Duygusal ve Cesur Bir Tenkitçi:
Nurullah Ataç

Nurullah Ataç, 23 Ağustos 1898 yılında İstanbul Beylerbeyi’nde doğmuştur. İyi bir çocukluk geçiren ve iyi bir eğitim almış olan Ataç, Türk edebiyatında ilk yazısının yayımlandığı 1921’den ölümüne kadar geçen sürede başta şiir ve edebiyat olmak üzere; sanat, dil ve kültürün sorunları dendiğinde akla ilk gelen, düşünceleri dönemin tüm genç ve olgun edebiyatçıları tarafından merak edilen tek kişi olmuştur. Nurullah Ataç, edebiyat ve yazı hayatına başta şiir ile başlamak arzusunda olsa da zamanla bunun olmayacağını anlamış ve Türk edebiyatında, özellikle 1940-1955 yılları arasında bizim edebiyatımızın en güçlü ve etkili eleştirmeni olmayı başarmıştır. Yazı hayatının her safhasında düşündüğünü kaleme alan, kalemini başkalarının emrine değil sadece kendi duygu ve düşüncelerinin emrine veren Nurullah Ataç, Türk edebiyatında Empresyonist (İzlenimci) eleştirinin en önemli temsilcilerinden biridir.

Eleştiriyi bir sanat, eleştirmeni de bir sanatçı olarak gören Ataç, tenkit metninin de herhangi bir sanat eseri gibi zevk için okunması gerektiğini ve dolayısıyla tenkit eden kişinin –yani münekkidin- verdiği hükümlere birtakım sebepler göstermesini beklemenin doğru olmayacağını düşünmektedir. Nasıl ki sanatta “önemli olan doğa değil sanatçının kimliğiyse, tenkitte de onun için asıl olan kitaplar, eserler değil, onları anlatan tenkitçinin yaradılışıdır”. Ataç için önemli olan bir eseri tenkit eden kişinin bunu okuyucuya nasıl sunduğudur. Bu fikirleri dolayısıyla İzlenimci eleştiriyi savunan Nurullah Ataç, tenkit türü için görüşlerini şöyle ifade etmektedir:

“Münekkit bir sanatkardır. Bir şairi, bir romancıyı ne için okuyorsak, onu da öyle okuruz. Sanat, tabiatın bir mizaç arasından görünüşüdür, derler. Tenkit de eserlerin ve muharrirlerin bir mizaç arasından görünüşüdür. Münekkit de, şair gibi, ne kadar ihtiraslı olursa o kadar alakamızı celbeder. Kuvvetli bir şahsiyete malik olması şartıyla içtimai, ahlaki velhasıl her türlü efkar- ı batılası, kinleri, hasetleri münekkidi daha cazip kılar. Edebi haksızlık, ancak zayıflarda bir kusurdur.” [1]

Ataç, tenkit yazısının eser hakkında bir şey öğrenelim, bilgi edinelim diye değil, tıpkı bir sanat yazısı gibi ondan zevk almak için okunması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü onun için eleştirmen de bir yaratıcıdır ve ortaya koyduğu yazı bir sanat eseridir. Nurullah Ataç eleştiride, eleştirmenin eserle ilgili kendi zevkini, kendi düşüncelerini, kendi duyduklarını söylemesi gerektiğine inanır ve eleştirilerinde bu yolu izler. Münekkidin kendi beğenilerini öznel yargılarla belirtmesi gerektiğine inanan Ataç, eleştirinin “taraflı” olması gerektiğini de söyler. “Tarafsızlık onun için ancak bilime özgüdür.” Tüm bu yönler, Nurullah Ataç’ı izlenimci eleştiriye götürmektedir. Nitekim Ataç, birkaç yazısında da bunu açıkça ifade eder:

“Eserlerin bende bıraktıkları izlenimleri belirtmek isterim. Bu yolda. yazan tenkitçilere, yanılmıyorsam, impressioniste (izlenimci) derler.” [2] ”Ben impressioniste bir münekkidim. Anatole France de öyle idi.” [3]

Sanatta izlenimcilik, doğalcılığa ve nesnelciliğe bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Nurullah Ataç’ın empresyonist (izlenimci) eleştirinin Türkiye’deki en önemli isimlerinden biri olduğunu söylerken, dünyada eleştiride izlenimciliğin nasıl ortaya çıktığını da söylemek gerekir. Eleştiride izlenimciliğin 19. yüzyılda İngiliz denemecisi William Hazlitt’le ortaya çıktığı düşünülmektedir. Hazlitt 1819’da bu görüşlerini bir yazısında şöyle ifade eder:

“Ne düşünüyorsam onu söylüyorum, ne duyuyorsam onu düşünüyorum. Elimde değil, nesnelerden birtakım “izlenimler” algılıyorum. Bunların ne olduklarını, biraz çapraşık bir tarzda da olsa, ortaya koyacak kadar cesaretim var.” [4]

İzlenimci eleştirinin olumlu ve olumsuz pek çok özelliğini kendi içinde barındıran Nurullah Ataç, uzun zamanlar Türk edebiyatının önemli “fenomen”lerinden biri olsa da eserlere tamamen öznel bir biçimde yaklaşması, pek çok eleştiriyi de beraberinde getirmiştir. Şimdi Ataç’ın izlediği empresyonist yaklaşımın ondaki yansımalarından ve getirilen eleştirilerden bahsedeceğim. Nurullah Ataç’ın izlediği bu biçim bir davranış, araştırma, inceleme ve çözümleme gibi aslında bugün eleştirinin ön koşulları olarak kabul edilen bazı durumları geriye atmasına, bunları görmezden gelmesine sebep olmaktadır. O da tıpkı diğer izlenimci eleştirmenler gibi münekkidin yargılarının gerekçesini göstermesini, ölçütlerini belirtmesini yararsız, hatta zararlı görmektedir. Ona göre “münekkit bir eseri şu veya bu meziyetleri için değil, sadece ondan hoşlandığı için sever ve bunu anlatması için bir tek çare vardır ki o da : ‘Bu eser güzeldir’ demekten ibarettir.” [5] Bu görüşlerinden ötürü Nurullah Ataç bir eseri, gereğince çözümlemeyi ve nesnel bir biçimde incelemeyi gereksiz bulur ve bunun yüzünden de birçok genç ya da yaşlı yazarların eleştirilerine maruz kalır. Ataç’ın eleştirilmesine neden olan uzun araştırmalardan, dikkatli incelemelerden ve metin çözümlemelerinden kaçışının sebebini arkadaşı Ahmet Hamdi Tanpınar, onun sabırsızlığıyla ilişkilendirmektedir. Tanpınar, Ataç’ın çözümlemelerden uzak duruşuyla ilgili şunları söyler:

“Ataç sabırsızdı, Frenklerin constance dedikleri o bir çeşit ısrarı bilmiyordu. Buna, bir çeşit süreksizliği de eklemek gerekir. Nurullah’ın düşüncesi, bir lahza görünüp parladıktan sonra, yosun şeridine, bir avuç köpüğe, yahut bir kayaya, değişerek kaybolan su purilerine benzerdi. Bu daima konuşan adam, kendisini bir noktada toplamaktan, derinleşmekten hoşlanmazdı. O, çok kuvvetle gören, hatta çok defa en derine kadar inen, fakat baktığından hemen yorulan bir ilk bakıştı.” [6]

Ataç’ın aynı zamanda karakter olarak da biraz üşengeç olduğunu bu inceleme yazısı için okuduğum “Orhan Veli” başlıklı tenkit metninde açık bir şekilde görüyoruz. Nurullah Ataç bu yazıda kitabı karıştırırken Orhan Veli ile ilgili Haber gazetesinde daha önce yazdığı bir yazıyı hatırladığını fakat onu bulup çıkarmanın şu an çok zor olduğunu şu şekilde ifade eder:

“Yeni çıkan kitabını karıştırırken, Orhan Veli için ilk yazdığım yazılardan birini hatırladım. Hemen hiçbir yazımı saklamadığım gibi onu da saklamadım, eski Haber gazetesinden onu kim bulup çıkaracak? Dursun durduğu yerde, bugün onu belki ben de beğenmem.”

Nurullah Ataç’ın inceleme için okunan tenkit metinlerinde görülen en bariz özelliklerinden birisi de eserler, edebî şahsiyetler ya da şiir dönemleriyle ilgili sıkça görüş ve yargı değiştirmesidir. Kendisi de bir yazısında sık görüş değiştirdiğinden bahseden Ataç, bunu doğal bir insan davranışı olarak görmektedir. Kendisini bu konuda eleştirenleri anlayamadığını dile getiren Ataç, insanın tıpkı tabiat gibi sürekli bir değişim içinde olduğunu düşünür. Zaman zaman eski söyledikleriyle ters düşen, bir zaman sevdiği bir şairi belirli bir zaman sonra sevmediğini rahatça ve özgürce dile getiren Ataç, eleştirmekten çekinmediği gibi değişmekten de çekinmez ve değişimi aynı zamanda kendi içinde bir gelişim hâline getirir. Onun için Türk aydını düşündüğü şeyin doğru olup olmadığını her zaman sorgulamalı, kalıplar içinde sıkışıp kalmamalıdır. Nurullah Ataç’ın araştırma sonucu okunan diğer metinlerine bakıldığında, bir eleştirmen olarak görüşlerinin çok keskin bir biçimde değiştiği görülür. En keskin görüş değişikliklerinden biri olarak Ataç’ın Flaubert hakkındaki iki yazısı örnek verilebilir. Nurullah Ataç 1936’da Ayda Bir dergisinde yazdığı “Gustave Flaubert ve Madame Bovary” başlıklı eleştiri yazısında, Flaubert’in yalnızca Fransa’nın değil, tüm dünyanın en tanınmış romancılarından biri olduğunu, asıl şöhretini temin eden eserinin ise Madame Bovary romanı olduğunu söyler ve Flaubert’in en titiz sanatkârlardan biri olduğunu açıkça ifade eder. Bundan bir süre sonra Günce başlıklı kitabında ise Flaubert’i de, meşhur  Madame Bovary romanını da sevmediğini ve hatta hiç okumadığını şöyle ifade eder:

“Flaubert’in Madame Bovary’si, Bay Tahsin Yücel çevirmiş. Okumadım. Gustave Flaubert’i sevmem de onun için. Bilirim, büyük, önemli bir yazar olduğunu. Gene de sıkar beni.”

Düşüncelerindeki değişim ve zıtlık Ataç’ın “Fuzuli’yi Okurken” başlıklı yazısıyla “Abdülbaki Gölpınarlı’ya Mektup” başlıklı yazısı arasında da görülür. Ataç’ın bu sefer de divan şiiri ve şairleri hakkındaki görüşleri birbiriyle çelişmektedir. Fuzuli’yi Okurken’de Nurullah Ataç, modern şiiri savunmasına, hatta Garip hareketini bile eskiyi bertaraf ettiği için desteklemesine rağmen divan edebiyatından ve şiirinden bir türlü kopamadığını söyler, bu durumdan mustariptir. Ataç, divan şiirini okuduğu zaman doğruluğuna inandığı tüm sebepleri unuttuğunu, yanlış olduğunu bile bile bu şiirden etkilendiğini dile getirir. Divan şiirinin büyüsüne kapılmıştır fakat kendisi bu durumdan memnun değildir, tüm yazı boyunca adeta bu durumdan yakınır. Yazının devamında divan şiirinin aynılığından, kalıpların dışına hiçbir zaman çıkamadığından şikayet eden Ataç, divan şiirinin hiçbir çağdan haber vermediğini, donup kaldığını şöyle ifade eder:

 “Düşünceler, duygular, sanat, güzellik ölçütleri bütün o şiirlerde birdir, yüzyıllar boyunca başkalaşmamış, kıpırdamamıştır. Divan şairi bir kimseden de, bir çağdan da haber vermez.”

Zamanda sıkışıp kalmış olan divan şairlerinin karşısında Ataç, arkadaşı Tanpınar’ın “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında” mısralarını hatırlatarak Tanpınar’ın da her ne kadar istese de zamanından tamamıyla kopamadığına, bulunduğu çağdan bir türlü ayrılamadığına dikkat çeker. Oysa onun için divan şairleri zamanın büsbütün dışındadır. Divan şiirinin ölü bir şiir olduğunu kabul eden Ataç, ondan uzaklaşmak ister. Sadece kendisi değil, gençler de divan şiirinden uzaklaşmalıdır ve uzaklaşıyordur da. Dönemin gençlerinin divan şiirine bakışını da gözlemleyen Ataç, onların da divan şiirinin gerçekliğe dair bir karşılığı olmadığını anladıklarını söyler. Yazının devamında modern şiir ile Batı arasında bir bağ kuran Ataç, kendisi gibilerin bu şiirden bir türlü kopamamasının yanlış olduğu kanaatindedir. Gençlerin doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü gençler Batı yolunu unutmamışlardır. Oysa Ataç gibiler bu şiire bağlı kaldıkça Batı’nın yolunu unutacaktır. Divan şiiri sadece dili bakımından da değil, içerik olarak da eskimiştir. Ataç, Homeros ile Fuzulî ve Nef’î’yi karşılaştırır. Homeros’un dili onlardan daha eski olmasına rağmen görüşleri hâlâ yaşar ve biz onu okurken insanlığa kendimizi daha yakın buluruz. Divan şiirinin kendi kendine yetemeyen bir şiir olduğunu açıkça dile getiren Ataç, onu unutmamız gerektiğini söyler:

“Kendi kendine yeter bir edebiyat değildir bizim divan şiirimiz. Bunun için kapatmalıyız onu, Fuzulî’yi de, Bâkî’yi de, Neşatî ile Nazîm’i de unutmalıyız. Onları çocuklarımıza belletmemiz gerekli değildir.”

Tamamen modern bir çizgide ve Batı şiirini öven şeyler söylese de işin sonunda Ataç yine de onlardan uzaklaşamadığını söyler. Şahsiyetinde sıklıkla görülen bu ikilik onun eleştirilerinde göze çarpar. Ataç’ın düşünceleri farklı, duyguları farklıdır. Düşüncelerini ve doğru bildiklerini söylerken duygularına kendisi de yenik düşmektedir. Bu ikilik ise Ataç’ın hoşuna gider.
“Abdülbaki Gölpınarlı’ya Mektup” ise Nurullah Ataç’ın Gölpınarlı’nın 1945’te çıkardığı “Divan Edebiyatı Beyanındadır” adlı kitabı beğenmemesi sonucunda Gölpınarlı’nın divan şiiri hakkındaki görüşlerini sert bir şekilde tenkit ettiği mektubudur. “Ayıp derler senin bu ettiğine, Abdülbaki!” diyerek mektuba sert bir şekilde başlayan Ataç, bu kitabı hiç beğenmediğini, Gölpınarlı’nın divan şiirini kötüleyecek, batıracak bir şeyler bulayım diye sürekli tekrara düştüğünü, bu eserin zorlama bir şekilde yazıldığını söyler. Samimi bir dille, mektup havasında yazılmış bir metin olsa da Ataç bu eserle ilgili Gölpınarlı’ya ciddi tenkitler yağdırmaktadır. Gölpınarlı’nın kitabında divan edebiyatının sözü ve dışı olduğunu fakat özünün olmadığını söyler. Ataç’ın bu mektubundaki fikirlerinin Fuzuli’yi Okurken yazısındaki fikirlerine ters düştüğünün en açık göstergesi şu kısımdır:

“Ama bana öyle geliyor ki divan şiirini sevmeyen, ondaki sesi duymayan bir Türk, Avrupa şiirini de, yeni şiiri de gerçekten sevemez. Şiir ne kalıba girerse girsin, hangi dille, hangi çağda yazılırsa yazılsın, bütün ayrılıklar, bütün değişmeler arasında kalan bir özü vardır, o özü divan şiirinde duyamayan başka şiirlerde de duyamaz.”

Bu kısımdan da anlaşılıyor ki Ataç, daha önceki metinde divan şiirini tamamen bırakmamız gerektiğini, ona bağlandıkça Batı yolundan saptığımızı, hatta gençlerin bile bu şiiri ezberlemesine gerek olmadığını söylerken Gölpınarlı’ya yazdığı mektupta bu görüşlerinin tam tersinde şeyler düşünmektedir. Abdülbaki Gölpınarlı’nın sürekli halk edebiyatı diye tutturmasını yanlış bulur. Divan şiirine verilmesi gereken değeri vermediğini söyler. Daha sonra Ataç, halk edebiyatı ile divan edebiyatı arasında bir terkip kurar. Onun için Karacaoğlan da Fuzuli de büyük şairdir. Birini yüceltmek için diğerini alçaltmak hiç doğru değildir. “Fuzuli’yi Okurken” metni ile buradaki düşünceleri arasında zıtlık vardır. Orada gençler kapatsın divanları, okumak, öğrenmek zorunda değillerdir divan şiirini derken bu yazıda, divan şiirindeki sesi duyamayan bir Türkün Avrupa şiirini de anlayamayacağını söyler. Bu da Ataç’ın fikirlerinin sürekli değiştiğini, değişime açık olduğunu ve bunu eleştirilerine de yansıttığını bize göstermektedir.

Tenkitlerinde değerlendirdiği eser ve şahsiyetlere öznel, taraflı, yani subjektif bir bakış açısıyla bakan Nurullah Ataç’ın bu yönünü “Ahmet Haşim” ve “Haşim’i Yermişim” başlıklı iki yazısında daha iyi görürüz. Duyup dü­şündüğünü hiç çekinmeden yazan ve bu bakımdan kalemini sürekli hür tutan Ataç’ın kıskançlık ve kızgınlıkları vardır. Eleştirilerinde de genellikle kızdığını batırır, sevdiğini yüceltir. Aynı zamanda sevdiği dostlarını da hem iyi yönleriyle hem kötü yönleriyle tenkit etmekle kalmaz, onlar hakkında çevrenin yanlış bildiği ya da abarttığı konuları da düzeltmekten hiç çekinmez. “Ahmet Haşim” başlıklı yazıyı Ataç, Haşim’in ölümünün on birinci yıl dönümü münasebetiyle yazmıştır. Haşim’le dost olduklarını ve onun ölümünün hâlâ kendisinde derin bir yara olduğunu samimi bir dille anlatan Ataç, Haşim’i ölümün yok edemeyeceğinden, onun adının Türk edebiyatı ve Türk şiirinin defterine altın harflerle kazındığından ve bugünlerde bunu herkesin kabul ettiğinden bahseder. Ölümünden önce onun adı etrafında pek çok tartışmalar ve çekişmeler bulunsa da ölümünden sonra bunların hepsi durmuştur. Ahmet Haşim’in büyük bir şair olup olmadığı sorusuna da bu yazısında değinen Nurullah Ataç’ın kendi kanaati onun büyük bir şair olduğudur fakat o, şairleri büyük küçük diye ayırmanın doğru olmadığını da belirtir ve bunu bazı örneklerle destekler. Ataç’ın Ahmet Haşim’in şairliği ile ilgili söylediği şu cümle, onun bir edebî şahsiyeti eleştirirken duygularını ne kadar çok işin içine dâhil ettiğini, öznel bir eleştiri yaptığını ve yine yukarıda söylediğimiz gibi düşüncelerinin ne kadar çok değiştiğini göstermektedir:

“Ben onu elbette büyük bir şair diye görüyorum. Benim duygularıma, düşüncelerime işlemiştir. Onun şiirini sevmediğim günler olabilir; şiiri onun anladığından büsbütün başka türlü anladığım günler çoktur; ama şiiri onsuz düşünemem.” (Nurullah Ataç,“Ahmet Haşim”)

“Haşim’i Yermişim” başlıklı yazısında ise kendisini Ahmet Haşim’i yermekle suçlayanlara karşı savunduğu ve onu hiçbir zaman gerçekten tenkit etmediğini çeşitli anı ve hatırlarla anlatır. Bu yazının en önemli kısımlarından biri Haşim’i hiçbir zaman yermediğini anlattığı şu kısımdır:

“Hiç bir zaman yermedim Haşim’i: ne sağlığında , ne de sonradan. Yermiş olsam söylerdim yerdiğimi. Neden saklayacakmışım? Ben ne düşünürsem onu söylerim.; düşüncem değişince de değişti demekten, dönmekten çekinmem.” (Nurullah Ataç, “Haşim’i Yermişim”)

Özellikle yazının bu kısmı Ataç’ın kendi tenkitçiliğinin kısa bir özetini yapması bakımından çok önemlidir. Değişmekten ve değişimden korkmadığını söyleyen Nurullah Ataç, “Eleştirsem eleştirdim derim.” diyerek de cesur tavrını ortaya koymuştur. Ayrıca değişmenin de utanılacak bir şey olmadığının üstüne basar. Yazının devamında ise Nurullah Ataç, Haşim’in ölümü ardından zamanında onu yerden yere vuranların samimiyetsiz üzüntülerini, gösterişli ve çoğu yalan olan cümlelerini düzelttiği anılarını hatırlatır. Buradan da Ataç’ın düşündüğünü ve doğru bildiğini her zaman söyleyen bir tenkitçi olduğunu çıkarmak mümkündür.

KAYNAKÇA

[1] N. Ataç, “Münekkit Hakkında,” 10 8 1922.
[2] N. Ataç, “Bir Mektup,” 6 11 1944.
[3] N. Ataç, “Tenkit Nedir?,” Yücel Dergisi, 1944.
[4] H. Cöntürk and A. Bezirci, Günlerin Götürdüğü Getirdiği, İstanbul: Ataç Kitabevi, 1962, p. s.7.
[5] N. Ataç, “Tenkit Yazısı,” Akşam Gazetesi, 1939.
[6] T. Alangu, Ataç’a Saygı, İstanbul: Varlık Yayınları, 1959, pp. s. 50-51.

YAZAR

Ali Aydın

EDİTÖR

Ekrem Müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir