defterlerinde Tahsin Bey aleyhine kayıt var mı yok mu diye kontrol etmekti. Kadılar eğer uysal başlı çıkarsa istedikleri dinlenip yerine getiriliyor şayet uymayı reddederlerse önce tehdit edilerek yıldırılıyor, sonra araya bazı kişiler sokulup görevlerinden ediliyordu. Bugünlerde tüm kadıların tek isteği, Şah Abbas tarafından satışı yasak edildikten sonra karaborsaya düşüp fiyatı yükselen Tebriz işi ipekli kaftanlardı. Kadılar ipekli kaftan için öyle bir istekliydiler ki geçen hafta  kapısının girişinde Yusuf’u gören keçi sakallı bir kadı, onun Tahsin Bey’in adamı olduğunu anlayıp ağlamaya başlamış “Ah oğulcuğum! Devlet-i Osmani bir kadısına ipekli kaftan giydiremez mi?” diye feryat eder olmuştu. Adaleti sağlamak için vazifelendirilen kadıların bu zayıf davranışlarından tiksindi Yusuf. Fiyatı yüzlerce florini bulan bir kumaşı giymek için önünde secde edenlerin köy odalarında eşkıya tarafından taciz edilen çocukların intikamını almaya memur edildiklerini  söylemelerinden tiksindi… Yası mı bozuktu bu toprakların yoksa insanı mı? Bunları tek düşünürdü Yusuf ama tek kendine anlatmazdı. Akşamları ezan, tüm vilayeti kaplarcasına okunurken bahçede esmer İngiliz tütününü içen Tekelü’ye dimağını kemiren fikirleri anlatır, kırlaşanlar arasında kızılları da kalan sakalını ileri geri okşayan Tekelü ise bunları pala, sarı bıyıkları arkasından dinlerdi. Tüm konuşmaların sonunda gözlerini kısıp uzaklara bakar, ağzındaki otları geviş getire getire “Şahkulu atam olaydı da onla bir olup Osmanoğlu’na kılıç vuraydım! Ah kötü zamana kaldık yiğidim!” derdi. Yusuf bunu duyduktan sonra susar, Tekelü’nün babası ve dedesinin isyan ile Acem’e gitme hikâyelerini dinlerdi.  Tekelü, sanki Korkut Ata yahut Hz. Ali seferi anlatır gibi heyecanla konuşur, sonlara doğru ağlamaklı bir ses tonuyla atalarının ruhuna bir elham üç kulhü okurdu… Yusuf’un hayatında sadece yaşlı Tekelü yoktu elbette, son iki aydır şehrin gayrimüslim kısmında eski, Sakız Adalı bir denizcinin en son çocuğu olan genç kadının yanına âleme gidiyordu. Babası tarafından terk edilen kızın adı Sofia’ydı, aslen Hırvat olan bir Yeniçeri’nin valiye para yedirerek açtığı handa bulaşıkçı olarak çalışırdı. Yusuf, bu hana gelip dağlara saldıkları çobanlardan havadisler dinlerken Sofia’yı görmüş, birkaç hediye ile gönlünü kazanmıştı. Yusuf’tan birkaç yaş büyük olan genç kadın Yusuf’un tüm bedenini saran gençlik ateşinden etkilenmişti. Sofia’nın gözlerinde beyazlık vardı, Yusuf’un ise kimliksiz bir kırmızı siyahlık… Tanışmalarının birinci ayında Sofia, handaki işinden çıkıp saraya gelen İngiliz elçilere taahhüt edilen kapitülasyonlar sonrası ham maddeler için gelen İngiliz bir tüccar şirketi altında mütercim olarak işe girmişti.

Yusuf, boynundaki yaraya değen güneş ışığından rahatsız olarak gözlerini açtı. Öğle ezanı yeni biterken gözlerinin açılmasının bir başa sebebi de kapısının tok bir el tarafından şiddetle vurulmasıydı. Homurdana homurdana uyandı. Dün yine  şehirdeki dostuna gitmiş, çiftliğe kuşluk vakti dönmüştü. Tek kötü alışkanlığı buydu, Tahsin bir ara bu konuda onunla konuşup kulağını çekmek istese de sonra vazgeçti. Sonuçta Yusuf gençti, böyle şeyler olabilirdi. Kapı bir kez daha sertçe çaldı. Yusuf morarmış tenine aynadan bakmadan kapıyı açtı. Karşısında Tekelü vardı. Sinirli bir sesle konuştu:

– Destur var mı?

Yusuf konuşmadan kapıyı sonuna kadar açtı. Tekelü, yavaş adımlarla yatağa oturup yastığın başındaki meyve sepetinden bir elma seçip üstüne silerek yemeye başladı.

– Dün yine o Rum kızla mıydın?

– Evet (utanarak gözlerini kaçırdı).

– Şu dilbere çok uğrar oldun aslanım.

– Yiğit adamın yanına dilber yakışmaz mı agam?

Tekelü dayanamayıp kahkaha attı. Elmadan büyük bir ısırık alarak yutmadan sulu sulu dişlerle konuştu:

– Len ben onu mu dedim? Yakışır tabii yakışır da her şey kıvamında güzeldir, aklından çıkarma, tamam mı?

– Tamam ağam.

Tekelü yataktan kalkıp odanın kapısına doğru yürüdü. Malikânede hazırlık vardı, Tahsin Beğ yeni girdiği iş olan bakır kaçakçılığı için kendisine yardımcı olacak, bölgenin zenginlerinden biri gelecekti. Tahsin bu işe önem veriyordu çünkü bu iş sayesinde Tebriz ve Erdebil pazarlarına girebilecekti. Bu çok önemliydi çünkü söz konusu pazarlar; Hint, Cenova, Venedik hatta bazı zaman Flemenk tüccarların gelip gittiği yerlerdi. Eğer buralarda varlık gösterirse eline çok büyük servetler geçecekti. Tekelü odadan çıkarken Yusuf’a dönüp babacan bir sesle konuştu:

– Haydi kalk yataktan! Bugün mühim bir misafir gelecek, Tahsin Bey hepimizin orda olmasını istiyor!

Yusuf, yataktan kalkıp üstünü başını değiştirirken malikânenin bahçesine uzunca boylu, çeşit olarak ise zengin bir sofra kurulmuştu. Tahsin sofranın başında sakin gözlerle hazırlıkları izliyor, yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Biraz zaman sonra Yusuf aşağıya indiğinde sofra tamamen hazırdı. Misafir içeriye girdi. Yusuf onun yüzüne bakınca birine benzetti ama çıkaramadı. Gelen Mültezim Selim’di. Karnına aldığı hançer yarası yüzünde tüm canlılığını koruyor, geçen yıllar ise tenini sarı, saçı ve sakalını da ak yapmıştı. Artık Ermeni banker için çalışmıyordu, Diyarbakır Beylerbeyi’nin yardımıyla Tebriz’den “dostlar” edinmişti. Bu dostlar sayesinde çok para kazandı, normalde boykotlu olan mallar onun sayesinde Memâlik-i Osmaniyye’nin pazarlarına girer olmuştu. Malikânenin kapısından girdiğinde önce bahçenin düzenine takdir eder gözlerle baktıktan sonra sofrayı süzdü. Minnettar gözlerle sofranın bir ucuna oturunca yanındaki dört adamı da oturdular. Tahsin Bey tok bir sesle misafiriyle konuşmaya başladı:

– Fakirhanemize hoş geldiniz Selim Beğ! Sizin için en besili koçumuzu kestirip ciğerlerini kızarttık.

– Var olasın Tahsin ağam, bizi mutlu eden pişirdiğiniz aş değil gösterdiğiniz hürmettir.

Tahsin Bey’in adamları da masaya oturdular. Yemek devam ederken sadece Selim ile Tahsin konuşuyordu. Arada Selim’i merakla süzen Yusuf, karşısında oturan Selim’in adamının ona bakan gözleriyle karşılaştı. Oluşabilecek gerginliği engellemek için gülümsedi.

– İsmin nedir?

– Salih, neden sordun?

– Tanış olmak için. “Gelin, tanış olalım.” dememişler mi gardaşım?

Salih karşısındaki genç adamın beklenmedik samimiyetine karşılık vermek zorunda hissetti.

– Demişler, doğru dersin. Senin ismin ne?

– Yusuf.

– Güzel isim, nerelisin?

– (Omzunu silkerek) Bilmiyorum.

– Nasıl bilmiyorsun? Her insanın memleketi vardır, senin yok mu?

– Vardı, vardı da boş ver tafsilatlı hikâye.

Bu kısa sohbet sonrası kısa bir sessizlik oluştu. Yusuf’un gözleri Selim’in yüzündeki hançer yarasına takıldı. Meraklı gözlerle Salih’e döndü:

– Selim Beğ’in yüzündeki yara hangi savaştan kalma?

– Savaştan değil bir tahsilat kavgasından. Eskiden mültezimmiş Selim Beğ, vergisini toplamak için gittiği bir köyde Haydar diye reayanın biri çizmiş yüzünü, Selim Beğ yüzünün yarasının acısından Haydar’ı, çoluğunu çocuğunu öldürmüş diyorlar, köyü de yakmış yıkmış…

Yusuf duyduklarından oldukça şaşırmış hâldeydi. Haydar ismini duyunca kulaklarını dikip sabırsız şekilde Salih’i dinlemeye çalışıp tam sözünü bitirirken araya girdi.

– Köyün adı neymiş biliyor musun?

Sözü kesilen Salih rahatsız ve sinirli gözlerle Yusuf’a baktı.

– Sabır etsen söylerdim.  Dur bir düşüneyim… Neydi neydi (sakalını kaşıyarak) Çörekli, evet köyün ismi Çörekli.

Yusuf, ölü gözlerle önce karşısındaki adama sonra da Selim’e baktı. Köyün ismini biliyordu, babasının köyüydü. Hayal meyal hatırladığı yangının sahibi Selim olabilirdi. Ancak emin olmalıydı çünkü o değilse hem kendini hem de Tahsin Bey’i rezil ederdi. Güçlükle de olsa kafasında beliren tüm sesleri susturup yemeğini yemeye devam etti.

***

Yanan mum, İsa ikonasını ön cepheden aydınlatıyordu. Genç bedeninin tüm kırmızı terini göğsünde kurutan Sofia, başını yasladığı kara Türkmen göğsün sahibine baktı. Gecenin tüm ateşi Yusuf’un üç gündür içinde başlayan ateşten daha yükseğe erişememiş ve Yusuf’u kollarındaki Rum’un cazibesinden alıp geçmişin çölüne atmıştı.

– Yusuf, iki gündür hep düşüncelere dalıp gidiyorsun, benden sakladığın bir şey mi var yoksa?

Yusuf zorla gülümseyerek Sofia’nın saçını okşadı. Alevin etkisiyle yüzündeki ıstırabı daha görünür olan İsa ikonuna baktı uzun uzun… Sorusu cevapsız kalan Sofia, sessizliği yırtmak istercesine Yusuf için ezberlediği şiiri okudu:

Âsitânumda Züleyhâ kulum olsun diyicek

Hacletinden kızarup Yûsuf-ı Kenân alınur

Bâde tutduk da beni kânumı dökdi tîgûn

Nitekim âdemi kan tutsa o dem kan alınur

Yusuf, Sofia’ya anlamaz gözlerle baktı, Sofia hareketlenip ayağa kalktı. Yumuşak pembeliğe sahip elleriyle çekmeceden bir kağıt çıkardı.

-Beğenmedin mi yoksa? Senin için ezberledim bu şiiri ben!

Yusuf doğrulup kendisine uzatılan kâğıdı alıp inceledi. Sofia’ya belli etmek istemiyordu ama okuma yazması olmadığı için ne yazıldığını anlamamıştı…

-Teşekkür ederim, kalbin de gözlerin kadar latif.

Ancak Sofia cevaptan memnun değildi.

-Yusuf nedir hâlin? Şiir de mi sevmiyorsun?

Yusuf cevap vermekten kaçınıp İsa’ya baktı. Sen gibi çarmıha gerdiler beni/Bu acının yok mu sonu İsa nebi? diye geçirdi içinden… Sofia’ya baktı sonra. Sofia, Akdeniz esmeri vücudunda dört beni olan kız, yanına yaklaşıp elektriklenmiş saçlarını okşadı.

-Baban nerde ölmüştü? Anlatsana.

Sofia şaşkınlık üzerine şaşkınlık yaşıyordu, Yusuf’a bakarak anlatmaya başladı:

-Uzun süren deniz seferlerine çıkardı babam… İki ay gelmezdi. Yine öyle gittiği seferden dönmüştü, sarılıp öpüştük, Kutsal Babamıza şükürler ettik. Tam yemeğe geçtik kara yelkenli korsan gemileri göründü ufukta… Babamları Adriyatik’ten beri takip ediyorlarmış, adaya ayak bastıkları an başladılar öldürmeye ve yağmalamaya… Her şey bittiğinde kendimi çıplak ve zincirli, babamı ise vücudu parçalanmış buldum…

Sofia burada durup hıçkırarak ağlamaya başladı. Ağlaması yükseklerden yere dökülen şelalelerin şiddetine benzeyince Yusuf, ona sarılıp boynuna sarı sıcak bir öpücük kondurdu. Öpücüğün sıcaklığı geçmeden yataktan kalktı, altını giyindi.

-Hoşça kal Sofia! Sana senin için okuyacağım bir şiir olunca döneceğim.

***

Eğer hikâyede geçen günlerde Çörekçi köyünde bir taş parçası olsaydınız çektiğiniz kahra dayanamayarak tam orta yerinden çatlardınız. Sürekli yağış alıp toprağı verimsizleşen köy, yağan yağmurların oluşturduğu çamur dereleri yüzünden kurbağa ve sıçanların gözdesi olmuştu. Öyle ki uzaktan gelen çobanlar burada koyun ve boyuna denk olan fareler gördüklerine dair hikâyeler anlatıyorlardı. Selim’in yakıp yıkmasından sonra göçe kalkan ahaliden geri kalanlar, sıçanların çoğalmasıyla birer ikişer köyü terk etmişlerdi. Köyde artık sadece muhtarın ve onun bir yeğeninin aileleri yaşıyordu. Yusuf, bu harabeye  Sofia’nın sıcak koynundan çıktığı dördüncü günün gecesinde vardı. Neden buradaydı? Meçhul. Ne yapacak? Meçhul. Bildiği tek şey varsa o da aradığı şeyin sadece Mültezim Selim denilen adama dair bir iz aramak olmadığıydı. Başka bir şey aramaktaydı Yusuf, kendisine dair bir şeyden çok, kendisinin geldiği yere dair bir şey, tüm bu sahipsizliğine dair bir mihenk taşı belki de… Buralara gelmese içindeki kurt, tahtakurularını bitirir gibi içini bitirir, mahvederdi. Ancak buraya gelmesinin de mantıklı, somut bir açıklaması yoktu. Keşmekeşler içinde kafasındaki sorulara cevap ararken köyün girişindeki eğri büğrü ağacın altında durdu. Gece gece köye girip tedirginlik vermek istemedi. Atından inip ağacın altını temizledikten sonra bir örtü serdi, üstüne yattı. Gün ışıyana dek ağacın altında karşısındaki yıldızlara bakarak düşündü, onu köyde bekleyen manzaraları düşündü, düşündükçe heyecanlandı. Babasını hatırlamaya çalıştı, hatırlayamadı. Babasını hatırlamaya çalışırken gözünün önüne tek gelen şey, iri pos bıyıklardı. Daha fazla hatırlamaya çalıştıkça kirden sararmış bıyıklar beyninin tümünü sarıyor, zihninin bütününde büyüdükçe büyüyordu. O, bunları düşünürken uzakta bir çakal uludu. Korkmak yerine keskin gözlerle sesin geldiği yere baktı. Hani sanki çakal insan lafından anlasa gidip sövüşecekti onunla…

Sabah uyandığında demir kaba koyduğu soğuk suda yüzünü yıkayıp köye girdi. Köyün girişindeki harabeleri geçip meydana indi. Evler tanıdık gelse de o, konuşabileceği bir insan arıyordu. Uzakta sakallı bir adamı gördü, çeviklikle onun yanına gitti.

-Selamün aleyküm amca, bu köyün yiğitbaşısı, muhtarı var mıdır?

Kamburlaşmaya yüz tutmuş yaşlı adam tedirgin bir merakla Yusuf’u süzdü. Keskin bir öksürükle cevap verdi:

– Aleyküm selam oğlum, muhtarın evi na burada (eliyle işaret ederek), kolay bulursun evini zaten iki hanelik köy.

– İki hanelik mi? Neden bu kadar az âdem yaşar bu köyde?

– Nasibi kesilmiştir bu köyün oğlum! On üç yıl olcek, o kadar sene evvel Selim diye bir paşa mı bey mi biri gelip gazaplanmış buraya. (Eliyle Yusuf’un geldiği yeri göstererek) nah o taraftaki evleri yakmış yıkmış.

– (Titrek sesle) N-neden yapmış ki bunu?

– Nerden bilem be evladım? Paşa bu, bir şey bulmuştur da yakmıştır.

Yusuf kafasıyla selam verip adamdan uzaklaştı. İhtiyarın dediği yere doğru yürüdü, yeşil portallı bir evin önünde durdu. Sağ taraftaki pencereden iki anonim kadının gözü onun üstüne devrildi, kısa süre geçtikten sonra yeşil kapı gıcırdayarak açıldı. Esmer yüzlü, kısık gözlü ürkek bir adam dışarıya kendini attı. Yusuf’u süzüp tıslar sesle konuştu:

-Selamün aleyküm, hangi rüzgâr attı seni buralara delikanlı?

Yusuf, muhtarın gözlerine baktı, heceleyerek konuşmaya başladı:

-B-ben Yusuf, yakındaki şehirden geldim.

-(Anlamaz gözlerle) Hoş geldin köyümüze Yusuf.

Bir sessizlik dumanı sardı ikisini de. Yusuf boğazındaki yumruyu zorlukla yutkundu. Muhtar sıkılmaya başladığını belli edecek şekilde çenesini kaşıdı. Yusuf bunu görünce heyecanlandı.

– Burda Haydar diye biri yaşar mıydı?

– Haydar mı? (Muhtar olduğu yerden dikilerek) Sen onu nerden tanıyorsun?

– Ben onun oğluyum.

İkisi de donuk gözlerle bakıştılar. Muhtar dilini dişlerinin arasında dolaştırırken bağırdı:

-Ne yüzle geldin buraya? Biz onun oğlu öldük diye bilirdik, neden geldin? Babanın getirdiği beladan daha büyük bir bela getirmek için mi?

-Hayır, hayır sadece ailemden geri kalanları görmek istedim.

-Geri kalanlara mı geldin? Bak şuraya (köyün girişini gösterir), git oradaki yıkıntıya orası sizin evinizdi, git bak geri kalanlara!

Muhtar kapıyı sertçe kapatınca Yusuf düşünmeden muhtarın gösterdiği yere doğru koştu. Yıkıntılar arasına girince kendi evini aradı, sonunda maviliği dökük bir evin parçalanmış iç kapısı onu kendine çekti. Kapıya gidip eliyle okşadı, bu onların kapısıydı, içeri girdi odaların hepsine girip çıktı. Burası onun eviydi, ondan ne kaldıysa buradan neşet etmişti. Şimdi sıçan boku olan odanın ortasında kurulan sofranın ortasına çömeldi. Etraftaki pis kokuyu aşıp annesinin kokusunu yakalamak istedi, bunda başarılı olamadı yere çöküp ağladı…

Çörekçi’den geriye dönerken istirahat için bir koruda durup attan inerek demir matarasından suyunu içti. Biraz uyuyup rahatlayacaktı ki yanı başında sürekli tekrar eden “Allah” sesleri uykusunu bozdu. Sesin nereden geldiğine bakarken yeşil sarıklı bir şeyhin etrafına halka olmuş on tane âdem gördü. Kendilerinden geçmiş ve şehvetli bir arzuyla “Allah” adı sayıklıyorlardı. Merakla onları izledi, kısa zaman sonra zikir bitince hepsi çember hâlinde oturdu. Şeyhin işaretiyle, sakalı saçına karışmış kırmızı yüzlü biri kalkıp tüm dikkatiyle çorba dağıtmaya başladı. Hepsi çorbalarını aldı, müritleri çorba içerken Yusuf’u fark eden şeyh, yanında oturan kısa boylu müridine Yusuf’a çorba gönderilmesini salık verdi. Mürit, olduğu yerden kalkıp bir tasa çorba koydurarak elindeki kuru ekmeklerle Yusuf’un yanına geldi.

– Selamün aleyküm karındaş!

– Ve Aleyküm Selam.

Mürit elindeki çorbayı ve ekmekleri uzattı.

-Şeyhim bunu sana yolladı, karnın açsa doysun, bizim için Rabbimize bol bol dua et.

– Allah razı olsun karındaş amma Allah benim ettiğim duayı kabul eder mi bilmem.

-Tövbe de! Kul ister Allahu Azimüşşan takdir eder. Tevbeden, duadan ağız kesilmez.

Yusuf, bu vaazdan sıkıldığı için kafasını sallayarak kuşağında hep hazır ettiği kaşığı çıkarıp yemeye başladı. Ancak mürit yanından gitmedi, aksine yanına bağdaş kurup oturdu.

– Boynunda yara var karındaş o nerden?

– Kavgadan karındaş kavgadan.

– Hangi kavgadan?

– Boş ver karındaş tafsilatlı hikâye.

Mürit konuşmanın beyhude olduğunu kavrayıp sustu. Yusuf da çorbayı  kaşıklamaya devam ederken boynunun yaralanmasını hatırladı. Bir yaz evvel  kırdan şehre dönerken yeniçeri kıyafetli dört kişiyle karşılaşmıştı. Çok geçmeden tıraşlarına bakarak bunların yeniçeri kıyafeti giymiş dört serseri levent olduğunu anladı, yanındaki büyüğüne söyledi (şimdi kime söylediğini hatırlayamıyordu). Çok zaman geçmeden bu dört levendi sıkıştırdılar. Durumun kendileri için vahim olduğunu anlayan leventlerden biri, üstlerine gelmekte olanlara doğru topuzunu savurmuştu. Savrulan topuz, Yusuf’un boynuna denk gelmiş, Yusuf acının şiddetiyle atından düşecek gibi olmuştu. Akan kanı tutarken gemini zorlukla çekip atını durdurdu. Tüm eyer ve libas kanla dolmuştu. Sonrasını hatırlayamadı, herhâlde serserileri tepelemişler, her şeylerini ellerinden alıp donla bırakmışlardı. Çorba kâsesini sünnetleyip müride uzattı.

– Ziyade olsun, şeyh babaya benden selam ilet, dilinden biz gibi gafillere dua eksik olmasın.

Mürit ayağa kalkıp üstünü silkeledikten sonra çorba kâsesini Yusuf’tan aldı.

– Eyvallah ama sen de bize dua et.

Yusuf da yerinden kalkıp atına eyer yerleştirerek üstüne bindi, mürite son kez baktı.

– Ederim ederim, kal sağlıcakla!

Oradan uzaklaşırken eskiden ezber ettiği birkaç duayı içinden okumaya çalıştı, beceremedi. Bir kez daha denedi, bu sefer genzi acıdı. Vazgeçip gözlerini göğe kaldırdı:

-Allah’ım sen intikam alanların en hayırlısısın, bana kendi intikamımı almayı nasip et!

***

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir