Yazılar

Editöryonetim

“Fikret, bütün hayatında, tahakküme, her türlü istibdada, dinî, siyasî, dünyevî, uhrevî, esaretlere isyan etmiş bir şairimizdir. Doksan Beşe Doğru ile Tarih-i Kadim, yerdeki taçla gökteki tahtın mütecaviz tahakkümüne başkaldıran bir tuğyandır.”
                                                Hasan Âli Yücel

Fikret kimdir ve niye büyüktür? Kim olduğu, edebiyat tarihçilerinin işi fakat niçin büyük olduğu onun sesine, daha doğrusu kesilmeksizin yükselttiği haykırışına en üstünkörü bir kulak verişte bile kendini ortaya koyar. Zira o bir şairden çok, Türk toplumunun “Promete”sidir.

Zincirlendiği Aşiyan’da o kadar tahammül edemediği yolsuzluklar, haksızlıklar, harpler ve kıtaller her gün ciğerinden bir parça yemiş, o da zaman zaman puslu ve boğuk, zaman zaman ise tiz ve yüksek perdeden haykırışlar koparmıştır. Bize bıraktığı en nihayetinde bir “Rübâb-ı Şikeste”den ibarettir fakat bu isim salt şairane bir imaj olmasa gerek. Fikret’in rübâbını kıran cemiyetin ta kendisi olmuş ve o, bu kırık sazından çıkardığı nağmeleri yine cemiyete sunarak ondan bir aksiseda beklemiştir. Fakat eyvah, hemen her sanatçı gibi sanatı yazgısını koyulamış ve “çorak yerde akıp gitmiş”tir.

Fikret’in hayatı -farkında olsa da olmasa da bu yalnızca bireysel hayatı değil, şahitlik etmek zorunda olduğu çağın ve çağdaşlarının da hayatıdır- onu, “Sabah Ezanında” şiirinin dinî tahassüsünden, “Târih-i Kadim”in tüm kutsalları karşısına alan modern bir put kırıcı olma rolüne sürüklemiştir. Gerçi Fikret’in asıl büyüklüğü de tam bu dönüşümde yatmaktadır. O, yaşadığı cemiyetin bütün mukaddeslerine karşı göğüs göğse mücadele etmesini bilmiş, buna teşebbüs edebilmiş adamdır. Gün gelir padişahla, gün gelir devlet ricaliyle, gün gelir yolsuzluklarla, gün gelir savaşla hatta gün gelir Tanrı’yla hesaplaşmaya doğru koşar adım ilerler. En nihayetinde bütün bir tarihi karşısına almaya da cesaret edecektir. Fikret bu yüzden büyüktür. En söylenemez olduğunu zannettiklerimizi yıkılmaz bir salabetle dile getirmekten çekinmemiştir. 

Fikret’in İstanbul’un şahsında tahammül edilemez hâle gelmiş, devasa bir ahlak sefaletine isyan ettiği “Sis” şiiri, hakikaten Yahya Kemal’in nitelediği gibi “Vicdan ve ruh elemlerinin en zehirlisi” midir? O, gerçekten de “Bir devri lanetiyle boğan şair” midir? Hiç sanmam. Fikret, bu toprakları sevmemiz için onun üzerinde gerçekleşen ve gerçekleşmeye devam eden iğrençlikleri görmemiz gerektiğini sezmişe benzer. Fikret’in çabası, akranlarından bazılarının tahammül edilemez buldukları ısrarlı söylenişi ve şikâyet edişi, “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.” beylik lafına on yıllar öncesinden gelmiş bir cevabı andırır. Fikret, vatanını yaşanmaz hâle getirenlerin, onun artık yaşanmaz bir yere dönüştüğünü ısrarla reddedenler olduğunu kavramıştır. Bu vatanı yaşanır kılmak için onun yaşanmaz bir yer olduğunun kabulüne gereksindiğimizi tüm varlığıyla duymuştur. İstanbul’un güzelliğine en az Yahya Kemal kadar aşina olduğunu biliriz çünkü ona tiksintiyle bakarken bile “Hüsnünde henüz tazeliğin sihri hüveyda” demekten kendini alamaz. Fakat o, İstanbul’un aksi yöndeki tüm çabalara rağmen hâlâ tazeliğin sihrini açığa vuran güzelliğiyle tatmin olacak adam değildir. Boğazın o canım sularında riyadan, hasetten, çıkarcılıktan dalgalar gezindiğini görür ve bir kez daha bütün bir tarihi karşısına alır. Bu eski başkentin katil kuleleri, zindanlı sarayları, çatısı çökmüş medreseleri, toz toprak içindeki sokakları, gürültülü türbeleriyle kavgaya tutuşur. Çünkü bütün bunların karşısında tütmeyi unutmuş ocaklar, sefil aile evleri, öksüzler, dullar vardır ve İstanbul, bu insanlara bir lokma için bile göklere el açmaktan başka çare sunmamaktadır. Fikret, elinde olsa tevekkül denen şeyi kendi elleriyle parçalayacak adamdır.

Fikret bu kavgasından asla vazgeçmez. Aksine, her geçen gün kavganın şiddetini arttırmaya kararlıdır. Târih-i Kadim’i, bu kavgayı vardırdığı en uç noktayı temsil eder. Gerçi Refik Halit, “olmuş, olan ve olacak her şeye muhalefet” etmeyi kendi payına ayıracaktır fakat bu muhalefetin eksiksiz bir yansıması bir tek Fikret’te tecelli eder. Bütün bir Târih-i Kadim boyunca yaptığı, zaman zaman kendi toplumunun da sınırlarını aşarak bütün bir dünya tarihiyle olanca gücüyle savaşmaktan ibarettir. Tarihin bir gölge gibi cemiyeti takip etmesinden, cemiyetin de sürekli tarihteki güzel günlerin hatırasıyla yaşama isteğinden bunalmıştır. Fikret, bütün bu tarihî mirastan sıyrılıp yeni bir hayat doğurma arzusunun gebelik sancılarını çeker. Fakat niçin tarihle kavgalıdır? Çünkü onda karşı olduğu her şeyi görür. Tarih boyunca din, şehit; gökler, kurban istemiştir. Güçlü olan güçsüzü ezmiştir, kahra alkış tutulmuş, gurura secde edilmiştir. “Kahramanlık! Esası kan, vahşet!” diye acı acı haykırır. Sonunda tarihteki bütün muzaffer kumandanlara bir bakış atar ve “Ey cihangir! Utan şu makbereden!” demekten geri durmaz. Fikret, bütün bu vahşet silsilesini ve kandan ırmakları tarihin koynuna terk ederek “tagallüpsüz”, kimsenin birbiri üstünde zorla hüküm sürmediği bir geleceğin özlemini çeker. O, savaşanın ve savaşın, sultanın ve saltanatın, tapanın ve tapılanın olmadığı bir dünyanın hasretini duyan şairdir. Bu hasretini, savaşın bir asalet, saltanat sahibine hürmetin bir fazilet ve nihayet Tanrı’nın da bütün mukaddeslerin en mukaddesi olduğuna tüm zerreleriyle inanan bir cemiyette dile getirir.

Bugünden bakınca Fikret’in söylediklerini aydınlanmacılığın yalın katlığıyla, pozitivizmin ezberleriyle açıklamak her zaman için başvurulabilecek kolaycı bir çözümdür fakat Fikret bu yalın katlıkla izah edilemeyecek denli şairane bir tahassüsle konuşmaktadır. Bu şiiri Hasan Âli Yücel’in öve öve bitirememesi ve nihayet Atatürk’ün, yapılması lazım gelen bütün inkılapları bu şiirde bulduğunu söylemesi, sonraki nesillere tesiri hakkında da yeterli miktarda söz söyler.

Fikret’in Târih-i Kadim’i, Âkif’ten Ahmed Avni’ye kadar geniş bir kitle tarafından kendisine hücum edilmesine yol açar. Bunları ne kadar ciddiye almıştır, meçhul. Bir tek kendisine “zangoç” dediği için Âkif’e cevap verir. Onun kitabında bir şaire zangoç diye hitap etmek yoktur. Üstelik “Harb-i Mukaddes” şiirinde fikirlerinden geri adım atmadığına bir kez daha şahit oluruz. Bu sefer daha sert konuşmaktan da çekinmez. Dünyayı savaşa götüren herkese lanet eder: Milletlerin kumandanlarından ayet ve hadislerle milleti savaşa teşvik eden vaizlere kadar… En söylenemez bulunanları söyleme huyu yine nüksetmiştir. Bir savaşın ortasında topluma, şehitlerin boş yere öldüklerini söylemekten içtinap etmez. Şehitlerin cennette değil, Moskof Ovası’nda olduğunu haykırır. Durmaz: “Cennette değil, parçalamış na’şını itler.”

Fikret’in bugüne düşen imgesi, -yazık, çok yazık ki- birtakım “Abdülhamid dizilerinin” ve onları izlemekten keyif alan köşe yazarlarının çizdiğine bir hayli yakınsıyor. Bunda şaşılacak bir şey de yok. Fikret hayatı boyunca toplumda varlığını sürdüren o kadar çok şeye karşı savaşmıştır ki saldırdıklarından nasibini almayan, yani onu müdafaa etmeye koşacak insan kolay kolay bulunmuyor. Artık Fikret’in misyonunu devam ettiren, gördüğü her haksızlığın üstüne giden şair tipi de cemiyetimizde yok olmaya yüz tutmuş durumda. Kitap çıkarma hevesleri ve belediye etkinliklerine davet almanın cazibesi fakat her şeyden önce şiirin ulviyetine dair saplantılı fikirlere kapılıp onu asla gerçekliğe temas etmeyen bir fanusta saklama merakı bizi, Fikret’i hiç olmazsa andıracak bir şair tipinden mahrum bırakmıştır.  

Tevfik Fikret’in henüz kırk yedi yaşında, Aşiyan’daki inziva evinde gözlerini fani hayata kapatmasının üzerinden yüz beş yıl geçti. Demek oluyor ki ömrünün son yıllarında tepeden tırnağa cisimleşmiş bir kırgınlık ve kızgınlıktan ibaret olan bu büyük şairin sesi artık duyulmaz olalı bir asırdan fazla oluyor.

Onun ölümü, şairler arasından çıkacak bir Promete bulma ümidimizi kaybetmemizle hemen hemen aynı günlere rastlar. Bizim için aradan geçen yıllar aksini imkânsız kılsa da Gazi’nin şu tahassürünü paylaşmakta ne kadar mazuruz “Ben Fikret’e yetişemedim, kendimi bedbaht sayarım.” Fakat bir tesellimiz var. Fikret, -manidar ki “Promete” şiirinde- feyze ve nura müştak olan milletin meçhul elektrikçisini aradığını söylemişti. O meçhul elektrikçi Fikret’e değilse bile bu milletin imdadına yetişti. Fakat eyvah… Bir tahassürden bir teselliye geçtikten sonra yine yazıklanmaya mecburuz. O da Fikret gibi çorak yerde akıp gitti. 

Doğukan Oruç