Yazarlar ve Leviantenler

George Orwell’in “Writers and Leviathan” adlı yazısından çeviridir.

“Leviathan” ya da “Bir Din ve Dünya Devletinin İçeriği, Biçimi ve Gücü”, Thomas Hobbes tarafından yazılmış ve 1651’de yayımlanan bir kitaptır. Kitabın adı “Kitâb-ı Mukaddes”te geçen Leviathan isimli bir yaratıktan esinlenerek konulmuştur.

Devlet kontrolü çağında yazarın konumu, konuyla ilgili kanıtların çoğu henüz mevcut olmasa bile çoktan beri büyük bir tartışma konusu olmuştur. Bu noktada aleyhte ve lehte devletlerin sanatı himaye altına almalarıyla ilgili bir görüş belirtmek istemiyorum fakat sadece bizlere ne tür bir devletin hükmettiğini ve entelektüel atmosfere hâkim olup kısmen buna bağımlı olduğunu belirtmek istiyorum. Bunun manası şöyledir: Kısmen yazarların ve sanatçılarının kendi tavırları, gönüllü oldukları durum ya da liberalizmin ruhunu canlı tutmaları… Kendimizi, Zhdanov gibi yirmi yıllık zaman diliminden önce dalkavukluk yaparken bulsaydık eğer muhtemelen bu hak ettiğimiz bir şey olurdu. Çoktandır açık bir şekilde, İngiliz edebî aydın sınıfının eserlerinde bir totalitarizm eğilimi vardır. Burada ben komünizm gibi organize ve bilinçli bir hareketin korkusu içinde değilim, fakat halkın iyi niyeti ve politik düşünceleri için siyasi olarak bir taraf seçmesi gerektiğini düşünüyorum.

Savaşın, faşizmin, toplama kamplarının, copların, atom bombalarının olduğu siyasi bir çağdayız. Bunlar hakkında yazıp bunları açık bir şekilde adlandıramıyoruz. Biz buna çare olamayız. Batan bir gemideyken düşünceleriniz gemiyle beraber yok olacaktır. Ama sadece bu sorunun ana fikri daralmış değil ki en azından aralıklı olarak algıladığımız, edebiyatla alakası olmayan kişilerin etkisinde olan edebiyata karşı tavrımızdır. Sıklıkla zamanının en iyi edebî eleştirisinin bile kabul görmüş herhangi bir standarttan bu yana hileli olduğuyla ilgili bir düşünce var bende. Dış kaynaklar, böyle bir edebî eserin iyi veya kötü olup olmadığının ifadesinin anlamını verebilir. Her bir edebî yargı, içgüdüsel bir öncelik olarak kendini haklı çıkarmak için belli başlı kurallar yaratımından oluşur. Kişinin edebî esere olan tepkisi genellikle “bu edebî eseri beğendim veya beğenmedim” diye rasyonelliğin ardından gelen bir tepkiden oluşuyor. Bu sadece edebî eseri seviyorum tepkisi değil. Bana göre edebî olmayanın tepkisi şöyle olurdu; bu edebî eserle aynı görüşteyim dolayısıyla eserin içindeki erdemi keşfetmeliyim, anlayışı olurdu. Elbette kişi siyasi nedenlerden dolayı eseri övdüğü vakit, bunu heyecanlı ve samimi bir şekilde yapmış olabilir. Bu açıdan bakınca, kişi bunun ciddi bir onaylanma olduğunu düşünebilir. Ama aynı zamanda parti dayanışmasının yalın bir yalan talep ettiği de sık sık olur. Kitapları siyasi açıdan belli aralıklarla incelemiş biri bunun farkındadır. Eğer genelde ısmarlama bir yazıyı yazıyorsanız bu günahı kabul ediyorsunuzdur. Ne olursa olsun -Sovyet Rusya lehinde veya aleyhinde, Siyonizm, Katolik Kilisesi lehinde veya aleyhinde- tartışmalı sayısız kitap okunmadan önce eleştiriliyor. Açıkçası kişi önceden hangi sayfaların içine gireceğini biliyor ve yine de bazen çeyrek bilinçli bile olmayan bir sahtekârlıkla, edebî standardı uyguladığını öne sürüyor.

Şüphesiz, edebiyatın politika tarafından istilası kesinlikle oluyor. Hiçbir zaman totalitarizme has sorunlar ortaya çıkmasaydı bile edebiyatın siyaset tarafından istilası gerçekleşmiş olacaktı. Çünkü bizler, dedelerimizin sahip olmadığı muazzam adaletsizliğe ve dünyanın ıstırabına karşı bir çeşit pişmanlık geliştirdik. Suçluluk duygusunu hisseden kişi hayata karşı imkânsız olan saf estetik duygusuyla ilgili bir şeyler yapmak zorundadır.

Hiç kimse, kendisini Joyce ya da Henry James kadar tek amaçlı bir şekilde adayamazdı. Ama maalesef ki şimdilerde siyasi sorumluk almanın anlamı, ima edilen ürkeklik ve güvensizlikle radikallere kendini teslim etmektir. Victoria dönemi yazarlarına karşı olarak bizlerin, açık siyasi görüşü olanların arasında yaşama gibi bir dezavantajımız var ve genellikle düşüncelerimize ters düşen inancı bir bakışta tanıyoruz. Modern yazınsal entelektüeli sürekli bir korku içinde yaşıyor ve yazıyor. -Aslında yaygın anlayışta kamuoyunun görüşüne değil kendi grubuna karşı- Kural olarak iyi ki bir gruptan daha fazlası vardır. Herhangi bir anda duyarsız olma gereğini aleyhinde rencide eden baskın bir dogmatizm vardır. Bu, kişinin yıl sonunda gelirinin kesilmesi anlamını taşıyordur. Son on beş yılda gençler arasında “sol” dogma olduğu apaçıktır. Buradaki “ilerici”, “devrimci” ve “demokratik” kelimeleri anahtar kelimelerdir. Her ne pahasına olursa olsun üzerinize yapıştırmaktan kaçınmanız gereken etiketler “burjuva”, “gerici” ve “faşist” tir. Bu günlerde neredeyse herkes, Katoliklerin hatta muhafazakârların çoğu “ilerici”dir. En azından öyle düşünüyorlardır. Şimdiye kadar kimse, bildiğim kadarıyla kendini “burjuva” olarak tanımlamıyor. Tıpkı bu sözcüğü duyacak kadar okur yazar olan hiç kimsenin anti-Semitizmden suçlu olduğunu kabul etmemesi gibi. Hepimizin iyi demokrat, faşizm karşıtı, emperyalizm karşıtı, ırk önyargısına izin vermeyen vb. gibi günümüzün “sol” dogmasından yirmi yıl önce hüküm süren, oldukça züppe, muhafazakâr dogmatizminden daha iyi olduğuna da pek şüphe yoktur. “Criterion” ve “London Mercury” dergileri baskın edebî yayınlar arasındadır. En azından ima edilen amaç, çok sayıda insanın gerçekten istediği uygulanabilir bir toplum biçimidir.

Sol ideolojinin tamamı iktidara ulaşma umuduna sahip olmayan insanlar tarafından ütopik ve bilimsel sosyalizm şeklinde geliştirildi. Dolayısıyla bu radikal düşünce; var olan düzenin yanındaki krallar, devletler, yasalar, ortak ahlak tarafından hor görülüyor. Yenilmez gibi gözüken tiranlığa karşı savaşan sol cenah içinde yaşayan düşüncelere kadar bunu düşünmesi çok kolaydır. Kapitalizmin ve tiranlığının devrileceğini ummak kolay olsa bile bunu sosyalizm izleyecektir. Dahası liberalizmden sosyalizme açıkça sorgulanabilir bir inanç miras kalmıştır. Bu mirasa örnek olarak gerçeğin, zulmün üstesinden gelip onu yeneceği ya da insanın çevresi tarafından yozlaştırıldığı gibi…

En mükemmel ideoloji bile bize karşı ısrarcı olabiliyor. Örneğin İngiltere işçi partisi, kralın kızları için bütçeyi oylarken ya da çelik sanayisinin millîleştireceğinde bir duraksama gösteriyorsa biz bunu protesto ediyoruz. Ama aynı zamanda art arda gelen sarsıntılar sonucu itiraf edemediğimiz bütün çelişkileri zihnimizde topladık.

İlk sarsıntı Rus devrimiydi. Bazı kompleks nedenlerden dolayı İngiliz ‘solu’nun tümü Rusya’daki rejimi ‘sosyalist’ olarak kabullenmeye zorlandı. Bu ülkedeki ‘sosyalizm’ tarafından yabancı olarak kast edilen her şey pratikte ve teoride sessizce kabul edildi. Dolayısıyla bir çeşit, düşüncede şizofrenik bir tavır taşıyan ‘demokrasi’ kelimesi bile, örneğin toplama kampları ve zorunlu göçle bile eş zamanlı olarak doğru ya da yanlış bir anlama gelecek şekilde birbirleriyle bağdaşmayan bir manaya gelebilir. Sosyalizme karşı bir diğer hamle ise kesin bir şekilde yeniden ifade edilmesine sebep olmayan enternasyonalin ve pasifizmin tartışılmaz doktrinlerini derinden sarsan faşizmin yükselişiydi. Alman işgali tecrübesi Avrupalılara sömürge devletlerindeki insanların çoktandır bildiği, sınıf çatışmasının ulusların çıkarları kadar önemli olmadığını öğretti. Adolf Hitler iktidara geldikten sonra ‘düşman senin ülkende’ ve ulusal bağımsızlığının bir değeri yok iddiasını sürdürmek ciddi şekilde zorlaştı. Fakat hepimiz bunu bilip gerektiğinde hareket etsek bile bunu yüksek sesle söylemenin ihanet olacağını düşünürüz. Son olarak en büyük zorluksa iktidardaki solun sorumluluk alıp gerçek bir karar alması yükümlülüğüdür. Sol hükûmetler, taraftarlarını sürekli hayal kırıklığına uğratmaktadır. Çünkü daha önceden söylenmiş olan ve sözünü verdikleri ulaşılabilir hedefler için her zaman tatsız bir geçiş dönemi vardır. Şu anda ekonomisi dar boğaz hâlinde olan İngiliz hükûmetinin yürürlükte olan geçmiş propagandalara karşı bir savaş vermekte olduğunu görüyoruz. Krizde olduğumuz bugünlerde, savaşın sebep olmadığı deprem gibi beklenmedik ani bir felaket içinde de değiliz; sadece bu krizi hızlandırıyoruz. On yıl önce olacak olanlar tahmin edilebilirdi. 19. yüzyıldan beri ulusal ekonomimiz, yabancı yatırımlardan gelen bileşik faiz ve sömürgelerden gelen riskli hammaddelere bağımlıdır. Kesin olan bir şey var ki o da er ya da geç bazı şeylerin yanlış gideceğidir, ihracat oranını ithalat oranına eşitlemeye zorlamalıyız. Bu olduğu vakit İngiltere’de yaşam standardı işçi sınıfı dahil geçici olsa bile düşecektir. Sol partiler, anti emperyalist olduklarını yüksek sesle dile getirseler de bu gerçeklerin kesin olarak adını koymuyorlar. Zaman zaman İngiliz işçilerinin Asya ve Afrika’nın yağmalanmasından bir ölçüde yararlandıklarını kabul etmeye hazırlıklıdırlar, ancak ganimetlerimizden vazgeçebileceğimizi ve yine de bir şekilde refah içinde kalmayı başarabileceğimizi gösterdiler. İşçi sınıfına sömürüldükleri söylenerek sosyalizmin safına çektiler, buna karşın dünya şartlarında acı gerçek ise onların sömürücü olmalarıdır. Şimdi görünüşe bakılırsa işçi sınıfının yaşam standardının yükseltilmesi bir yana, sürdürülemeyeceği noktaya gelinmiştir. Zenginlerin sonunu getirsek bile halklar daha az tüketip daha fazla üretmelidir. Ya da ben, içimizdeki pisliği abartıyor muyum?

Kendimi hatalı bulduğum için hoşnut olmak zorundayım ya da olmalı mıyım? Belirtmek zorunda olduğum nokta şudur; sol ideolojiye sadık insanlar içinde bu sorun açıkça tartışılmıyor. Çalışma saatlerini yükseltip ücretleri düşürmek sosyalist karşıtı bir önlem olarak algılanabilir, bu nedenle ekonomik durum ne olursa olsun reddedilmelidir. Sorundan kaçmak, var olan serveti tekrardan dağıtarak her şeyi düzeltebileceğimizi iddia etmek çok daha kolaydır. Dogmatikliği kabul etmek her zaman çözülmemiş çelişkileri miras almaktır.

Örneğin; sanayileşme ve üretim sayesinde isyan eden tüm insanlar, fakirliğin sonunu ve işçi sınıfının kurtuluşunu sanayileşmeyle birlikte daha da azaldığının farkındadır. Örneğin, belli başlı mesleklerin kesinlikle gerekli olduğu gerçeğini dikkate alırsak ve bu mesleklerin bir çeşit baskı olmadan yapılamayacağını dikkate alırsak; örneğin, güçlü bir ordu olmadan güçlü bir dış politikasının imkânsız olacağı gibi…

Bu örnekler çoğaltılabilir. Her durumda, tamamen açık olan ancak yalnızca resmî ideolojiye özel olarak vefasızsa çıkarılabilecek bir sonuç vardır. Normal bir tepki şu olurdu; cevaplanmamış soruyu beyninin bir köşesine zorla yerleştirip sürekli çelişkili sloganın tekrarı gibi… Kişi bu tür düşüncelerin etkisini keşfetmek için çok uzağa gitmek zorunda değildir.  Elbette zihinsel sahtekârlığın genel olarak sosyalistlere ve solculara özgü olduğunu ileri sürmüyorum. Sadece herhangi bir siyasi disiplini kabullenmek, edebî bütünlükle uyumsuz görünür. Kendilerini sıradan bir siyasi çatışmanın dışında tuttuklarını iddia eden bireycilik ve pasifizm için de bu geçerlidir. Bazı kelimelerin sonundaki ‘izm’ sesleri propaganda amacını gösterebilir. Bir gruba sadakat gösterenler gereklidir. Edebiyat, bireysel bir uğraşı olduğu sürece edebiyat için zehirlidir. Yaratıcı yazım üzerinde herhangi bir etkiye sahip olmalarına izin verilir verilmez, sonuç sadece tahrif etmek değil; çoğu kez yaratıcı yetilerin gerçek anlamda kurumasıdır.

Öyleyse nedir? Her bir yazarın ‘siyaset dışında’ kalması yönünde bir sonuca mı vardık?

Elbette hayır! Her fırsatta dile getirdiğim gibi, düşünen bir bireyin açıkça siyaset dışı kalamayacağıdır. Şu anda siyasi bağlılığımız ve edebî bağlılığımız arasında yaptığımız keskin bir ayrımı çizmemiz ve belli bir tatsız gönüllülüğü tanımamız gerektiğini öne sürüyorum. Ama genellikle kabul ettiğin fikre karşı herhangi bir yükümlülük taşıman gereksizdir. Yazar politikayla meşgul olduğu vakit bu uğraşıyı, bir yazarın yaptığı gibi değil; bir vatandaş ve bir insan olarak yapmalıdır. Sadece sıradan kirli siyasi işlerden kaçınmak gibi bir lüksü olduğunu sanmıyorum. Yazar, herkes kadar fırtınalı koridorlar içinde ders vermeli, duvarları tebeşirle çizmeli ve siyasi kampanyayla seçmenlere broşür dağıtmaya hazır olmalıdır. Ama partisinin hizmetinden başka ne ifa ederse etsin asla kendisi lehinde yazmamalıdır. Yazar, yazısının ayrı bir şey olduğunun adını koymalıdır. Resmî ideolojiyi seçmeyi reddederse bunu iş birliği içinde hareket ederek yapmalıdır. Yazar, asla düşünce yolundan dönmemelidir çünkü onu sapkınlığa yöneltebilir. Dogmatikliği ortaya çıktığında bile yazar fazla düşünmemelidir.

Yirmi yıl önceleri, komünist sempatizanı olarak yaftalanmayan bir yazar için kötüye işaretti.

Ancak tüm bunlar, bir yazarın yalnızca siyasi kodamanların dikte ettiklerini kabul etmeyişi, aynı zamanda siyaset hakkında yazmaktan kaçınması gerektiği anlamına mı gelir? Bir kez daha, kesinlikle hayır.

Yazar isterse eğer, en kaba politik yolla yazmaması için hiçbir neden yok. O; bunu bir birey ya da aykırı biri gibi değil, düzenli ordunun kanadındaki istenmeyen bir gerilla gibi yapmalıdır. Bu tavır siyasi fayda açısından çok uygundur. Mesela, savaşın kazanılması gerektiğini düşündüğü için bir savaşta savaşmaya istekli olmak ve aynı zamanda savaş propagandası yazmayı reddetmek mantıklıdır. Bazen, eğer yazar dürüstse, yazıları ile siyasi düşüncesi fiili bir çelişki yaratabilir. Fırsatlar vardır açıkça arzulanmayan; o zaman çare kişinin dürtülerini tahrif etmek değildir, sessiz kalmaktır.

Yaratıcı bir yazar, yol ayrımında olduğu vakit hayatını iki kısma ayırmalıdır. Bu, onu yenilgiyi kabul etmiş ve alçakça gösterebilir. Yine de pratikte başka bir şey yapabileceğini göremiyorum. Kendini fildişi bir kuleye hapsetmek imkânsız ve arzulanmayandır. Yalnızca bir propaganda makinesine değil; hatta bir grup ideolojisine bile öznel olarak boyun eğmek, bir yazar olarak kendinizi yok etmektir. Biz bunu acı veren bir dilemma olarak görüyoruz. Çünkü bu kirli işi küçümserken siyasetle uğraşmanın gerekliliğini görüyoruz.

Ve çoğumuz hâlâ her seçimin, hatta her siyasi seçimin iyi ile kötü arasında olduğuna ve bir şey gerekliyse bunun da doğru olduğuna dair muteber bir inanca sahibiz.

Bana göre küçük çocuklara ait bu düşünceden kurtulmak zorundayız.

Yazar, siyasette iki kötülükten hangisinin daha az olduğuna karar vermekten daha fazlasını asla yapamaz. Bazı durumlar vardır, yazar; sadece şeytan ve çılgın gibi hareket ederek bunlardan kurtulabilir. Örneğin savaşlar gerekli olabilir fakat bu doğru ve akıl kârı değildir. Seçimler bile güzele ve iyiye örnek olacak bir oyun değildir. Bana göre bunun parçası olsan bile yaşlılığın, aptallığın ve iki yüzlülüğün zırhına sahip olmadığın sürece bunu yapmak zorundasın; öyleyse kendine ait olanı ihlal etmemelisin. Çoğu insan için sorun aynı formda ortaya çıkmaz, çünkü onların hayatları çoktan ayrılmıştır. Yazarlar sadece boş zamanlarında hayattadır, politik işleri ve günlük hayatları arasında duygusal bir bağlantı yoktur. Siyasi sadakat adına, emekçi olarak kendilerini küçük düşürmeleri istenmez. Bir sanatçı olarak yazarın bunu yapması istenir. Aslında politikacıların sadece istedikleri budur. Yazar bunu reddederse, bu onun hiçbir şey yapmadığı anlamına gelmez. Bir anlamda yazarın bir yanı tamamına göre kararlı davranabilir. Fakat yazarın yazıları, şimdiye kadar değeri olduğu ölçüde her zaman ayrı bir köşede olan makul bir eserin benliğinde olabilir. Gerekliliği kabul eder, yapılanları kayıt altına aldığı gibi gerçek doğası gereği aldatılmayı reddeder.

YAZAR

Ali Tamahkar

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir