Yazılar

Uzaklık kavramının günümüzde geçmişteki anlamından sıyrılıp yepyeni bir anlam kazandığı açıktır. İnsanoğlu, kurduğu medeniyetin sürekliliğini sağlamak amacıyla var oluşunun en başından beri uzakları yakın etmeye çalıştı. Sümerlerin tekeri icadıyla bambaşka bir boyuta bürünen bu durum günümüzde de şaşırtıcı yeniliklerle serüvenine devam etmekte. En başından beri gösterilen bu çaba, ortaya devamlı gelişen bir teknoloji kavramını çıkardı. Tekerlek denen basit bir nesne günümüzde halen hayatı kolaylaştıran eşsiz bir parça olmakla beraber, büyük katkıda bulunduğu teknoloji gelişimi sayesinde ulaşım kolaylaşmış, geçmişe kıyasla hayal edilemeyecek bir seviyeye ulaşılmıştır. Dünya küçülmüş, insan ufku genişlemiştir. “Kişinin sürekli olarak yaşadığı yer dışında ziyaret ettiği yer” olarak tanımlanabilecek bir turizm kavramı olan “destinasyon”un özelliklerinden biri olan “erişilebilirlik” yani; uygun ulaşım imkanlarının varlığı günümüzde, gelişen ulaşım teknolojileriyle daha kolay elde edilebilir bir özellik haline gelmiştir.

Geçmişte ulaşılması, hatta varlığından dahi bihaber olunan yerler artık bir uçak ile gün içinde ulaşılabilir hâle gelmiştir. Bu sebepten dolayı dünyanın birbirine karışması kolaylaşmış ve herhangi bir yerde oraya ait olmayan bir şeyi görmek şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkmıştır. Örneğin; Wyoming’in Riverton şehrindeki herhangi bir evde, bir Türk halısı görmek yahut Melbourne’de Maraş dondurması yiyebilmek artık olağan bir durumdur. Fakat özellikle uçağın ve motorlu araçların icadından önce uzakları yakın edebilecek tek yolun, o dönemde pek de erişilebilir olmayan deniz yolu olması işleri zorlaştırıyordu. Günümüzde Çin’den Avrupa’ya ulaşmak sadece bir uçağın saatler içerisinde halledebileceği bir işken geçmişte İpek Yolu aracılığıyla Avrupa’ya ulaşmış olmak bile şaşırtıcı derecede güç bir işti.

Türkler tarih boyunca göçebe bir kavim olmanın da etkisiyle farklı coğrafyalara yayılmıştır. Uzak Asya’dan Avrupa’ya ve hatta Afrika’ya kadar bu geniş coğrafyanın çeşitli yerlerinde eski veya hâlâ yaşayan bir Türk yurduna rastlamak mümkündür. Hatta bazen hiç beklemediğiniz yerlerde bile atalarımızın izlerine rastlayabiliyoruz.

Ömer Seyfettin şöyle der: “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkari’de bitmez, benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter.”

Ben de bu sözden esinlenerek yazımın başlığında ana yurdundan çok uzaklara, Baltıklar’a uzanmış Karay Türklerinin “vatan” dedikleri Trakai şehrinden bir Türk yurdu olarak bahsettim.

“Trakai Kalesi”

Trakai; Litvanya’nın başkenti Vilnius’tan 30 kilometre uzaklıkta, özgün kültürel yapısını koruyan küçük bir şehir. 5000’den az nüfusu olan bu turistik şehir, belirli bir bölgede korunan mimarisi ve hazine niteliğindeki kültürünü sergileyen müzeleriyle ilgi çekiyor. Şehirde coğrafyanın da etkisiyle Litvanyalıların yanı sıra Ruslar, Yahudiler ve Lehler yaşamış. Fakat bunlardan farklı olarak, özellikle ilgimi çeken şey burada Tatarların ve Karay Türklerinin yaşamış olması. Akrabalarımızın buraya geliş tarihlerine baktığımızda o zamanların teknolojisinde gerçekten ulaşması güç denebilecek bir yer olması ve göçmek için görünürde pek bir sebebin olmaması buraya olan merakımı artırdı.

Vilnius’tan sabah erken saatlerde trenle vardığımız Trakai, başta doğal dokusuyla dikkat çekiyor. Sulak bir alanda kurulu olan şehir, çok sayıda irili ufaklı göl ve yeşil alana ev sahipliği yapıyor. Tren garından küçük şehir merkezine yürümek fazla zamanımızı almıyor. Genel olarak nüfusu az bir yer olduğu için caddelerde insana rastlamak pek mümkün değil. Şehrin müzelerinin ve kalesinin olduğu kısma ilerlerken oldukça huzur verici yollardan geçiyorsunuz. Bazı sokak tabelalarının çift dilli olması dikkat çekiyor. Yol üzerinde çoğunun Karay Türkleri’ne ait olduğunu öğrendiğimiz ahşap kaplamalı renkli evler görülmeye değer.

Sonunda Trakai Kalesine varıyoruz. Muhteşem bir adaya inşa edilmiş bu kırmızı tuğladan kale, içerisine girildiği andan itibaren ait olduğu Orta Çağ hissini kişiye olduğu gibi yansıtıyor. Bu çok sayıda bölümü olan kale müzecilik anlamında gördüğüm en iyi yerlerden biriydi. Her alan özenle düzenlenmiş ve hepsinin başına bir görevli konmuş. Kalenin orta kısmına geçtiğimizde o dönemde kullanılan bir çok nesnenin güzel bir şekilde sergilendiğini görüyoruz. İlerlediğimiz zaman asıl dikkatimizi çeken kısma yani orada yaşamış olan Müslüman Tatarların ve Musevi Karayların kültürünün sergilendiği kısma geçiyoruz. Ülkemizden bu kadar uzakta bize hiç de yabancı olmayan bir kültürün, yaşamın izlerini burada görmek sanıyorum kültürüne yabancılaşmamış herkesi duygulandıracaktır.

Hazar boyundan geldikleri düşünülen Karayların bu coğrafyaya gelişleri 14. yüzyılın sonlarına dayanmakta. 1397 ile 1398 yıllarında Karadeniz kıyılarına giden Litvanya dükü Vytautas, buradan ülkesine Müslüman ve Musevi Kırım Tatarı göçmenlerle döndü. Çoğunluğu Müslüman olan bu göçmenlerin arasında bulunan 300 Musevi Karay Vytautas’in, Trakai’daki sarayına yerleştirildi. Bu Karaylar günümüzde hala varlıklarını sürdürerek Trakai şehrinin yerli halkı haline gelmişlerdir.

“Karaylarla beraber Trakai’a göçmüş fakat şu an orada olmayan Tatarlara ait müze bölümü”

Yapılan bir araştırmada Karayların Litvanya’ya gelişlerini anadilleriyle şu şekilde ifade ettikleri görülüyor:

Vatat Biy sofunda ondórtúnčú yúzyïlnïn da bašlaýïnda onbešinči yúzyïlnïn tirildi, yomaxlarïna kórà bar dunyanïn ol keltirdi karaylarnï Krïmnïn yanïndan, Kara Tengiznin yanïndan, da olturyuzdu karaylarnï bunda Troxta. Berdi karaylarya kóp yer ki bolyey nesindàn tirilmà karaylarya.

Kale ziyaretimiz sona erdikten sonra dönüş yoluna bıraktığımız diğer yerleri görmek üzere yola çıkıyoruz. Yol üzerinde, daha önce burada yaşayan Karayların milli yemeği olan “kıbın” yemek için “kybynlar” adlı yemekhaneye giriyoruz. Burası hala Trakai’da yaşayan 300 civarı Karay’dan birinin işlettiği bir yer. İçeri girdiğimizde yemekhanenin Türk kültüründen esinlenerek düzenlendiğini görüyoruz. Verilen seçkede de yemeklerin (biber dolması, sarma vs.) bize tanıdık geldiğini görmek bizi daha da şaşırtıyor. Sipariş ettiğimiz kıbınları yedikten çıkıyoruz. Çıkarken dükkan sahibi elimize Türkçe yazılmış birer broşür de veriyor. Burası artık Türk tur şirketlerinin de güzergaha eklediği bir yer haline geldiği için artık bize aşina olduklarını görebiliyoruz.

Yol üzerinde, Karayların ibadet yeri olan Knessa’yı görüyoruz. Kendi dinlerini Museviliğin bir kolu fakat tam olarak Musevilik olarak görmeyen ve anadillerinde ibadet eden Karaylar kendilerine özgü ibadethaneye sahipler.

“Knessa”

Seraya Şapşal, Firkoviç, Gabay gibi ünlü Türkologlar yetiştirmiş, Anadolu Türkçesi’ne en yakın dili konuşan Musevi Türkler olan Karaylar kültürlerine sıkı sıkıya bağlı ve onları yaşatmak için çeşitli dernekler kurarak çalışmalar yapmakta. Yine dönüş yolumuzun üzerinde Türkolog Seraya Şapşal müzesini ziyaret ediyor ve burada gördüklerimizden yola çıkarak Karayların o dönem Osmanlı Devleti ile iletişim halinde olduklarını görüyoruz. Bu, sergilenen mektuplardan ve nesnelerden anlaşılabiliyor.

Şehirde son olarak bir Orta Çağ müzesini ziyaret ediyoruz. Özellikle bu döneme ilgi duyanların ziyaret etmesini tavsiye edeceğim bu müze fazla ziyaretçi almamasına rağmen şaşırtıcı derecede görülmeye değer. Orta Çağa ait yapılar özellikle Baltıklar’da sık karşılaşabileceğiniz şeyler. Nüfusun az olması ve kırsalda nispeten izole bir yaşam sürmeleri kültürlerini çok iyi muhafaza etmelerini sağlamış. Ayrıca günümüzde bu bölgenin daha ekonomik olması meraklılarına gezi yapmak için önemli bir avantaj sağlıyor.

Yazımın başında bahsettiğim duruma dönecek olursak; Türkler öylesine engin tarihe ve kültüre sahip ki, dünyanın büyük bölümünde bir Türk izi bulmak oldukça mümkün. Bizlerse günümüz Türk nesli olarak bu engin Türk deryasını keşfetmek ve korumakla yükümlüyüz.

“Sağ taraf Tatar, sol taraf Karay Türkleri’ne ait

Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı bilemem; ama şundan eminim ki çok gezen mutlaka öğrenir. Burayı hiç ziyaret etmeseydim burayla ilgili muhtemelen hiçbir fikrim olmayacaktı. Fakat gezip görmek bir merak doğurdu ve şu an, bizden çok uzaklarda, soğuk bir iklimin ücrâ bir yerinde “bize” dair bir şeyler olduğunu gördüm. Eğer ben de, sizde buraya dair merak uyandırabildiysem daha detaylı bilgiler için zaman yolcusu Ahmet Yeşiltepe’nin “Türklerin İzinde/Musevi Türkler; Karaimler” adlı belgesel bölümünü izlemenizi, Prof. Dr. Timur Kocaoğlu’nun Karay dili üzerine yazdığı “The Trakai Dialect” adlı eserini ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın seyahatnamesinde Trakai’dan bahsettiği Litvanya bölümünü okumanızı tavsiye ederim.

“Kim dilerdi, tarihi karanlık iki dehşetli kutup arasında kalmayı”

Varşova; Vistül Nehri üzerine kurulmuş, Doğu Avrupa’nın gelişmiş şehirlerinden biri olmakla beraber tarihe biraz ilgisi olanların aklında hiç de iyi yer tutmayan bir başkenttir. Coğrafi konumu sebebiyle tarihin iki gaddar kuvvetinin arasında sıkışmış, direnmeye fırsat dahi bulamamış bahtsız bir şehirdir. Hem Hitler gibi bir faşistin hem de ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan Stalin gibi bir canavarın gazabına uğramıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında yerle bir edilip daha sonra tekrar inşa edilen Varşova, mitolojide bizim Zümrüd-ü Anka Kuşu olarak bildiğimiz Feniks’e benzetilir.

Bilinçaltımda zaten soğuk, gri ve kasvetli bir imajı olan bu şehir Polonyalı arkadaşlarımın da beğenmemesi ve gezmek için tavsiye etmemesiyle hiç de merak duymadığım bir yer haline gelmişti. Ne var ki, bir öğrenci olarak maddiyatı gözetmem ve Doğu Avrupa’yı öğrenmeye hali hazırda başlamış olmam sebebiyle yakınımdaki Varşova’yı ziyaret etmemek olmazdı.

Üç günümü ayırdığım şehre uzun bir otobüs yolculuğunun ardından sabahın erken saatlerinde vardım. Şehre girdiğim vakitte hava karanlık olmasına rağmen diğer Doğu Avrupa şehirlerinde görmeye pek alışık olmadığım yüksek ve modern yapılar gözüme çarptı. Yolculuğa başladığım Riga Terminali’ne göre daha büyük ve gelişmiş bir terminalde havanın biraz aydınlanmasını bekledim. Yine de fazla dayanamayıp bir süre sonra kendimi dışarı attım. Hava yeni aydınlanıyordu ve şehir aydınlatmaları henüz kapanmamıştı. O ışıklı binaların arasında, tam karşımda Polonyalıların “ucube” olarak adlandırdıkları devasa büyüklükte ve mor ışıklarla aydınlatılmış Kültür ve Sanat Merkezi duruyordu. Bu yapının benzerlerini Sovyet hükmü altına girmiş diğer ülkelerde de görmek mümkün. Dikkat çekici ve şehrin tam ortasında yer alıyor olsa da ürkütücü bir mimariye sahip olan bu yapı savaştan sonra Stalin tarafından Varşova halkına hediye edilmiş. Bu bina inşa edilmeden önce halka iki seçenek sunulmuş. Bunlardan birisi, üzerine konuştuğumuz bu yapı iken, diğeri metro alt yapısıymış. Halk çoğunlukla şehre metro yapılmasını talep etmesine rağmen Stalin referandum sonucunu gözardı edip bu binayı inşa ettirmiş. Sefil yaşamdan dolayı sosyalizmden ve Stalin’den zaten nefret etmiş olan halk bir de üzerine taleplerinin gözardı edilmesi üzerine binadan nefret etmiş ve bu bina onlara hep o karanlık sovyet günlerini hatırlatır olmuş. Yıllar geçtikçe bu binanın yıkılması dahi gündeme gelmiş fakat bunun mantıklı ve ekonomik olmayacağı anlaşılınca farklı bir yöntemde karar kılınmış: Binayı olabildiğince saklamak…

Kültür ve Sanat Merkezi

Varşova, eski bölgesini hesaba katmazsak, şehircilik bakımından diğer Avrupa şehirlerinden biraz farklı olarak daha Amerikanvari bir havaya sahip. Binaların dizilişi, caddelerin genişliği, trafik düzeni vs. Bu sistemin kaçınılmaz bir parçası olarak da diğer Avrupa şehirlerine nispeten daha çok sayıda gökdelen barındırıyor. Şehir yönetimi; mevcut ve devam eden gökdelen inşaatlarıyla beraber az önce bahsettiğim “ucube” yapıyı şehrin silüetinden çıkarmaya, onu saklamaya çalışmış. Hatta bu çaba yetmezmiş gibi nispet yaparcasına bu “sosyalizm abidesi”nin tam karşısındaki binanın tepesine kocaman, ışıklı bir “Coca&Cola” tabelası ve “McDonalds” tabelası çakmış. Yaa Stalin efendi, zamanında senin sadece patates yemeye mahkum ettiğin halk şimdilerde neler neler yapıyor sana… 🙂

Söz konusu trajikomik tabelalar

Şehir; modern ve gelişmiş tarafının yanında bir de UNESCO tarafından miras listesine eklenmiş, eski fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden inşa edilmiş sıcak bir “old town” bölgesine de sahip. Daha turistik olan bu bölgede her ülkeden ziyarete gelen insanlarla karşılaşmak mümkün. Bu bölge mimari yapısıyla, peyzajıyla, sokak sanatçılarıyla oldukça canlı ve renkli bir yer. Başkanlık sarayı gibi birkaç önemli yapıyı daha barından bu yerin oldukça merkezi bir noktasında dalgalanan bir Türk bayrağı göze çarpıyor. Büyükelçilik sandığım bu yerin aslında Turizm Tanıtma Ofisi olduğunu orada tanışmış olduğum ve beni birlikte Galatasaray – Fenerbahçe derbisi izlemek için bir Türk lokantasına davet eden İrfan Abi ve arkadaşlarından öğreniyorum.

Old Town

Polonya’da Türklerle karşılaşmak mümkün. Ekonomik şartlar nedeniyle Türk öğrenciler tarafından Erasmus yapmak için tercih edilmesinin yanı sıra Polonya’nın nitelikli çalışana ihtiyaç duyan bir ülke olması göç almasına sebep oluyor. Yeni yeni kalkınmaya başlayan bu ülkede hizmet sektörü büyük bir gelişim gösteriyor ve üniversite mezunu Türklerin bu sektörde çalıştığını görebiliyoruz. Ayrıca çok sayıda lüks Türk restoranıyla da karşılaşılabiliyor. Polonyalılar Türk yemeklerini gerçekten çok seviyor.

Bir Türk lokantası

Bir şehri ziyaret ederken durmadan yürümek ve sadece turistik yerleri değil, insanların yaşadığı yerleri de görmek gerekir. Mahallelere girmek, parklarda yürümek, çarşıya pazara karışmak lazımdır. Varşova’nın merkezinde çok büyük bir alanı kaplayan Lazienki Park, insanların şehir karmaşıklığından kurtulup doğayla bütünleştiği bir mekan. Bu parkın içerisinde küçük göletler, ağaçlar, hayvanlar, yürüyüş yolları ve büyükçe bir konser alanı mevcut. Sonbaharda gitmem sebebiyle Lazienki Park bana eşsiz bir gün yaşattı.

Lazienki Park

Varşova’da ziyaret edilebilecek diğer bir yer ise Wilanow Sarayı. Bu saray 1683 yılında Türk ordusunu Viyana’da durduran Kral 3. Jan Sobieski’ye ithaf edilmiş. Özellikle ilgi duyanların muhakkak ziyaret etmesi gereken, içerisinde güzel sanat eserleri olan mütevazı bir saray.

Wilanow Sarayı

Avrupa’da herhangi bir yerde Türklerle ilgili şeyler bulmanız olası. Bunun sebebi Türklerin farklı coğrafyalara uzanması ve onları kültürüne bağlı tutacak sebeplerin çokluğudur. Tarihte Osmanlı ile Lehistan Krallığı arasında olumlu ve olumsuz olaylar yaşanmasına rağmen onlar bize, biz de onlara saygı beslemekteyiz. Onlarla savaşmış olmamıza rağmen kıyım yapmadığımız için bize karşı bir nefret beslemiyorlar. Polonya, Osmanlı ile ilişkilerinin yanı sıra Tatar Türkleri’ne ev sahipliği yaparak da dikkatimizi çekiyor.

Tatar Türkü Subay, 1. Dünya Savaşı yılları

14. yüzyılda Lehistan Krallığı’nın daveti üzerine paralı asker olmak için gelen Tatarlarla beraber 600 yıl önce, büyük Litvanya Krallığı zamanında, Altın Orda Hanedanlığı içindeki taht kavgalarından kaçmaları ya da Litvanya ile yapılan savaşlarda esir düşmeleri sonucunda Tatarlar Polonya’ya göç etmeye başlamışlar. Farklı dövüş tekniklerine sahip olmaları ve savaş alanlarında göstermiş oldukları başarılardan dolayı Polonya ordusu içinde yüksek mertebelere dahi ulaşmışlardır. Özellikle Orta Çağ Avrupa tarihinin en büyük savaşlarından biri olan Grunwald Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı Polonya halkı tarafından çok saygı gösterilen bir millet olmuşlar. Sonraları dillerini kaybetmiş olsalar da dinlerini ve bu sayede kültürlerini önemli ölçüde korumuşlar. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda yine Polonya ordusunda yer alıp önemli rütbelere getirilmişler.

1. Dünya Savaşı’nda şehit olan bir Tatar Türkü subayın cenazesi ve ay yıldızlı bayrak ile uğurlanışı…

Günümüzde Polonyalıların Avrupa içerisindeki en milliyetçi toplumlardan biri olmalarından yakınılıyor. Bu yakınma yersizdir. Acıları hâlâ çok taze olan Polonya; başta da belirttiğim gibi iki kuvvet arasında kalıp, yok olup küllerinden yeniden doğmuş bir ülkedir. Bu yeniden doğmanın anahtarı hiç şüphesiz milliyetçilik olmuştur. Milletlerin acıları taze olduğu zaman onları hayata bağlayan milliyetçilik duyguları da daha güçlü oluyor. Zaten bu duygu toplumda tükendiği zaman birileri gelip üzerinizde istediği planları yapabiliyor.

Tabii her ne kadar onları hayata bağlamış olsa da, bu geç kalınmış bir milliyetçiliktir.

Zamanında bize biçilen uğursuz senaryoların benzerlerini biçmişlerdi onlara da. Fakat onlar bizim kadar şanslı değillerdi.

Onların Atatürk gibi bir kurtarıcıları yoktu.

Wroclaw’da Mustafa Kemal Atatürk isminin verildiği lise

3oeksi adlı projeye geçen sene sosyal medya üzerinden ufak ufak denemeye başladığım seyahat yazılarımla dahil olacağım. Ben tabii bu yazıların herhangi bir gezi yazısından farklı ve bu mecradakilerin ilgisini çekeceğini düşünüyorum. Çünkü bu yazılar turizm camiasında alışılagelen teorik bilgiden, akademik bakış açısından yoksun, tabiri caizse karadüzen anlatıcıların yahut kolejde okumuş, yalıda büyümüş, dertsiz, tasasız, yapmacık söylemlere sahip kişilerin kaleminden çıkmayacak. Bu yazılar; ebediyete göçtükten sonra kaç kişi tarafından hatırlanacağını umursayan, bilime, insanlığa, Türklüğe ufak da olsa katkıda bulunma gayesi güden milliyetçi bir Anadolu genci tarafından yazılacak.

Turizm fakültesinden yeni mezun olmuş bir turist rehberi adayı olarak öğrencilik hayatımda, içerisinde çalışma ve eğitimi kapsayan bazı seyahat fırsatlarına ulaşma şansım oldu. Bu fırsatlar yoğun çaba ve emeğin sonucunda geldiği için kıymetini bildim ve onlardan yararlanabildiğim kadar yararlanmayı kendime görev addettim. Seyahatlerimi genellikle eğlenceden uzak, öğrenmeye ise olabildiğince yakın planladım. Çünkü bir Türk evladı olarak, ellerin yaptıklarının iki katını yapmakla yükümlü olduğumun bilincindeydim. Biz, otuz yaş altı gençler, dünyayı tanıma konusunda pek şanslı olmayan bir neslin yetiştirdiği evlatlarız. Şu halde, elimize bu konuda fırsatlar geçiyorsa bunları en iyi şekilde değerlendirmek bizleri yetiştiren ve bizlerin yetiştireceği nesillere olan yegane borcumuzdur.

Toplum olarak birçok alanda dünya ülkelerinin gerisinde kaldığımız su götürmez bir gerçek. Bu gerçeği kabullenip kendi yağımızda kavrulma fikri bana veya herhangi bir Türk milliyetçisi gence yakışmazdı. Bizim bilgiye aç bir nesil olmamız lazım ki yarınlara etkimiz olabilsin. Deneyim ve düşünce birikimimizden aydın bir nesil türetelim ve bu şekilde muasır medeniyetlerin bayrak taşıyıcısı olabilelim.

Bu düşünceler çerçevesinde, Türk milliyetçisi gençler olarak sosyal hayatın her alanında bulunmamız gerektiğini düşünüyorum. Tek tip insanlar değil, aynı ülkü uğruna yaşayan farklı insanlar olmalıyız. Yöneldiğimiz farklı alanlarda başarılı ve söz sahibi kimseler olmalıyız. Ancak bu yolla çağdaş, bilinçli, kültürlü ve donanımlı kişiler olabiliriz.

Seyahat…

Bugüne kadar gerçekleştirmiş olduğum seyahatlerden çok şey öğrendim. Her seyahatimin sonunda kendimi bir kitap bitirmiş yahut bir eğitimi tamamlamış gibi hissettim. Şüphesiz bunun altında yatan şey kendimce geliştirmiş olduğum seyahat metoduydu. Gerek meraklı olmam, gerek akademik alanım olduğu için bu iş benim için oldukça keyif vericiydi.

Şimdi bu konuda edindiğim tecrübelerden yola çıkarak kendimce nasıl seyahat edilmesi gerektiğini yazacağım.

Öncelikle ”Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” sorusuyla giriş yapalım. Benim bu soruya cevabım verilen iki seçenekten çok daha fazla.

Okuyun, Gezin, Dinleyin, Gözlemleyin, Düşünün, Hayata Karışın ve Hissedin!

Rota Oluşturma:

Yola çıkmaya hazırlanıyorsunuz. İlk yapmanız gereken,ziyaret edeceğiniz yerleri belirleyip ilgi alanınıza, bütçenize ve zamanınıza göre bir rota oluşturmak. Hazırladığınız rotayı ulaşım imkanlarını da göz önünde bulundurarak revize etmenizi tavsiye ederim. Rotanızda her zaman yedek ve fazladan alternatifler de bulunsun ki karşılaşacağınız herhangi bir sorunda veya zaman artımında yapabileceğiniz bir alternatifiniz olsun. Bu süreçte elinizde mutlaka bir harita olsun ve gitmeden önce o haritaya bakarak şehrin veya bölgenin genel yapısını çözmeye çalışın, kalacağınız yerin konumunu ezberlemeye çalışın.

Ziyaret edeceğiniz yerleri belirlerken ilgi alanlarınız dışına da çıkmaya çalışın. Diyelim ki mühendissiniz. Sadece havacılık, tren, makine vs. müzeleriyle kendinizi sınırlamayın. Doğa tarihi müzesini de, bir kişiye atfedilmiş müzeleri de, sanat galerilerini de mutlaka görün. Bu, belki de o güne kadar farkına varmadığınız ilgi alanlarınızı ortaya çıkaracaktır.

Bilgi Toplama:

Belirlediğiniz rota uyarınca ziyaret edeceğiniz noktaların genel tarihi hakkında bilgi toplayın, fotoğraflarını inceleyin ve kısa notlar tutun. Herhangi bir sorunla karşılaşma riskini en aza indirmek için daha önce buraları ziyaret edenlerin yazmış olduğu blog yazılarını okumanızı, varsa burayla ilgili çekilmiş videoları izlemenizi tavsiye ederim.

Gideceğiniz yerde Türk izlerini arayın. Büyük bir milletin evlatları olarak dünyanın herhangi bir yerinde kendinize ait şeylerle karşılaşabilirsiniz. Örneğin Washington D.C’de bir Atatürk heykeli görebilirsiniz. Letonya’nın kasabadan hallice bir şehri Cesis’te Plevne savaşında esir düşüp hayatlarını orada kaybeden Türk erlerin mezarını ziyaret edebilirsiniz (ediniz!) yahut Litvanya’nın Trakey şehrinde Karay Türkleri ve Kırım Tatarlarının izlerine rastlayabilir, bir güzel Karay yemeği olan “kıbın” yiyip dönebilirsiniz. Buna dair örnekler elbette çoğaltılabilir.

“Letonya / Cesis Türk Erleri Mezarlığı — 2018”

Konaklama Seçimi:

Konaklama seçimi bir seyahatin en önemli aşamalarından biridir. Özellikle otuz yaş altı bir gezginseniz bütçeniz ne olursa olsun bir hostelde kalmanızı tavsiye ederim. Otuz yaş üstü ihtiyarlar için konfor alanının dışına çıkmak haliyle biraz daha zor olacağından otelde konaklamayı tavsiye ederim. Hosteller minimum düzeyde konfor sunar fakat ucuz ve sosyalleşme imkanı sunduğundan tavsiye ediyorum. İnsanları inceleyerek, öğrenme deneyiminizi daha da kaliteli bir hale getirebilirsiniz.

Burada tabii ne tür bir gezgin olduğunuz da önemli. Benim tavsiyem, seyahatinize tek başınıza çıkmanız ve yanınızda sadece ihtiyacınız kadar eşya bulundurmanız, hatta mümkünse tek bir sırt çantasına tüm ihtiyaçlarınızı sığdırabilmeniz. Bu şekilde hareket kabiliyetiniz yüksek olacağından zamanı daha verimli kullanacak ayrıca tek başınıza olduğunuz için düşünmeye, net bir biçimde gözlemlemeye ve yorumlamaya bolca fırsatınız olacaktır. Tabii ki arkadaşlarla seyahat etmenin tadı başkadır fakat yukarıda bahsettiğim çerçeveler göz önünde bulundurulduğunda öğrenme amaçlı bir gezi için tavsiye verdiğim unutulmamalıdır. Tek başınıza gezmek özgüven patlamasına da sebebiyet verir. Bu da bir insanın kendi kabuğunu kırmasındaki ilk adımdır. Sınırlarınızı zorlamaktan çekinmeyin!

Sosyalleşmek:

Yalnız gezmek sosyalleşme konusunda da avantajlıdır. Tek başınıza olduğunuz için yabancılarla tanışmada daha rahat davranırsınız. Gittiğiniz yerlerde yerlilerle tanışmak orayı daha iyi kavramanıza çok büyük katkı sağlar. Hatta bunu seyahat planınızın asıl hedeflerinden biri haline getirmenizi tavsiye ederim. Farklı kültürlerde yetişmiş yeni insanlar dünyaya bakış açınızı değiştireceği gibi yabancılar hakkındaki sahip olduğunuz muhtemel ön yargıları da yıkacaktır. Bu yolla çok iyi arkadaşlık ilişkileri de kurabilirsiniz. Asla çekinmeyin ve konuşun. Girişken olun. Onlar üzerinde bırakacağınız olumlu herhangi bir algı da ülkemiz adına çok önemli bir katkı olacaktır. Şunlara Orta Doğu’lu olmadığımızı göstermenin vakti gelmedi mi sizce de?

İnceleyin:

Dağı inceleyin, taşı inceleyin, geceyi ve gündüzü inceleyin, şehirleri inceleyin, mimariyi inceleyin, yolları inceleyin, kaldırımları inceleyin, insanları inceleyin, marketlere girin, parklarda oturun, sorular sorun. Sadece bakmayın yahut fotoğraf çekip geçmeyin. Anlamlandırmaya çalışın. Farklılıkları sezmeye çalışın. Karşılaştırmalar yapın. Mesela bisiklet yollarına odaklanın zira bisikletliye verilen değere bakarak bir ülkenin medeniyet seviyesi hakkında bilgi edinebilirsiniz. Gelişmiş ülkede bisiklet vardır! Trafiği inceleyin. Toplumun ne kadar hoşgörülü ve saygılı olduğunu, insana ne kadar değer verildiğini karşıdan karşıya geçerken anlamanız mümkündür. Yorumlayın! Bu, düşüncenizi geliştireceği gibi hayata dair beklentilerinizi ve standartlarınızı da yükseltecektir. Azla yetinen olmamalıyız.

“Vistül Nehri / Varşova — 2018”

Hissedin:

Diyelim ki tarihi bir mekanı ziyaret ediyorsunuz. Kendinizi mekanın büyüsüne kaptırın. O mekan hangi çağa aitse kendinizi bir an orada hissedin. Takın kulaklığınızı ve ortamla uyumlu bir müzik dinleyin. Unutmayın, bir yerde kendinizi ritmine kaptırarak dinlediğiniz bir müziği daha sonra tekrar duyduğunuzda kendinizi yine oradaymış gibi hissedersiniz (bunun bilimsel açıklamasını nörobilimci arkadaşlara bırakıyorum) Diyelim ki bir Orta Çağ kalesindesiniz. Kendinizi oraya adapte etmeye çalışın. Zamanında orada olan yaşamı zihninizde canlandırmayı deneyin ve kendinizi de o hayatın bir parçasıymış gibi hayal edin. (Örneğin, Age of Empires oynayan arkadaşlar bu işi kolaylıkla yapabileceklerdir 🙂

Seyahatlerinize yeterince zaman ayırdığınızdan emin olun. Kısa süreli bir turda bu dediklerimi yapmanız pek mümkün değil. Bir şehri sırf görmek için değil orayı öğrenmek için çabalayın. Daha fazla Instagram şovmenine ihtiyacımız yok.

Bisiklet kiralama şansınız varsa mutlaka kiralayın. Böylece trafiğe karışıp, yukarıda da bahsettiğim gibi sosyal hayata dair daha iyi yorumlama yapabilirsiniz. Ayrıca bisiklet kiralamak erişim alanınızı genişleteceğinden daha fazla yer görebilirsiniz.

Gezi alanınızı sadece turistik bölgelerle sınırlı tutmayın. Halkın yaşam alanlarına, mahallelere girin. Zengin semti de yoksul semti de iyice inceleyin. Örneğin bu, gelir eşitsizliğini yorumlamanıza yardımcı olur.

Seyahatiniz süresince yanınızda mutlaka bir kitap bulundurun. Bir kitabı farklı yerlerde okumanın da güzel bir anısı olacağına inanıyorum. Şahsen ben yanımda bir şiir kitabı taşımaya özen gösteririm.

“Maskavas Dārzs / Riga — 2018”

Kendinize gittiğiniz yerleri simgeleyecek şeylerden bir koleksiyon yapabilirsiniz. Ben gittiğim yerin en popüler gazetesini almayı tercih ediyorum. Bu gazeteleri anlamasam da fotoğraflardan yola çıkarak ülkenin o dönemdeki gündemini az çok anlayabiliyorum.

Telefonunuzun hafızasını boşaltmış şekilde gidin ve oradan dolu bir şekilde dönün. Şu an bu yazıyı yazmama ve gelecekte yazacağım yazılara kaynak olan şey çektiğim sayısız fotoğraf ve kendi kendime konuştuğum birkaç videodur. Bunlar geçmişi hatırlamada size yardımcı olacak şeylerdir.

Son olarak, gezinize biraz neşe katmanızı tavsiye ederim. Unutmayın, keyifle yaptığınız her şey yanınıza kar kalacak, gelecekte çok daha iyi anımsayacağınız anılar olacak.

Seyahatinizi öğrenme gayesiyle hazırlayıp ufkunuzu genişletin, kendinizi yetiştirin ve farklı dünyaların da olabileceğinin farkına varın. Varın ki; siyasi sınırlarıyla, dağlarıyla, dereleriyle değil; feyzi ile, ümranı ile, kalemi ile, sanatı ile yeni bir vatan çizip ortaya çıkarabilelim!