ve sonunda vardık yurda
nasıl da kanlı, hitler görse iman eder
ve o parlaklık, yıldızlar utangaç

bunca parlaklığın peşine
onlarca karanlık gene aklımda
kimi zaman uzak diyarlardan gelen bir nehirden
kimi zaman kaynağın kendisi

yaşamak ve hayatta kalmak
ikisi arasında mekik dokumak
ölüm en uzak ihtimal
gün geldiğinde ilgiyle karşılanacak

bu ne hissiyat bu ne kırmızı
aşklı bakışların ardında yatan topuksuz bir karaltı
nasıl da kanlı, hitler görse iman eder
gaz odaları senden insaflı

imrendiğim sen değilsin sadece kalbin
paylaşımcı bir karaktersin, zor ama bana pay bırak
nedendir bilmem bunca selamdan geriye kalan
kala kala yağmur oldu her damlası yıldız tozu
gör-görme ilgimi çekmez
aşk dediğimiz görmekle ilgilenmez
yalnızca ortaklaşa kullanmalı bazı bazı

ben körüm — yerime gör
kalbim taşlaşmış, atmıyor, kurban olayım paylaş
kulaklarım sağır ve dilsizim
söylemek bu kadar zor olmadı hiç

-nefret ediyorum senden!
ve inan ben nefrete aşığım

1_Pmm1LOQFkSxQJHtBOORXKw

Nefesten bir kayığın beyazlıklara bürünen binbir sesi
Sırma zülfünden tenine hilâl düşmüş gün perisi
Ufukların çizgisiz ülkelerinde bir yıldızlı esirsin
Uzak yakın kıyılardaki efsanenin erisin.

Sofya’da bir çalgıcı döküyor kehâneti:
O yabancının gözü kör, elmastan kırılmaz yüreği
Simyacının muskasını saklar gibi kaderi
Yeis dolu ruhu ve ateşten hançeri

Bedbaht hayallere dalmışken o gece
Okyanuslar çekiliyor önüne, bak, gör onu
Tam burada, önünde, selam veriyor ürkekçe
Nedir bu? Bir kuğu mu, veyâhut gündoğumu?

Gök rengi bir orkide savaşıyor gözleriyle
Günahkâr dudağında ezber bozan itiraflar
Çağ kapatıp çağ açan telaşlı uzun gece
Biliyor, sonu gelince ona açılacak tüm yaralar.

Buğulu bir otobüs camı ile dertleştim

Ayın halesi tebrik etti beni o gece

Şiirler yazdım gül pembesi çehrene

Kıskandı tüm zümre-i kainat

Fakat sen uzaklardaydın -bilmem nerede?-

Bense, hasret rüzgarıyla dalgalanan,

Ölüm kadar keskin saç tellerinde,

İnfaz ettim nefsimi.

Gözyaşlarımız şarkılar söyledi,

Ama nasıl fecaat,

Ve nasıl bir ağlamak, ardından,

Bir şehrin ışıkları siyaha daldı.

Hayran oldu sandım mertliğime,

Oysa ben bir korkaktim.

Ödüm kopardı şeytan ile göz göze gelmekten,

Annem ağlamasın isterdim.

Çünkü annem ağlarsa bilirim,

Susmazdı kafamın içindeki,

Öfke denen kara gözlü canavar.

Kıskandı tüm zümre-i kainat

Fakat sen uzaklardaydın -bilmem nerede?-

Bense, hasret rüzgarıyla dalgalanan,

Ölüm kadar keskin saç tellerinde, İnfaz ettim nefsimi

Gözyaşlarımız şarkılar söyledi,

Ama nasıl fecaat

Ve nasıl bir ağlamak, ardından,

Bir şehrin ışıkları siyaha daldı.

Hayran oldu sandım mertliğime,

Oysa ben bir korkaktim.

Ödüm kopardı şeytan ile gözgöze gelmekten,

Annem ağlamasın isterdim.

Çünkü annem ağlarsa bilirim,

Susmazdı kafamın içindeki,

Öfke denen kara gözlü canavar.

Haykırdım gölgesini büyük sayan mağrur duvara,

Yankılarını dinledik,

Mezar taşları arasında gezinen haddimin.

Delilik vehmiyle kıvrılan yağmura şiirler okuduk,

Oralı olmadı gökyüzü,

Uykuya daldı o esnada.

Ve kurşuni böğürmelerinde,

Anakronik bir fabrikayı andıran

Öfkemi çoğalttım an be an dünyaya.

Mumlar yaktım ve aradım.

Güvercin kanatlarında yapraklar,

Yaşamak gibi heyecanlı bir tıpırtı olurdu bana,

Fakat hapsedemedim bir kırlangıcı göğüs kafesime,

Utançlar gezdirip kızlarımı kustum,

Her şeyi işittim şu kısacık hayatta,

Şahidim bu dünya bıçkın bir meseledir,

İnsanlık halidir diyemedim.

Uzaklardaydın ey kalbim,

Ben cenk meydanında,

Savaş görmemiş bir erdim, titredim.

Bana yaşamak düştü çarkların gövdesinde,

Demir kapılarla hesaplaşmaktan,

Omzun çürümelidir derdi ustam,

Kapıyı tarumar etmemek adına direndim.

Başardım ve karşınızdayım işte ,

Güneşin doğması gibi yeniden dirildim.

Yıldırımlar öfkeyle kusuyor yeryüzüne
Tepeden cüzdanını mı düşürdü yoksa
Yıldırımın cüzdanında ayın vesikalığı
Olmasaydı bulutlar bile üşürdü yoksa

Ağaçları yaran koskocaman yıldırım
Nasıl da yumuşuyor ay çıkınca
Kendini göstermek için bir oraya düşüyor bir buraya
Mağaranın ağzında çiçek açınca
Yıldırım tuz basıyor sımsıcak kanayan yaraya

Ömer Faruk KARLI

İçimin içime sığmayıp bahara kucak açtığı an,

Varlığım aidiyet buldu coğrafya dahilinde

Yaşamak anlam kazandı otoritelere inat

Keşke yalnız düşlerimde kalsaydın.

İçimin içime sığmayıp Galata’dan süzüldüğü sabah,

Seni ve insanlık bahsimi sorguladım.

Davalardan savuşamadı halet-i ruhiyem,

Keşke yalnız karşılaşmış olsaydık.

İçimin içine sığmayıp rıhtımdan kanatlandığı gün,

Yaşamak bahsinden martılara söz açtım.

İnatçı ve tamahkar gözyaşlarınla yıkadım bütün sokaklarını şehrin

Keşke yalnız tanışmış olsaydık

İçimin içine sığmayıp kavgalara tutuştuğu o gece

Yer ile göğün arasında bir yerlere sıkıştım.

Ruhum terk eyledi senin bedenini,

Keşke yalnız sana aşık olsaydım.

Tevellüt elim bir kaza
Adım koyulmuş bir sürç-ü lisan ile
Ölü doğmak değilse bile
Kambur gelmiş meydana vücudum

Sorma, sorsan da söyleyemem
Daha konuşmayı yeni söktüm
Ama söyleyeyim sen sormadan
Yanıbaşına gelemem sen toprak olmadan

Uğraştan yeni çıkmış gibi
Tutturduğumuz bir beyaz yalan benimkisi
Papyon taktım ama gömleğim kan içinde
Ölü doğmak değilse bile
Kambur gelmiş meydana vücudum

Bilinsin ki acizim.

Bundan olsa gerek,

Hükmedemiyorum göğüs kafesimdeki karınca yuvalarına,

Hükmedemiyorum geceleri küfürler yağdırdığım duvara.

Ve gurbet yükü omuzlarımda,

Sanki on yaşında bir çocuğun dizinde,

Durmadan büyüyen bir yara.

Sonra sımsıkı sarılıyorum delirmek vehmine,

Sürükleniyor.

Dudak kıvrımında devriliyor tramvay,

Gülmeye mahcubum artık,

Ağzımdan tütüyor,

İnsanlığım.

Uçurumlardan atlayanlar var defalarca
Uyumak için cebini yoklayan zavallıların
Silüetine öykünen kimseler halihazırda
Müptelası olup pencereden izlenilen yaşantıların

Ciğerleri sökülür, ciğerlerindeki sökülmeden
Keşfini reddedip an’anenin, bilmeden ayıp denen
Tam dipten yukarıya birer birer dökülseler
Zirveyi aşağıya benzetmek için bir neden

Burun kıvrılan için beş para etmeyen satıverilir
Çelik kırılır, büken olur en mahir demirleri
Zaaflardan müteşekkil bu yeri onlar dillendirir
Karşı kaldırımın cesaretsiz pencere sakinleri






*Bir posta katarı gibi simsiyah dumanlar çökerek

Bazan gelmesi beklenen bazan ansızın çıkagelen

Haberler bilirim mektuplar bilirim.

Yakamozun buruk seyrinde usul usul yağan yağmurun tıpırtıları içinde demlenen çayın keyfini hep birlikte çıkarıyorlardı. Çay bardağının boşalmasını fırsat bilen kadın, müsade buyurarak evi terketti. Kendisini eskisi kadar iyi hissetmiyordu. Belirsizliğe her gün düşler giydiriyor, umutlar yedirip, keder kusuyordu. Beklemek mefhumunun fazlası şirkti belki de, zamanın insanın zoruna gitmesinden mütevellit. Kadın farkına varmadan da olsa hayatını tarumar etmemek adına bu çileli bekleyişe katlanmıştı. Nihayet ki gelecek gün ağardığında hasrete veda edeceklerdi. Şairin de dediği gibi “Ne görsem ötesinde hasret çektiğim diyor/ Kavuşmak nasıl olmaz mademki ayrılık var?”

Evine girdi, içi içine sığmıyordu. Bir çiftçinin hasadı beklemesi gibi güneş toplamayı bekliyordu. Evin dar koridorunda hızlı fakat bir o kadar efkârlı voltalar atıyordu. Nişanlısını aylar sonra görecek olmanın verdiği huzuru, lise zamanlarında uzun süren ayrılıktan sonra baba ocağını ziyarete gideceği sabahın akşamında da hissederdi. Nişanlısına yorgun görünmek istemedi. Camın önünde bir süre kaldı. Caddedeki serserilerin sokağı bekleyişini, karşı kaldırımdaki fırıncı çırağının fırındaki ekmekleri bekleyişini, tramvay durağında otogara ulaşmak üzere bekleyen yolcuların bekleyişlerini gördü. Hayatların beklenti ve umutlardan ibaret seyrettiğini, beklemesi gerekmeyenlerin yaşamdan kopuk yaşadıklarını düşündü. Uykusu geldiğini fark etti, düşler içinde yatağa uzandı.

Sabahın ilk saatlerinde bir grup asker mücadeleden henüz dönmüştü. Kazak komutan Abzal, içtima alanında askerlik mesleğinin verdiği ciddiyetle kayaları andıran duruşta bekliyordu. Gözlerindeki korku bir babanın evladını askere göndermesi gibi, göçmen kuş sürüsünün ülkeyi terk etmesi gibiydi. Bıçkın bir asker olan komutan içtimada Gündoğdu isimli Türkmen’in olmadığını farketti ve onun en yakın arkadaşlarından Kırımlı Sedat’ın bir adım öne çıkmasını emretti. Komutanın gözlerindeki korku, yerini köklü ve sanki yıllanmış bir mateme bırakıyordu. Gündoğdu disiplinli bir askerdi, izinsiz bir yere kıpırdamazdı. Bir adım öne çıkan Sedat yüzünü eğdi, gözlerini kapadı. Vücudu olabildiğine titriyordu. Uzun süre sessizlik devam etti. Komutan yılların verdiği tecrübeyle söze atıldı:

-Arkadaşınızı toprağa mı emanet ettiniz evlat?

Sedat toprağa küfürler yağdırarak başını salladı. Gözyaşlarının sebebinin Gündoğdu’nun evini yıktığını yüreğinin en derinlerinde hissetti. Komutan kısa bir süre sessiz kalsa da lafı tekrar diline aldı:

-Bu vahim durumun sizler için ne elem şey olduğunu biliyorum. Tanrı Gündoğdu’yu bağışlasın, bu haberi ailesine duyurmak Sedat’ın borcudur. Ailesine bir mektup yaz oğlum. Acılarını paylaştığımızı, onları buraya getirmek için gereken ulaşım olanaklarını en kısa zamanda hazır edeceğimizi bildir.

Sedat ellerini yüzüne götürdü, konuşmak ve görmek istememesi tabiiydi, komutan onun bu hâlini en iyi anlayandı. Sedat hemen bir mektup ile durumu bildirdi. Mektup sanki mürekkeple değil de kurşunla yazılmış gibi ağırdı. Birkaç cümleden oluşan mektubu düzinelerce sayfa anlatmaya yetmeyecekti.

*Erdem Bayazıt’ın “Sana,bana, vatanıma, ülkemin insanlarına dair” şiirinden alıntıdır.