“Kim dilerdi, tarihi karanlık iki dehşetli kutup arasında kalmayı”
Varşova; Vistül Nehri üzerine kurulmuş, Doğu Avrupa’nın gelişmiş şehirlerinden biri olmakla beraber tarihe biraz ilgisi olanların aklında hiç de iyi yer tutmayan bir başkenttir. Coğrafi konumu sebebiyle tarihin iki gaddar kuvvetinin arasında sıkışmış, direnmeye fırsat dahi bulamamış bahtsız bir şehirdir. Hem Hitler gibi bir faşistin hem de ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan Stalin gibi bir canavarın gazabına uğramıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında yerle bir edilip daha sonra tekrar inşa edilen Varşova, mitolojide bizim Zümrüd-ü Anka Kuşu olarak bildiğimiz Feniks’e benzetilir.
Bilinçaltımda zaten soğuk, gri ve kasvetli bir imajı olan bu şehir Polonyalı arkadaşlarımın da beğenmemesi ve gezmek için tavsiye etmemesiyle hiç de merak duymadığım bir yer haline gelmişti. Ne var ki, bir öğrenci olarak maddiyatı gözetmem ve Doğu Avrupa’yı öğrenmeye hali hazırda başlamış olmam sebebiyle yakınımdaki Varşova’yı ziyaret etmemek olmazdı.
Üç günümü ayırdığım şehre uzun bir otobüs yolculuğunun ardından sabahın erken saatlerinde vardım. Şehre girdiğim vakitte hava karanlık olmasına rağmen diğer Doğu Avrupa şehirlerinde görmeye pek alışık olmadığım yüksek ve modern yapılar gözüme çarptı. Yolculuğa başladığım Riga Terminali’ne göre daha büyük ve gelişmiş bir terminalde havanın biraz aydınlanmasını bekledim. Yine de fazla dayanamayıp bir süre sonra kendimi dışarı attım. Hava yeni aydınlanıyordu ve şehir aydınlatmaları henüz kapanmamıştı. O ışıklı binaların arasında, tam karşımda Polonyalıların “ucube” olarak adlandırdıkları devasa büyüklükte ve mor ışıklarla aydınlatılmış Kültür ve Sanat Merkezi duruyordu. Bu yapının benzerlerini Sovyet hükmü altına girmiş diğer ülkelerde de görmek mümkün. Dikkat çekici ve şehrin tam ortasında yer alıyor olsa da ürkütücü bir mimariye sahip olan bu yapı savaştan sonra Stalin tarafından Varşova halkına hediye edilmiş. Bu bina inşa edilmeden önce halka iki seçenek sunulmuş. Bunlardan birisi, üzerine konuştuğumuz bu yapı iken, diğeri metro alt yapısıymış. Halk çoğunlukla şehre metro yapılmasını talep etmesine rağmen Stalin referandum sonucunu gözardı edip bu binayı inşa ettirmiş. Sefil yaşamdan dolayı sosyalizmden ve Stalin’den zaten nefret etmiş olan halk bir de üzerine taleplerinin gözardı edilmesi üzerine binadan nefret etmiş ve bu bina onlara hep o karanlık sovyet günlerini hatırlatır olmuş. Yıllar geçtikçe bu binanın yıkılması dahi gündeme gelmiş fakat bunun mantıklı ve ekonomik olmayacağı anlaşılınca farklı bir yöntemde karar kılınmış: Binayı olabildiğince saklamak…
Varşova, eski bölgesini hesaba katmazsak, şehircilik bakımından diğer Avrupa şehirlerinden biraz farklı olarak daha Amerikanvari bir havaya sahip. Binaların dizilişi, caddelerin genişliği, trafik düzeni vs. Bu sistemin kaçınılmaz bir parçası olarak da diğer Avrupa şehirlerine nispeten daha çok sayıda gökdelen barındırıyor. Şehir yönetimi; mevcut ve devam eden gökdelen inşaatlarıyla beraber az önce bahsettiğim “ucube” yapıyı şehrin silüetinden çıkarmaya, onu saklamaya çalışmış. Hatta bu çaba yetmezmiş gibi nispet yaparcasına bu “sosyalizm abidesi”nin tam karşısındaki binanın tepesine kocaman, ışıklı bir “Coca&Cola” tabelası ve “McDonalds” tabelası çakmış. Yaa Stalin efendi, zamanında senin sadece patates yemeye mahkum ettiğin halk şimdilerde neler neler yapıyor sana… 🙂
Şehir; modern ve gelişmiş tarafının yanında bir de UNESCO tarafından miras listesine eklenmiş, eski fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden inşa edilmiş sıcak bir “old town” bölgesine de sahip. Daha turistik olan bu bölgede her ülkeden ziyarete gelen insanlarla karşılaşmak mümkün. Bu bölge mimari yapısıyla, peyzajıyla, sokak sanatçılarıyla oldukça canlı ve renkli bir yer. Başkanlık sarayı gibi birkaç önemli yapıyı daha barından bu yerin oldukça merkezi bir noktasında dalgalanan bir Türk bayrağı göze çarpıyor. Büyükelçilik sandığım bu yerin aslında Turizm Tanıtma Ofisi olduğunu orada tanışmış olduğum ve beni birlikte Galatasaray – Fenerbahçe derbisi izlemek için bir Türk lokantasına davet eden İrfan Abi ve arkadaşlarından öğreniyorum.
Polonya’da Türklerle karşılaşmak mümkün. Ekonomik şartlar nedeniyle Türk öğrenciler tarafından Erasmus yapmak için tercih edilmesinin yanı sıra Polonya’nın nitelikli çalışana ihtiyaç duyan bir ülke olması göç almasına sebep oluyor. Yeni yeni kalkınmaya başlayan bu ülkede hizmet sektörü büyük bir gelişim gösteriyor ve üniversite mezunu Türklerin bu sektörde çalıştığını görebiliyoruz. Ayrıca çok sayıda lüks Türk restoranıyla da karşılaşılabiliyor. Polonyalılar Türk yemeklerini gerçekten çok seviyor.
Bir şehri ziyaret ederken durmadan yürümek ve sadece turistik yerleri değil, insanların yaşadığı yerleri de görmek gerekir. Mahallelere girmek, parklarda yürümek, çarşıya pazara karışmak lazımdır. Varşova’nın merkezinde çok büyük bir alanı kaplayan Lazienki Park, insanların şehir karmaşıklığından kurtulup doğayla bütünleştiği bir mekan. Bu parkın içerisinde küçük göletler, ağaçlar, hayvanlar, yürüyüş yolları ve büyükçe bir konser alanı mevcut. Sonbaharda gitmem sebebiyle Lazienki Park bana eşsiz bir gün yaşattı.
Varşova’da ziyaret edilebilecek diğer bir yer ise Wilanow Sarayı. Bu saray 1683 yılında Türk ordusunu Viyana’da durduran Kral 3. Jan Sobieski’ye ithaf edilmiş. Özellikle ilgi duyanların muhakkak ziyaret etmesi gereken, içerisinde güzel sanat eserleri olan mütevazı bir saray.
Avrupa’da herhangi bir yerde Türklerle ilgili şeyler bulmanız olası. Bunun sebebi Türklerin farklı coğrafyalara uzanması ve onları kültürüne bağlı tutacak sebeplerin çokluğudur. Tarihte Osmanlı ile Lehistan Krallığı arasında olumlu ve olumsuz olaylar yaşanmasına rağmen onlar bize, biz de onlara saygı beslemekteyiz. Onlarla savaşmış olmamıza rağmen kıyım yapmadığımız için bize karşı bir nefret beslemiyorlar. Polonya, Osmanlı ile ilişkilerinin yanı sıra Tatar Türkleri’ne ev sahipliği yaparak da dikkatimizi çekiyor.
14. yüzyılda Lehistan Krallığı’nın daveti üzerine paralı asker olmak için gelen Tatarlarla beraber 600 yıl önce, büyük Litvanya Krallığı zamanında, Altın Orda Hanedanlığı içindeki taht kavgalarından kaçmaları ya da Litvanya ile yapılan savaşlarda esir düşmeleri sonucunda Tatarlar Polonya’ya göç etmeye başlamışlar. Farklı dövüş tekniklerine sahip olmaları ve savaş alanlarında göstermiş oldukları başarılardan dolayı Polonya ordusu içinde yüksek mertebelere dahi ulaşmışlardır. Özellikle Orta Çağ Avrupa tarihinin en büyük savaşlarından biri olan Grunwald Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı Polonya halkı tarafından çok saygı gösterilen bir millet olmuşlar. Sonraları dillerini kaybetmiş olsalar da dinlerini ve bu sayede kültürlerini önemli ölçüde korumuşlar. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda yine Polonya ordusunda yer alıp önemli rütbelere getirilmişler.
Günümüzde Polonyalıların Avrupa içerisindeki en milliyetçi toplumlardan biri olmalarından yakınılıyor. Bu yakınma yersizdir. Acıları hâlâ çok taze olan Polonya; başta da belirttiğim gibi iki kuvvet arasında kalıp, yok olup küllerinden yeniden doğmuş bir ülkedir. Bu yeniden doğmanın anahtarı hiç şüphesiz milliyetçilik olmuştur. Milletlerin acıları taze olduğu zaman onları hayata bağlayan milliyetçilik duyguları da daha güçlü oluyor. Zaten bu duygu toplumda tükendiği zaman birileri gelip üzerinizde istediği planları yapabiliyor.
Tabii her ne kadar onları hayata bağlamış olsa da, bu geç kalınmış bir milliyetçiliktir.
Zamanında bize biçilen uğursuz senaryoların benzerlerini biçmişlerdi onlara da. Fakat onlar bizim kadar şanslı değillerdi.
Onların Atatürk gibi bir kurtarıcıları yoktu.
Cevapla
Want to join the discussion?Feel free to contribute!