Muakkıd

İkinci Kısım

Bölüm III

Ağyâr gül kopardı dikenden demet demet,
Hâr oldu bağrımızda çiçek yüzlü yârımız.*

***

Gece yarısına doğru köye vardık. Köy ayaklanmıştı, herkes Mahsima’yı arıyor, anası üstünü başını yırtıyordu. Kimsenin umurunda değildik, yokluğumuz fark edilmemişti bile. Atı ahıra yerleştirdikten sonra bizim dama çıktık, oturduk. Nefes nefese sırıtıyorduk. Babaannemin “Ferin!” diye seslendiğini duyunca damdan sarktım “He anaa?” dedim gülerek. “Gız kıyamet kopuyor, ne ediyonuz orada inin aşağı.” dedi. İkiletmeden indik, herkes evine dağıldı, ben de yün yorganın altına girip tavanda yıldızları görmeye çalıştım. “Anaa” dedim yan tarafta yatan babaanneme. Soba sönmek üzereydi, dedemle babaannem dua seansındaydı. “He” dedi kısaca. “Anamla babama ne oldu?” dedim birden. Sanki küfretmişim gibi doğruldular ikisi de. “Geberip gittiler işte ne olacak!?” dedi dedem bir kinle. Tövbe çekti babaannem. “Allah’ın işi kızım, öldüler ne yapalım takdir-i ilahi…” dedi. “Nasıl öldüler?” diye sordum inatla. Yorganı attım üstümden, ayağa dikildim. Dedeme doğru fısıldadım “Cinler mi götürdü?” Ya sabır çekti dedem, kalktı içeri odaya gitti. Orası soğuktu, 5 dakika bile dayanamaz gelirdi geri. Umursamadım “Ha ana?” diye sordum tekrar. “Aman Ferin!..” dedi döndü yattı babaannem. Bininci kez cevapsız kalmıştım, tepindim durdum yatakta ama dönüp bakmadı bile. Koşturmanın yorgunluğuyla bayılıp kalmışım, ezana uyandım. Kalktım, hızlıca hayvanları yemledim, babaannemin süt sağmasına yardım ettim. Kapıya çıktım, bizimkiler okula bu yoldan gideceklerdi, onları görmem lazımdı. Hümeyra beni görünce koşarak geldi. “Akşam toplanalım muhtarın damda, çok önemli dedikodular var.” dedi. Kafa salladım sadece. Hepsi yanımdan geçerken saçımı okşadılar, güle oynaya gittiler. Seneye ben de gidecektim onlarla o yüzden eskisi gibi üzülmüyordum bunu görmeye.

Caminin kenarında oturmuş köpeğimle oynarken imam efendi çıktı dışarıya. “Ferin, gelsene kızım içeriye.” dedi. İmam efendi yeni gelmiş sayılırdı. Bir sene olmamış eski imamımız ölmüştü. Çok yaşlıydı zaten, vaaz verirken aniden uyurdu. Bu imam efendi çok genç ve sakindi. Camide çokça, kadınlara, çocuklara ve hayvanlara zarar vermenin kötülüğünü anlatırdı. Hatta Hümeyra onunla alakalı bir dedikodu bile anlatmıştı, köylülerden birinin eşine vurduğunu öğrenince “Sen Müslüman değil misin? Peygamber Efendimiz, Ayşe anamız iftiraya uğradığında bile ona sinirlenmemiştir, el kaldırmamıştır. Sünnetten mi kaçıyorsun yoksa!?” diye bir tartaklamış, bir azarlamış… Hepimizin saygısını kazanmıştı böylece. İsmi Abdullah’tı. Evliydi, küçük bir kızı bir de oğlu vardı. Feylesof derdi muhtar ona, feylesof ne demek bilmezdik. Evinde boydan boya kitaplar vardı. Bazen kızını bize bırakırdı oynamamız için ama o çok küçüktü, Kangal köpeğimizden korkardı. Ona, babaannemin bayram zulasından kaçırarak şeker verirdim. Oğlu ise çok yağız bir delikanlı olacak, derdi babaannem. Camiye girdim, çeşmenin dibinde oturduk bizim emektar kangalla. O suyla oynarken ben de imam efendinin avcuma bıraktığı hedikten yiyordum. “Sen İbrahim Peygamber’in hikâyesini duydun mu Ferin?” diye sordu. Kafamı salladım. Evet, duymuştum. Oğlu çölde su buluyordu, İbrahim de putları yıkıyordu. Gülümsedi ve dedi ki: İbrahim Peygamber’i ateşe attılar, zannettiler ki ölüm insanın nihai sonudur. Ölmek insanı yok eder, bir daha da hükmü geçmez insanın. Ölümden beter şeyler vardır bu hayatta, ölüm insanı yeniden doğurabilir, dirilebilirsin. Ama ölümden beter yenilgileri olanlar her zaman ölmüş olmayı dilerler.

Suratına baktım, “Ölüler dirilebilir mi?” dedim ağzım açık. Bu sefer sesli güldü. “Ölüler bir gün dirilecek ama sen korkma, biz onların dirildiğini görmeyeceğiz. İbrahim Peygamber çocuğunu Allah’a adamış değil mi?” diye sordu. “Evet.” dedim “İbrahim Peygamber korkunç biriymiş, insan çocuğuna bıçak kaldırır mı hiç?” “Ama o bıçağı kaldırırken çocuğunu öldürmek için kaldırmamıştı ki. Allah’ın ona çocuğunu öldürtmeyecek kadar merhametli olduğuna iman etmişti.” Durdum, düşündüm biraz. O da sustu. “Ateş niye yakmamış İbrahim Peygamber’i peki, biz düşsek kavurma olurduk.” dedim. “Ateşten gömlek giyenler, ateşten gömlek içinde ölmeyi şeref sayarlar çünkü. Allah da onların bu imanını görür ve yardım eder.” Camiden çıktım, kafamın içinden duman çıkıyordu. Yine bir sürü kafamı karıştırmıştı bu adam. Biraz ara vermek lazım bu cami işlerine dedim kendi kendime. Bir anda tavuklar ve horozlar gözümde çift görünmeye başladı, başım döndü ve yere yığıldım. Uyanana kadar tek bir şey gördüm rüyamda, mağaradaki Mahsima ve Ali ateşler içinde “Ferin, kurtar bizi!” diye bağırıyorlardı.

Bölüm IV

Deli gibi uykum var Nermin
Elimden hiçbir şey gelmiyor inan
Ben nasıl uyurum sen uyanmazsan
Allah biliyor hiçbir şeyim yok*

Gözümü açtığımda tüm köylü başımdaydı, yine camideydim. Allah kahretsin, İzzettin Keykavus benim kadar camiye girmemiştir. Yüzüme kolonya döküyorlar, babaannem ağlıyor kenarda, bizim teşkilat meraklı gözlerle bakıyor. Doğruldum, aklıma rüyam düştü. Ayağa kalktım “iyiyim iyiyim” diyerek eve doğru yürüdüm. Herkesi şok ettiğime emindim ama vazifem vardı, bu bir mesajdı. Yakalayacaklardı Mahsima ve Ali’yi. Kuvvet versin diye 7 kere Ayet-el Kürsi okudum. Yazın öğrenmiştik, yanlış manlış Abdullah Hoca’ya olsun günahı.

Evde bayramlıklarımı giydim. Bir keresinde Naci Hoca demişti, bir kitapta Emine isimli bir kadın yazar diyormuş ki “Kurban olana en iyisini kurban etmek gerek.” Feda olsun bayramlıklarım size. Babaannemle dedeme “Okula gideceğim, resim yaptıracak Naci hoca.” diye yalan söyledim, kaçtım. Korkmuşlardı ama onların korkularını dindirecek vaktim yoktu. Ekibe işaret versin diye bizim kangalı gönderdim. Çipil dediğimiz geniş arazinin ortasındaki ağacın altında buluştuk. Rüyamı anlattım, inanmadılar tabii. Direttim, “Anşa teyzelerin ineğinin öleceğini de söyledim inanmadınız, inek öldü mü ölmedi mi?” dedim huysuzca. Biraz ikna olur gibi oldular. Sonra Hikmet dedi ki “E oraya giremezler ki nasıl yakacaklar?” Oturup düşündük, Gülsüm aniden “Askerler!..” dedi “Bizimkiler değil askerler gelecek Ali’yi almaya. Ali yarın askeriyeye teslim olmayacak mıydı?” Korkudan dilimiz tutulmuştu. Köylüyle baş etmek kolaydı da ya devletle? Silahlı adamlarla? Mahvolmuştuk, kendimiz mahvolduğumuz gibi Ali’yle Mahsima’yı da mahvetmiştik. 

Onlar bizden büyüktü, onlara danışmak daha mantıklıydı. Mağaranın önüne gelene kadar asla konuşmadık. Mahsima ve Ali sesimizi tanıyınca çıktılar. Sarıldılar bize, Mahsima ağladı. Üzgünlerdi cidden, rüyamı anlattım, tahminlerimizi söyledik. “Biz de ondan korkuyoruz.” dedi Ali abi. “Bırakamam Mahsima’yı bir yere, alıp yine evlendirecekler o adamla.” Dâhiyane bir fikirle başımızı bin kat daha belaya sokmaya kararlıydım. “Abdullah Hoca nikâh kıyar size, bir şeycik yapamazlar.” dedim. Herkes bana baktı, köyün imamının bize yardım etme ihtimalini sıfır görüyorlardı ama ben inanıyordum. İbrahim’i yakmayan ateşin Mahsima ve Ali’yi yakmasına izin vermezdi. Koşa koşa camiye gittik, akşam ezanına az kalmıştı. İçerde dizimizin üstünde oturduk, o da karşımızdaydı. Anlattık, dinledi dinledi yüzünde sade bir tebessüm vardı, hiç kızgın değildi. Teşkilatımız için Kur’an’a el bastığımızı söyleyince bize “Teşkilat-ı Mahsusa mısınız siz yoksa?” dedi. Bilmiyorduk ama sevdik bu lakabı. Teklifimizi kabul etti, 1 yıl camiyi temizleyecektik ve bu ramazanda oruç tutacaktık, o da bize yardım edecekti. Makul bir anlaşmaydı, zaten ramazanda babaannemler bana tüm gün oruç tutturmuyordu. Yani günahı babaannem ve dedeme olurdu, beni hiççç ilgilendirmezdi.

Yatsıdan sonra Abdullah Hoca bizi evlerimizden biraz ilim öğreteceğini söyleyerek aldı, ailelerimiz asla şüphelenmedi. Beraber mağaraya gittik, mağaranın önüne gelince beni yine o sıkıntı aldı: Kötü bir şey olacak sıkıntısı. Abdullah Hoca’nın beyaz, yere kadar inen üstünü tuttum. Anlamadı tabii, anlatamazdım da bu hissi. Mahsima ve Ali utangaç, yere bakarak çıktılar. Abdullah Hoca ikisine de abdest almalarını söyledi. İki şahide ihtiyaç vardı, Ali’nin köyden arkadaşları gelmişti. İlk kez imam nikâhı görüyordum, “Ben şahit olmak istiyorum.” dedim. Herkes güldü, Hikmet yanağımı sıktı “Sen küçüksün.” dedi. Sın kiçiksin vikvikvik. Hiç de küçük değilim. Sinirlendim ama ortamı bozmadım.

-Kabul ettin mi?

-Ettim.

-Ettin mi?

-Ettim.

-Ettin mi?

-Ettim.

Bitti. Damadın ayağına basılmadı ama her ritüele uysaydık…. 

İçime başka bir korku düştü, ya bizim yüzümüzden Abdullah Hoca’ya zarar verirlerse diye düşündüm. “Bugün bir yemin edeceğiz.” dedim yüksek sesle. “Burada olanlar bizim aramızda ölüm sırrı olacak, bu sırrı ağzından kaçıran, düşmana söyleyenleri alkarısı alıp götürsün. Amin mi?” “Amin!” Evlere döndük. Gece bir güzel uyudum.

Sabah bir feryatla uyandım, Mahsima’nın anası göğsünü başını yırtarak “Güher gibi yaptılar kızımı!” diye bağırıyordu. Kapımız tekmeleniyor, benim adım söyleniyordu. “Ferin, ocağın bucağın yana Ferin. Cinli yosma, in aşağı ne yaptın çocuğuma. Ferin, garaltın gahmaya in geberteceğim seni. Anası kılıklı cadı seni!” Bu sesle başıma müthiş bir ağrı girdi, gözümün önünde yüzler beliriyordu. Çok güzel bir varlık gördüm, insan değildi kesinlikle. Saçlarımı okşadı ve kulağıma eğilip “Muakkıdsın sen.” dedi. “Muakkıd. Cezalandıracaklar seni, kaç buradan.”

Bölüm V

Nasıl olduğunu anlamadan kendimi ahırda buldum. Dedem ve babaannem ses çıkarmamamı söyledi ve üzerimi samanlarla kapattılar. Çok korkuyordum, titriyordum. Dışarıdaki sesler korkunçtu, tüm köylü kapıdaydı, kimse babaannemle dedemi dinlemiyordu. Ne olduğunu anlamak istiyordum ama herkes aynı anda bağırıp çağırdığından ne dediklerini seçemiyordum. Abdullah Hoca’nın tok sesi geldi, sonra herkes sustu. Sitem ediyordu. “Küçücük bir çocuğa ‘büyü yapıyor, cadı’ ne demek ey cemaat-i müslimin. Size Müslüman derken ar ediyorum, Müslüman iftira atar mı? Ne bilsin Ferin, büyü yapmayı?” Mahsima’nın babası atıldı “Anasıyla babası da o mağaraya girdiler, yandı kül oldular orada. Bu cinli kız oradan sağ çıktı Abdullah Hoca! Buna ne diyeceksin peki? Ateş yakmadı bu kızı, cinli değilse, büyücü değilse ne?” Duyduklarım beni mahvediyordu, gözlerimden akan yaşları engelleyemiyordum. Neler diyorlardı? Annemle babam niye yanmıştı? Ali ve Mahsima yakalanmış mıydı? Ateş beni yakmıyor muydu?

Abdullah Hoca ve muhtar herkesi dağıttı, gelip beni samanlıktan çıkardılar. Bitmiş vaziyetteydim, ayakta duramıyordum, titreyip duruyordum. Ateşi var, dedi babaannem, bir yandan da bağrına bastırıyordu beni. Dışarı çıkaramazlardı, sağlık ocağından doktoru çağırmaya gittiler. Bizim teşkilat arka taraftan eve girmişler, yanıma geldiler hemen. Mahsima ve Ali’yi askerler almaya gelmişler ama mağaraya girememişler, mağaranın her yeri kapalıymış. Sanki mağara yokmuş da kocaman bir taş koymuşlar oraya… Öyle kitlenmiş. İkisini de bulamıyorlarmış. İnanmak istemiyordum, kaybolmuş olamazlardı. Bir kere daha dün o mağaraya girerken görmüştük onları. Önümde nikâh kıyılmıştı. Anlamlandıramıyordum, başım çatlıyordu. Sağlık ocağından gelen doktor amca bana iğne yaptı ve tembihledi “sakın yataktan çıkma” diye. Mahsima ve Ali ortada yok, bir köy halkı bana cadı diyor, ben burada oturup Pepe ve arkadaşlarını mı izleyeceğim? Olamazdı böyle bir şey. Bir yol bulup mağaraya gitmeliydim. Bayılmadan önceki yaşadığım anı da aklımdan çıkaramıyordum. Abdullah Hoca, muhtar, babaannem ve dedem geldiler. Alnıma dokunup durdular, zorla çorba içirdiler. Kaçmam lazımdı, mağaraya gitmem. Abdullah Hoca’ya fısıldayarak “Muakkıd ne demek?” diye sordum. Bilmiyordu, duraksadı. Telefonunu açtı, bir şeylere baktı. Sonra o da bana fısıldadı “Düğümleyen, sihir yapan cadı demekmiş, nerden duydun bunu?” dedi. Yaşadığım şeyi anlattım. Babaannem ve dedemi zorladı Abdullah Hoca, annemlere ne olduğunu anlatmalarını istedi. 

Annemle babam birbirlerini sevmişler fakat evlenmelerine izin vermemiş aileler. Annemin ailesi çok fakirmiş ve anneannemin adı büyücüymüş. Çünkü köydeki hastalıkları iyileştiriyormuş, türlü içeceklerle yüzleri kızarık kızarık şişen çocukları düzeltiyormuş. Yine de halk ondan korkuyormuş çünkü yüzünde kocaman bir yanık izi varmış, kızıl saçlarıyla örtmediği zamanlarda insanlar onun yüzüne bakmak istemiyormuş. Annemle babam karar verip, bir gece kaçıp mağaraya saklanmışlar. Hiç kimse onları bulamamış, sonra ben doğmuşum. Babaannemlere haber yollamış babam, “En azından torununuzu affedin.” demiş. İki köy de bu haberi öğrenip, yerlerini tespit edince mağaraya gitmişler ellerinde ateşlerle. Mağaranın içini ateşe vermişler. Keyifle izlemişler yananları. Çünkü onlar günahkârlarmış. “Peh!” dedim. İnsan insanı sevdi diye günahkâr mı olurmuş? Ateş sönene kadar oturmuş babaannemle dedem, yas tutmuşlar derken bir ağlama sesi duymuş babaannem. Mağaranın kıyısında beni bulmuşlar. Hiçbir şeyim yokmuş, yanmamışım ve sapasağlammışım. İlk başta köye beni sokmamışlar ama sonra dedem “Hepinizi tek tek vururum.” deyince korkmuşlar. Vurur dedem, çavuşmuş askerde, silahlarını her sabah temizler. Zamanla kim olduğum bile unutulmuş, mağaraya kimse gitmemiş ve ben de köyün diğer çocuklarından farksız görülmüşüm. 

“Ali ve Mahsima da mağarada kayıp mı oldular yani?” dedim. Başlarıyla onayladılar. Sevgiye iman edenler, birbirlerinin yüzünde Allah’ı tanıyanlar, Leyla ve Mecnunlar. Bir kere daha yenilmişler miydi yoksa onlar kurtulanlar, kalanlar mı yenilenlerdi? Bunu öğrenmek için mağaraya gidecektim. Madem ateşten gömleğim vardı, madem İbrahim’in elini tutmuştum, korkmayacaktım karanlıktan.

. . .

YAZAR

Mişa Dirahşan

EDİTÖR

Elif Berra Kılıç

Editörden Not: Geçen hafta ilk iki bölümünü yayımladığımız “Muakkıd” adlı öykünün 3, 4 ve 5. bölümlerini de sizlere sunduk. Gelecek hafta ise kalan son üç bölümü yayımlayacağız, beklemede kalın. 🙂 Öykü için Mişa Dirahşan’a tekrar teşekkür ederiz, kalemine sağlık.

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir