–Ozan Arif’e ithafen
Avrupa zekanın vatanı, Asya gönlün. Zekanın dili nesir; gönlün şiir. Biz de Asyalıyız.
(Cemil Meriç)
İnsanın kuvveti aklı ve lisanı iledir.
(Arap Atasözü)
İnsan için tarih boyunca birçok tanımlama yapılmıştır. Bu tanımlamalardan en meşhuru ise ‘hayvan-ı natık’tır. Yani ‘nutkeden (konuşan) hayvan’. Fakat konuşmak alelade bir konuşmak değil. ‘Nutuk’ hem sözdür hem de akıl. Mantık kelimesi de ‘nutuk’ kökünden gelir. İnsan nedir yahut ne değildir, değil yazımızın konusu. Amacımız insan açısından sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade etmek.
Sözün insan için ehemmiyetini “hayvan-ı natık” formülüyle kadim ulema ifade etmişler. Modern ulema da genel olarak sözün ve konuşmanın ne kadar önemli olduğunu ifade ediyor ancak toplumsal bazda öneminin altını çiziyor. Mesela Yuval Noah Harari, insanın bilinçsel gelişiminde etkili en temel saiklerden birinin “dedikodu edebilmesi ve hayal gücünün gelişmiş olması” olduğunu söylüyor. Bu kısımlar bilimsel ve üzerine tartışılası yerler. Bizim asıl konumuz ise “toplumda söz-lisan-edebiyat ve ozan”. Bu durumda milletler için lisanın ehemmiyetini incelememiz gerekmekte.
Milletler, topluluklar; ortak kültür, ortak geçmiş ve ortak gelecek ümitleriyle oluşur. Daha doğrusu millet nazariyeleri arasında en fazla kabul gören teori bu. Milletin teşekkülü için gereken bu özellikler ancak bir aktarım (tevarüs) ile mümkün olabilir. Bu aktarımın biricik aracısı ise dildir. Hatta Ernest Gellner’e göre “Lisan kültürün bir aleti değildir. Lisan kültürdür.” Bu, üzerinde düşünüldüğünde oldukça haklı bir önerme. Çünkü insanların muhayyilelerinde nesneleri ve dış dünyayı kelimeler tasvir eder. Bir nesneyi tasvir edecek herhangi bir kelime yoksa, dış dünyadaki herhangi bir nesne kelimelerle zihnî soyutlama yaşamamışsa o lisanı konuşanların zihninde o nesne de yoktur. Onun için bazı diller iptidaidir. Bazı dillerde felsefe ve bilim olmaz. Çünkü dilin gelişmişliği buna müsait değildir.
Millet hafızasının temel mirasçısı olan lisanla alakalı olarak Nicholas Ostler, ‘Kelime İmparatorluğu’ kitabında “İnsan gruplarının bayrakları ve markaları olmanın dışında diller, hatıralarımızın da bekçisidir. Yazılmadıkları zaman bile geçmişe ait bilgileri koruyan ve ezelden beri onları gelecek nesillere aktaran dillerdir” demektedir.
Millet hafızası, yazının olmadığı dönemlerde temel olarak sözlü kültürle muhafaza edilmiştir. Hatta yazılı kültüre geçildiğinde dahi sözlü kültür etkisini kaybetmemiştir. Yazılı kültürün en ileri safhasının yaşandığı dönemlerden birinde romantizm akımı ortaya çıkmıştır.
“Romantizm akımını romantik yapan özellik geçmişe ve halk kültürüne duyulan ilgidir.” (Walter J. Ong)
Sözlü kültürün gerekli tevarüsü oluşturabilmesi birtakım kavramları ve meslekleri mecburi kılmıştır. Milletlerin teşekkülünü bu meslekler ve kavramlar mümkün kılmıştır.
Walter J. Ong, ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ isimli kitabında sözlü kültürün aktarım işlevini nasıl yerine getirdiğini şöyle anlatmıştır: “Düşüncenin ritmik, dengeli tekrarlarıyla ya da antitezleriyle kelimelerdeki ünsüz ve ünlü seslerin uyumuyla, sıfatlar ve kalıpsal ifadelerin akması, herkesin sık duyup kolay hatırladığı, kolay hatırlanacak şekilde biçimlenmiş atasözlerinin oluşması ve belli izleklere yerleştirilmesi (örneğin toplantı, yemek, düello vb.) gerekir.”
Toplumlar için de insanlar için de anımsayabildikleri vardır yalnızca. Anımsanmayan şeyler pek bir şey ifade etmez. Bu durumda Ong’un bahsettiği sözlü tevarüs mekanizmasının Türk milleti için nasıl işlediğiyle alakalı olarak Prof. Dr. İskender Öksüz’ün ‘Millet ve Milliyetçilik’ kitabında şöyle bir pasaja rastlıyoruz “Sözlü gelenekte mesajın fazla çarpıtılmaması için bazı hafıza yöntemleri kullanılıyordu. Mesajın her satırı aynı boyda ve yapıda parçalara ayrılıyor, her satırın sonunda veya başında aynı sesler yerleştiriliyordu. Bu yöntemlerin birincisine vezin, ikincisine kafiye diyoruz. Mısra sonlarını kafiyeli söylemek hâkim metot. Türk şiirinin mısra başlarında da kafiye kullanılmış.”
Yani Türk milletinin oluşumunda ve kültürel tevarüsünde, bizim biz olmamızda en ziyade müessir kişiler ozanlardır. Zira Türk edebiyatı -buz gibi Asyalı olan bir milletin edebiyatı- Cemil Meriç’in de dediği gibi şiirdi.
Türk millî kimliğini ve karakterini oluşturan en esaslı şey destanlardır. Destanlar, bir bütün hâlinde Türk geçmişinin ve millî kimliğin gelecek kuşaklara aktarılmasının yegâne vasıtasıdır. Türk kimliği ve Türk algısının oluşmasında destanlar o kadar büyük rol oynamıştır ki Bozkurt, Türeyiş vb. destanlar ile “Etnoloji ilmine göre kurt motifi Türkler için tipiktir. Eski Türk kaynaklarında Türk olmayanlar için ‘kurttan türeyenlerden değildir’.” der Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu.
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, ‘Türk Milli Kültürü’ isimli eserinde de der ki “Destanlar, kahramanlık menkıbeleri, aşk türküleri, acı tatlı hatıralar saz şairleri tarafından kopuz çalınarak söylenirdi.”
Zelimhan Yakub’un yazdığı, Nevid Müsmir’in muhteşem sesiyle yorumladığı o eşsiz şiirde de dendiği gibi:
“Tanrı sesi, sözden evvel yarattı
Tabiatın yağışı ses, karı ses
…..
Neler yoktu lehçesinde insanın
Kamanı ses, kavalı ses, tarı ses”
Destanlarda ve şiirlerde de sözden evvel ses duyulurdu. Önce kopuz çalar sonra destan, ilahi başlardı. Bu adet günümüze kadar sürmüş ve hâlâ devam etmektedir. Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan, ‘Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm’ isimli kitabında bu konuda “Mülga tekkelerde gördüğümüz raks, zil def ve saz hep bu kadim Türk adetlerinin devamıdır.” demektedir.
Devam eden bu âdet genel olarak âşıklık geleneğidir. Bu geleneğin eski köklerinden gelen bir mistik tarafı vardır. Mesela Aşır Özek’in mest eden yorumuyla dinlediğimiz Alevi deyişinde sazdan bahsedilirken
“Bana Hakk’ı soran oğul
Haber al aşık sazından
Göğsü Peygamber ağacı
Kılıfı Ali bezinden
……..
Cevri bunda dilli Kur’an
Hem erkanlı yollu Kur’an
Elimizde telli Kur’an
Yürürüz Hakk’ın izinde” denmektedir.
Sazın telli Kur’an oluşu keyfî bir yorum değildir. Deyişlerin çoğunda görebileceğimiz gibi bir tarihî kaydı ve hikmeti saklamaktadır. Hikmeti pirlere, erenlere havale edelim ve tarihî kaydın peşine düşelim.
“Sonra ateş etrafında döner, davulu hızla vurur, Ülgen için konulan armağanı davulu ve tokmağıyla beraber kucaklar; mütemadiyen manzum ilahiler söyler. Ülgen için hazırlanan armağanı alıp göklere doğru yükselmeye başlandığını temsile girişir. Birinci kat göğe çıkıyor. Orada yıldırım, şimşek, gök gürültüsüyle karşılaşıyor. İkinci kat göğe çıkıyor.
Bundan sonra Kam havanın ilerideki durumu hakkında kehanette bulunur. Göklerin her katında neler bulunduğunu anlatır. İlahiler söyleye söyleye dördüncü kat göğe çıkar. Davulu yine gök gürlemesini temsil eder. Beşinci kat göğe çıkar. Gök gürültüsü şiddetlenir.”
Prof. Dr. Abdulkadir İnan’ın, ‘Eski Türk Dini Tarihi’ kitabından alıntıladığım yukarıdaki bölüm, bir şaman ayinini anlatmakta. Şaman ayininde Kam, adeta göğün katlarını şiirle çıkmakta, şiirle ve ilahiyle gök katmanlarını zorlamakta.
“Eski Türk inancında Kam, Tanrılarla insanlar arasında aracılığa malik, Tanrıların seçtiği kişidir. Kam’ın hayali geniştir, mistiktir ve yaratılıştan zekidir. Kam’ın vakit vakit canı sıkkındır.” En önemlisiyse Kam ‘tab’an şairdir, irticalen şiirler ilahiler söyler.’ Türk toplumunun en mühim, en mistik ve en Tanrısal kişileri Kamlardır. Yani bugün ki ozanlar, âşıklar.
Walter J. Ong’un ‘Sözlü ve Yazılı Kültür’ kitabında “Sözlü geleneğe bağlı ya da izini taşıyan çoğu sözel edim ve yaşam tarzı mücadeleci havasıyla okuryazarları çarpar” der. Ozanlar ve şairler her daim havadan, sudan, aşktan bahsetmezler. Çoğu zaman serttirler ve topluma yol gösterirler. Çünkü toplumu onlar inşa ederler. Bunun için Hz. Muhammed döneminde İslam aleyhine toplumu kışkırtan şairler, Şuara Suresi’nin 224-227. Ayetlerinde sert bir dille kınanmışlardır. Çünkü yalnızca şiir yazmamışlardır. Şiirleriyle topluma olumsuz yön vermişlerdir. Bunun karşısında ise Hz. Muhammed, Müslüman Şair Hassân b. Sâbit’e dua etmiş ve İslam’ı savunmasını istemiştir.
Çünkü politika, geçmiş, toplum hepsi şairi ilgilendirir ve şair çoğu zaman hepsiyle ilgilenir. Eleştiri de zaten bir şair mesleğidir. Atsız’ın ‘Bozkurtlar’ında Kara Ozan söyler, Çinli katun sıkılır; gök çöker, yer yarılır. Osmanlı saraylarında Nef’i müebbeten haykırır. Başka türlü durmaz çünkü zulüm. Ses ve sözdür, şair ve ozandır zulme dur diyen.
Gelgelelim bu yazının yazılış sebebine. Türk milletinin varoluşuna katkı sağlayan son asrın büyük destancısı, asrımızın Dede Korkut’u, Ozan Arif (Arif Şirin) 13 Şubat 2019’da Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Her şeyiyle destancıydı. Ozandı. İlk mesele tevarüs ve anımsayabilmek demiştik. Şairane bir üslupla destan destan aktarımdı ilk şart. Yaşadığı ve gördüğü her şeyi hiç noksansız aktardı. 12 Eylül’ e giden yolda çekilenleri anlattı “Unutamam.” diyerek. Bizi yaralayan Kara Eylül’ü anlattı “C5” diyerek. Cumhuriyet’i anlattı. “Vay Babo!” dedi, yüzünü şarka dönerek. ‘Muhasebe’ tuttu yakın geçmişe. Önce sordu “Müslümanlar Neden Böyle?” diye, sonra cevap verdi ozanca “Ülküsüne kavuşamadan gitti.”, “Çin Seddi’nde sabah namazı kılamadığına yandı.”
Ne demişti Zelimhan Yakup?
“Sesin varsa bil kişisen, bil ersen
Sessizlerin gözyaşını silersen”
Sesi vardı, kişiydi, erdi. “Mümkün Değildir!” diye haykırdı, sessizlerin gözyaşını sildi.
Tanrısal bir yankıydı zihinlerimizde, ‘ercesine’ haykırdı bir ömür. Lanetli şuaraya karşı Hassân bin Sâbit gibi dik ve sabit durdu. Kara Ozan gibi haykırdı hain katunlara, töreyi bozan kağanlara. “O mezarda, sen zindanda, ben sürgün” dedi. Ev, bark, ocak, mal hepsinden geçti ama sürgünde bile susmadı. Sesi oldu, ozanlığıyla var etti milletini.
Her kıtasında ve her mısrasında göğü arşınlayan bir Kam’dı. Göğün ve sonsuzluğun sahibine uzandı.
“Ozan nedir?” “Şair kimdir?” “Ne iş yapar?” “Niçin önemlidir?” Tüm bu sorulara cevap vermeye çalıştığım bu yazıda aslında sadece “Neden Ozan Arif’i rahmetle anmalıyız? Ozanın ölümü neden önemlidir?” sorusuna cevap vermeye çalıştım. Gerçi benim vereceğim cevaplara çok da ihtiyacı yoktu ya ozanın…Kim onunla ve ülküsüyle alakalı bir soru sorsa cevabını ondan ve destanlarından alacak. Çünkü ozan o, kam o, lisanı tevarüs ettiren o, milleti var eden o. Rahmet, minnet ve saygıyla…
Yazımı, Ozan Arif’in ardından ozanlık geleneklerine uygun bir şekilde M. Bahadırhan Dinçaslan tarafından irticalen yakılmış bir ağıtla bitiriyorum.
“Şi’rinle açtığın o izi süren
Tabutluktan çıkıp, Mamak’a giren
Nal bıyıklı tam on milyon alperen
Vallahi… Billahi… Seninle şimdi”
Yunusemre Işık
KAYNAKÇA
Walter J. Ong – Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, çev. Sema Postacıoğlu Banon
Prof. Dr. İskender Öksüz – Millet ve Milliyetçilik, Panama Yayınları
Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu – Türk Milli Kültürü, Ötüken Neşriyat
Prof. Dr. Abdulkadir İnan – Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri
Prof. Dr. Yusuf Ziya Yörükan – Müslümanlıktan Evvel Türk Dinleri Şamanizm, Ötüken Neşriyat
Ömer Nasuhi Bilmen – Kur’an-ı Kerim’in Türkçe Meal-i Alisi ve Tefsiri, Cilt 5, Kahraman Yayıncılık