Osmanlı sarayında bulunan ilk ressam, Fatih döneminde onun portresini yapan Gentile Bellini’dir. Bilindiği üzere kendisi bir İtalyandır. Türk Resim Tarihinde, İtalyan ressamların özel bir yeri vardır. Türkiye’de 1882’de açılan (Sanayi Nefise Mektebi) Güzel Sanatlar Akademisinde görev alan 5 yabancı profesörden 4’ü İtalyandır. İlk yabancı ressam, İtalyan kökenli Leonardo de Mango, yağlı boya kürsüsünü yönetiyordu. Pastel ve Karakalem türlerinin hocası Salvator Valeri’ydi. Resim tekniği ve Suluboya dalında -o zamana göre- bir otorite sayılan Philippe Bello’dan sonra, padişahın hususi emriyle, Sanayi Nefise Mektebi hocalığına Ecvaroni tayin olundu. Bunu izleyen yıllarda, Fausto Zonaro saray Ressamlığına atandı. Eserlerinde bir tasvir gerçekçiliği olan Fausto Zonaro, Şark sahnelerini tuvale geçirmekte büyük bir ustaydı. Fausto Zonaro da bir İtalyandı.



Küçük yaşından beri okuduğu doğuya dair kitapların çekiciliği, Zonaro’ya İstanbul yolunu açtı. 1891 yılında kavuştuğu İstanbul’u dünya cenneti olarak niteleyen sanatkar, bu ülkeye yerleşmeye karar verdi. İstanbul’u her yönüyle yansıtan tablolarıyla kendisini saygın bir sanat çevresinde buldu. İstanbul’a doyamayan ressam; her gün koltuğunda tuvalleriyle doğaya çıkıyor, görkemli görünümlerle kucak kucağa yaşıyordu. O günlerde İstanbul’u bir coşku seli kaplamıştı. Türk donanmasının ünlü gemisi (Ertuğrul) Uzak Doğu’ya, Japonya’ya gidiyordu.

Dönüşünde azgın dalgalara gömülen bu gemi, Galata’dan olağanüstü bir törenle uğurlandı. Sırmalı kostümleri gözleri kamaştıran Ertuğrul gemisinin subayları; mızıka sesleri, halkın duaları ve alkışlar arasında yurttan ayrıldılar. Bu uğurlamadan çok duygulanan Zonaro; bu görkemli uğurlama törenini ustalıkla tuvale aktardı. Zonaro’nun bu tablosu Yıldız Sarayı’na sunuldu. Eser, onun Saray Ressamlığı’na atanmasını sağladı. Bu suretle Zonaro (Ressam-ı Hazret-i Şehriyarî) sıfatını aldı. Bu arada Padişahın nişanıyla da onurlandırıldı. Fausto Zonaro, yirmi yıl Türk Saraylarının ressamlığını yaptı.



Ressam aynı zamanda Padişahın direktifleriyle tarihî tablolar, Türk kahramanlığını yansıtan tablolar yaptı. Tarihî tabloların en meşhurları; Fatih’in İstanbul’a girişi, Preveze Zaferi, Osmanlı-Yunan muharebesini yansıtan kahramanlık sahneleridir.



Zonara; Boğaziçi’nin güzelliğini, İstanbul’un tarihî semtlerini, camilerini, çeşmelerini, hamamlarını toplum yaşamındaki olayları, düğünleri, bayramları, dervişleri, seyyar satıcıları, arzuhalcileri, tulumbacıları, arabacıları, sucuları, balıkçıları, eski İstanbul’u ve İstanbul tiplerini tüm gerçekçiliği ve özelliğiyle, solmaz renkleriyle, silinmez çizgileriyle yaşatmış olan bir ressamdır.


1896 yılında II.Abdülhamid’in saray ressamlığını yapan Fausto Zonaro (1854-1929), Venora ve Paris’te sanat eğitimi görmüştür. İstanbul’a ailesiyle birlikte yerleşmiştir. Saray ressamı olmadan önce diplomat eşlerine resim dersi vererek geçimini sağlamaktaydı. II.Abdülhamid’e armağan ettiği resim padişah tarafından çok beğenilince saray ressamı olarak çalışmaya başlamıştır. Zonaro’ya hem Mecidiye Nişanı hem de saray ressamlığı unvanını kazandıran bu resim “Ertuğrul Süvari Alayı’nın Galata Köprüsü’nden geçişi” isimli eseridir. Sanatçının Galata Köprüsü üzerinde, Ertuğrul Süvari Alayı’nın geçişini ilk gördüğü andan itibaren her Cuma Galata köprüsüne gelerek eskiz yaptığı bilinmektedir ve ayrıca, kompozisyon içerisinde bu sahneye tanık olarak kendisini ve eşini de resmetmiştir. İstanbul’daki yaşamı çok uzun sürmemiş, Padişah’ın tahttan indirilmesiyle birlikte Zonaro’nun da işine son verilmiş; evine ve eşyalarına da el konulmuştur. Bunun üzerine doğduğu şehre San Remo’ya dönen Zonaro, ömrünün sonuna kadar İstanbul özlemiyle yaşamıştır.



Türk Saraylarında ve bazı eski ailelerde hayli eserleri bulunan Fausto Zonaro, İstanbul’un renkli görünümlerini, değişik tiplerini tuvale geçirmekte ustalığıyla ün kazandı. Ona Boğaziçi ressamı, tarihî olaylarla kahramanlık sahnelerinin ressamı, ışıklı bir portre ressamı denilmesinin nedeni; fırçasının bu üç türde ustalaşmasıdır.

Zonaro’nun Türkiye’den ayrılışı tatsız bir anıydı. İtalyanların 1911 yazında, Osmanlı topraklarından olan Trablusgarp’a saldırışı üzerine Türkiye büyük bir çalkantı içine düştü. İtalyanların bu haksız işgali protesto edilirken, Türkiye’deki İtalyan asıllıların da yurt dışı edilmeleri kararlaştırıldı. Bunlar arasında Güzel Sanatlar Akademisi (Sanayi Nefise Mektebi) profesörleriyle, Zonaro da vardı.

Onun Saray Ressamı olması ve Şehzadeliğinde Abdülmecit Efendiye resim dersi vermesi gibi özel durumu, sürgün kafilesine katılmaktan alıkoymadı. Oysa Zonaro’ya o günlerde paşalık payesi verilecek ve ressam büyük bir sergi ile bu mutluluğunu kutlayacaktı. Yurdu terk etmesi için kendisine üç gün mühlet tanınan Zonaro atölyesinde bulunan üç yüz kadar eserini yok pahasına sattı ve göz yaşlarıyla İstanbul’dan ayrıldı. Zonaro, İtalya’da yerleşmek için -denizi bir parça olsun İstanbul’u andırır düşüncesiyle- San Remo’ya gitti. İstanbul özlemiyle, Boğaziçi’yi yansıtan tablolar yaptı. Bir taraftan da arttırdığı içkisiyle bohem havalı panolar hazırladı. 19 Temmuz 1929 günü, San Remo’da öldü.

Domenico Ghirlandaio, Floransa’dan bir İtalyan Rönesans ressamıydı. Ghirlandaio’nun özel yeteneği, çağdaş yaşamı ve çağdaş insanların portrelerini dini anlatılar bağlamında tasvir etme yeteneğiydi. Bu ona büyük popülerlik sağlamıştı.

Kanonik ve apokrif kaynaklarda anlatılan İsa’nın doğumundaki ortak episodlardan biri olarak çobanların tapınması gösterilmektedir. Doğum sırasında Luka ve Matta’da sürüleriyle birlikte geceyi kırda geçiren çobanlara Tanrı’nın meleğinin görünerek İsa’nın doğumu müjdelenmiştir. Doğum esnasında etrafı büyük bir ışık kaplar ve görkemiyle çevreyi aydınlatır. Bu ışık çevredeki çobanları korkutur ve bunun üzerine çobanlara görünen Melek, onlara mutlu bir haber getirdiğini ve İsa’nın doğumunu müjdeler. Bu olay Luka’da şöyle geçer:

“Korkmayın çünkü işte ben size bütün kavme olacak büyük sevinci müjdeliyorum, çünkü bugün kavme Davud’un şehrinde size kurtarıcı doğdu, O da Rab, Mesih’tir. Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir bebek bulacaksınız; size alamet bu olsun.” (Luka, 2: 8-17).

Meleğin duyurusu üzerine çobanlar, Tanrı’nın müjdelediği yeni doğan bebeği görmek için ahıra yönelmiştir. Ahıra gelen çobanlar burada, Meryem ve Yusuf’la birlikte yeni doğan bebek İsa’yı kundakta görür. (Luka, 2: 8-17) Apokrif kaynaklarda çobanların bu olayı görmek için ahır yerine çobanların barınağı ile mağaraya yöneldikleri anlatılır. Iokabos’un Protoevangelionu’nda (12: 14) ve İsa’nın Çocukluk İncili’nde bir mağarada gerçekleşirken (1: 1-21), Barnabas İncili’nde çoban barınağında gerçekleştiği yazar. (3-4) İsa’nın Çocukluk İncili’nde, gökyüzünde korkutucu derecede beliren ışık şöyle anlatılmaktadır:

“Ve gördüler ki mağara kandillerden, mumlardan, güneşin kendi ışığından daha parlak bir ışıkla dolmuştu. Ve bebek kundaklanmış, annesi Azize Meryem’in göğsünü emiyordu.” (İsa’nın Çocukluk İncili, 1: 6-11).

Eserin odak noktasında olan, yeni doğan İsa yere yatırılmıştır. Başında görülen sarı-kırmızı renkli hale kutsallığının simgesidir.Benzer bir hale ile bebeğin yanı başında diz çökmüş olarak tasvir edilen kadın ise Meryem’dir.

Meryem’in hemen yanında görülen eşi Yusuf, beyaz saçı ve sakalı ile ilerlemiş yaşını göstermektedir. Ortamda çobanların tapınmasından çok geride kendilerine doğru ilerleyen bir kalabalık da vardır.

Resmin sağ kısmında yer alan çobanlar aldıkları haber üzerine ahıra gelmişlerdir. Ghirlandaio’dan birkaç sene önce Felemenk ressam Van der Goes tarafından yapılan ve Floransa’ya getirilen bir başka Çobanların Tapınması eseri dönemin parlayan yıldızı olmuş ve birçok ressamı derinden etkilemiştir. Ghirlandaio’nun çobanları Van der Goes’un gerçekçi ve son derece doğal görünümlü çobanlarının çok benzerleridir.

(Van der Goes’un aynı olayı konu alan eseri)

Gerideki manzarada dönemin Filistin topraklarını göstermek yerine İtalya’nın kuzeyindeki Alpler’den bir görünüm yer almıştır. Bu Rönesans’ın tipik bir özelliğidir. Bilindik yerler dekorda kullanılır.

Çobanların tapınması eserlerinde genelde aynı ortamlar tasvir edilir. Eski Roma tarzında bir ahır ve İsa’nın yatırıldığı bir yemlik ve ahırda duran bir öküz ve eşek bu olayı konu edinen hemen hemen tüm eserlerde görülür.

Çobanlardan İsa’ya en yakın duranı Ghirlandaio’nun kendi görünümde tasarlanmıştır. Diğer çobanlara Tanrı’nın mucizesi bebek İsa’yı gösteren Ghirlandaio, aynı zamanda parmağı ile taş yemliğin ön kısmında görülen çelengi de işaret etmektedir. İtalyanca’da çelenk yapan “garland maker” anlamına gelen Ghirlandaio kelimesi ressamın ismine gönderme yaparken eseri kimin yaptığına dair ipucu da sunar.

Tablodaki yemliğin üzerindeki yazılar da dikkat çekicidir. Latince yazı şunu söylemektedir: “Pompei’nin kahini Fulvius Kudüs’te öldürülürken şunları söyledi: beni saklayacak bu kap bir tanrıyı getirecektir”. Fulvius tarafından yapılan bu kadim kehanette kap ile bebek İsa’nın yatırılacağı yemlik işaret edilmektedir. Böylece aslında antik bir lahit görünümdeki yemliğin de aynı zamanda Fulvius’un mezarı olduğunu düşünebiliriz. Böylece Ghirlandaio kendi Klasik Roma dönemi bilgisini de sanatına yansıtmıştır.

Çobanların tapınmasını konu alan eserlerde her zaman bulunmayan bir öge bu tabloda kendine yer edinmiştir. İsa’nın doğumundan sonra O’na tapınmak ve hediyelerini sunmak üzere üç farklı bölgeden krallar gelmiştir. Resmin sol tarafında görülen kalabalıkla gelen kalabalık bu üç kralı ve mahiyetlerini tasvir etmektedir.

Resim, Floransa’daki Santa Trinita Kilisesi’nin Sassetti Şapeli’nde gösterimdedir. Bu şapel, İsa’nın doğum yeri olarak kutsanmıştır ve dolayısıyla tasarımı bu olay temel alınarak yapılmıştır. Eser o kadar başarılıdır ki diğer sanatçılar tarafından sıklıkla tekrarlanmıştır.

(Aynı olayı konu alan bir başka tasvir.
Ravenna, San Apollinare in Nuovo, Müneccim Krallar’ın İsa’ya Hediyeler Sunması )

Aynı zamanda Ghirlandaio’nun kendisi de çoban olarak sahnede yer almıştır. Hatta sanatçının Çocuk İsa’ya, şapelin duvarlarının sağında ve solunda yer alan ve panelin dışında tapmak zorunda kalan diğer çobanlara ve insanlara göre daha fazla yaklaştığı görülmektedir. Çobanlara liderlik yapan sanatçı, dizlerinin üstünde İsa’nın mucizevi doğumunu işaret etmektedir.

Çobanların tapınması, 15. yüzyılda Alp Dağları’nın kuzeyinde oldukça popüler bir temaydı. Ghirlandaio’nun bu konuyla ilk teması, Flandre’de çalışan Thomas Portinari’nin 1483 yılında Hugo van der Goes’den bir eser alıp Floransa’ya götürmesi ile olmuştur.

(Yazıda bahsi geçen kitabın kapağıdır.)

Mimarlığı ve ressamlığıyla tanınan Thomas Allom, 13 Şubat 1804’te dünyaya geldi. Kraliyet Akademisi’nden mezun olan Allom, daha sonra mimar Francis Goodwin’in yanında çalıştı. Fransa’da da çalışan Allom, burada, Dreux Şatosu için resimler yaptı. Daha sonra Londra’da birçok bina tasarladı. 1850’de Highbury’deki Mesih Kilisesi, 1856’da Nottinghill’de St. Peter Kilisesi’ni inşa etti. Çalışmaları ayrıca Liverpool’daki William Brown Kütüphanesinin tasarımını ve Nottingham yakınlarındaki Basford St. Leodegarius kilisesini de içermektedir. 9 yıl boyunca Mimar Goodwin’in yanında çıraklık yapan Allom’un bu süreçte ressamlık ve akademik eğitimden uzak kaldığı söylenebilir. Thomas Allom aynı zamanda İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi kurucu üyelerindendir. Daha sonra mimarlığı terk edip Anadolu’ya, Suriye’ye ve Filistin’e yani o zamanki Osmanlı topraklarına seyahat etti.

Bu arada papaz olarak İstanbul’a giden Robert Walsh ise 1821’den (farklı zamanlarda ara vererek) 1835’e kadar oradaki İngiliz Elçiliği’nde konaklar. İstanbul’da yolları kesişen Allom ve Walsh ortaklaşa bir gezi albümü yapmaya karar verirler. Gravürleri elle renklendirilen bu albümün içerisinde onlarca Türkiye gravürü yer alır. Metin bölümünü ise Walsh yazmıştır. Eserde sadece İstanbul değil İzmir, Bergama gibi yerlerdeki antik eserlerinde gravürleri mevcuttur. Allom’un gravürleri ile süslenen ve Walsh’ın metnini yazdığı, çeşitli ülkelere dair büyük bir dizinin içinde yer alan bu kitap Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor adıyla yayınlanmıştır. Kitabın içerisinde ilk önce resmedilen eser veya yer hakkında kısa kısa bilgiler daha sonra ise bahsedilen eserin gravürü yer alıyor ayrıca son sayfasında dönemin Osmanlı haritası bulunuyor.

(Kitabın son sayfasındaki harita)

Fotoğrafın henüz bulunmadığı bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’u ve buradaki hayatı zarif bir üslûpla Batı’ya tanıtan Allom’un gravürlerinin birçoğu bugün birer belge niteliğindedir¹. Gravürler İstanbul’un gündelik yaşamını gösterme açısından çok zengin ve renklidir ayrıca bir çok camii ve anıt da tasvir edilmiştir.

İstanbul üzerine yapılmış resimlerinden bir kısmı şunlardır² :

1- Yeniköyde bir rum papazının yalısı: Eski Boğaziçinin çok güzel resimlerinden biridir. Pencereleri tahta kepenkli küçük ahşap yalılardan biridir ki zamanımızda tek örneği bile kalmamıştır.

2- Eyyubda Esma Sultan yalısı. Haliç yalılarının en büyüklerinden bir olan bu yalının muhteşem bir salonu.

3- Heybeliada

4- Eyyub sırtlarından Halicin ve İstanbulun görünüşü

5- Tophâne meydanı ve çeşmesi ve Tophâne pazarı; geride Nusretiye Camii bir asır evvelki İstanbulu canlandıran çok kıymetli bir resimdir.

6- Sultanahmed Camii (Camiin içi)

7- Beyoğlundan Kasımpaşaya doğru uzanan âşıklar mezarlığı

8- Balıklı kilisesi: Bu namlı kilisenin içerden yapılmış resmidir.

9- Kuleli süvari kışlası: Çengelköyü’ndeki bir askeri lisenin ilk yapıldığı zamanlardaki manzarasını göstermektedır ki iki başındaki dört köşeli iki kulesi ve bu kulelerin kurşun kaplı sivri külâhları ile pek zariftir. Bu resim Boğaziçinin eski manzarası bakımından da kıymetli bir vesikadır

10- Büyük Kapalıçarşı: Kalpakçıların eski halini göstermektedir.

11- Üsküdar İskelesi ve Mihrimah Camii: Bir tarafta iskele, kayıklar, bir kayıkçı kahvehanesi. bir tarafta Üçüncü Ahmed Çeşmesi görülmektedir.

12- Haremde cariyesinden saz dinliyen efendi: Daha ziyade garplının şark esrarı peşinde koşan meraklarını tatmin için yapılmış hayal mahsulü bir resim. Zengin efendi bir yer minderine oturmuş, bir elinde yelpaze, bir elinde nargile, yalınayak, fakat muhakkak ki ev kıyafeti değil çünkü iri püs küllü fesi ağabâni sarığı ile beraber başındadır. Esvapları fevkalâde müzeyyen iki cariye sedirin üstünde birinin kucağında bir ud vardır, beride de bir zenci haremağası elpençe divan duruyor.

13- Kahvehanede meddah: Deniz kenarında müzeyyen bir kahvehane mevkii mahsusunda oturan meddah hikâyesini ya bitirmiş yahutta ertesi gün devam etmek üzere heyecanlı bir yerinde kesmiştir. Kahveci parsa toplamaktadır.

14- Arzuhalci: Tophânede Kılıçalipaşa avlusunda, mektup veya arzuhal yazdıranlar yanlarında bir küçük kızcağızla iki feraceli hanımdır. Bir hasır üzerinde oturan arzuhalci kuşağında diviti ve önünde yazı rahlesi ile pek tipik bir simadır; geride Nusretiye Camii görülmektedir.

15- Padişahın Eyyubsultan ziyaretinden dönüşü: Camii Kebirin yan kapısından çıkan hükümdar, at ile Bostan iskelesine gelmektedir

16- Atmeydanı, Dikilitaş ve Sultanahmed Camii

17- Üsküdar sahilinden Kızkulesi ve İstanbul: mevsim yazdır. Üsküdar sahilinde on on beş kişi denize girmiş. Az ilerden bir pazar kayığı geçmektedir. Kızkulesi yanan ahşap kuledir; liman yelkenlilerle doludur.

18- Tophâne Sahili: Nusretiye Camiinden.

Kaynaklar:

1.Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, 1959
2.Semavi Eyice, DİA, Thomas Allom
3.Thomas Allom, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, 1838 (Gravürler)

(Brindesi’nin eserlerinin bulunduğu kitap)

Osmanlı ve Doğu memleketleri Batılı gezginler için her zaman merak konusu olmuştur. Oryantalizm denilen akımın oluşmasını sağlayan bu merak, gezginleri gittikleri yerlerin tasvirini,resimlerini yapmaya sevk etmiştir. Özellikle İtalyan ressamların bu konularda büyük etkinlikleri olmuş ve çoğu bizzat sarayın baş ressamı olmuş, padişah himayesinde işlerini yapmışlardır.

(XIX. yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Oryantalizm, Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir. Bu kelime başlangıçta Doğu insanlarının dinlerinin, dillerinin ve tarihlerinin incelenmesi anlamında kullanılmıştır. Yüzyılın ortasında özellikle Theophile Gautier’nin yazıları yoluyla bu terim, Doğu dünyasını konu alan bir resim türü için kullanılmıştır.

O zamandan beri Oryantalizm, Batılıların İslam dünyası karşısındaki tavırlarını belirten genel bir terim olarak benimsenmiştir. Oryantalist ressamların ortak yanı üslupları değil ele aldıkları konulardır(Zeynep İnankur- Selma Germaner,1989,s. 3-7 ).

Oryantalizm önce bilimde, ardından edebiyat, tiyatro müzik, mimarlık ve güzel sanatlar da, XIX. yüzyılın Batı dünyasını etkisi altına almış bir olgudur. Bu yüzyılın siyasi olayları ekonomik ilişkiler, bilimsel ve arkeolojik araştırmalar, Doğu’ya yapılan gezi koşullarının düzenlenmesine Romantizmin etkileri Avrupa’da zaten yüzyıllardır Doğu ülkelerine karşı duyulan ilgiyi artırmış ve bir Oryantalizm modasının doğmasına yol açmıştır. (Akademik Bakış Dergisi Sayı: 30 Mayıs-Haziran 2012
Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – Kırgızistan) )

Hayal dünyalarında yarattıkları doğu imajı erken dönemlerden beri doğuya yapılan seyahatlerin ve merakın sebebi olmuş, o dönemler doğudaki toprakların büyük bölümüne hakim olması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu bu seyahatlerin merkezi olmuştur. Hayal dünyalarındaki bu egzotik ve esrarlı Doğu’yu kimi zaman abartılı olarak, kimi zaman da kendi içinde bizzat bulunarak eserlerinde tasvir etmişlerdir.

Bu ressam ve oryantalistlerden biri de Giovanni Jean Brindesi’dir. Yukarıda da bu akımda İtalyan oryantalistlerin çok büyük yeri olduğunu belirtmiştik. Brindesi de bir İtalyandı.Abdülmecid döneminin sivil ve askeri tiplerini resmeden Brindesi, bunun yanında Haliç ve Boğaz’ın da bulunduğu İstanbul’un çeşitli yerlerinin gravürlerini yapmıştır.

Yaptığı resim ve gravürleri iki albümde toplayan Brindesi, ilk albümde sadrazam, kazasker, kaptan paşa, yeniçeri ağası, şeyhülislam, kızlarağası, başçuhadar, silahtar ağa gibi ordu ve devlet ileri gelenlerini ve kalyoncu, nizam-ı cedit neferi, humbaracı nefer, peyk, solak gibi Osmanlı Ordusu’nun mensuplarını tasvir etmiştir. İkinci albümde ise İstanbul’un günlük yaşamından kesitler yer almaktadır. Lemercier tarafından yayımlanan “Toures de Constantinople” ve “Souvenir de Constantinople” adlı bu iki albümde Pitoresk hayat sahneleri ile İstanbul’u tasvir etmiştir. Albümler İstanbul Topkapı Sarayı müzesinde ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.

Brindesi’nin bazı eserleri (Bu eserlerin çoğu sonradan başka gravürcüler tarafından renklendirilmiştir.) :

“Ebrûdaki görünen şu nukûşâta iyi bak!
Şuûnat-ı ilâhîdir sıfatından ayan Hakk.”

Ebru; su yüzeyinde boyalar ve belirli malzemeler yardımıyla meydana gelen çeşitli desenlerin kâğıda aktarılmasıyla oluşan sanata denir.
Renklerin suda dansıdır, görsel bir şölendir.
İnsana çok şey öğretir, aynı zamanda insandan çok şey bekler.
Her manada tabiat ile iç içe olan, efsunlu bir yoldur.
Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz buluttur, evrenin tekneye sığdırılmış hâlidir.
Denizin dalgasını, yağmur suyunun damlasını, taşı, toprağı, kısacası doğayı bizlere gösterir.
Esasında bu muazzam sanatın özü, toprak ve sudur.
Hakikatin gizi, ebru teknesindeki suya yansır.
Değeri yeterince bilinmemiş Türk el sanatları içerisinde en nadide olanıdır. Bir nefis terbiyesidir. Köklü bir geçmişe sahiptir. İsteyene Hakk’ı gösterir, isteyene huzuru, isteyene sabrı.


Etimoloji:
Ebru kelimesinin etimolojisiyle ilgili farklı bazı görüşler mevcuttur.
Farsça’da “bulut” anlamına gelen “ebr”kelimesi, Arapça’da aynı zamanda “gizlilik” anlamına da gelmektedir. Kâğıt üzerinde bulutumsu şekiller oluşturduğu için “ebrî” denmiştir.
Kelime kökeninin “Âb-ı rûy” (yüzsuyu, su yüzü) olduğuna dair görüşler de vardır.
Farsça’da “kaş” anlamına da gelen ebrû, Şemseddin Sami Bey’in Kamûs-ı Türkî lügatinde ayrıca şöyle açıklanmıştır:
“Ebrû: [Aslı Farsça ebrî, bulut renginde ve daha doğrusu Çağatayca ebre: roba yüzü, kürk kabı.] Hâre gibi dalgalı veya damarlı kumaş, kâğıt vesaire. Cüz ve defter kabı yapmak için kullanılan renkli kâğıt.”
Avrupalıların bu sanata papier marbré (mermer kâğıdı)demesinin sebebi, kâğıt üzerinde oluşan damarların mermere benzetilmesidir.

Tarihçesi:
Çin’de 8. yüzyıl’dan itibaren “Suminagaşi” ismiyle, ebruya çok benzer su yüzeyinde meydana gelen bir sanatın uygulandığı bilinmektedir. Fakat bu sanat, geleneksel Türk ebrusundan birçok açıdan farklıdır.
Ebru’nun aslen menşei Orta Asya’ya dayanır.
Orta Asya’dan İpek Yolu ile İran’a, oradan Anadolu’ya, Osmanlı’ya geldiği bilinmektedir.
Osmanlı coğrafyasında ebru sanatının asıl merkezi tarih boyunca İstanbul olmuştur. Bu dönemden günümüze birçok ebru örneği ulaşmıştır.
Fuzûlî’nin Hadikatü’s Süedâ adlı eserinin bir nüshasında, tespit edilmiş en eski ebrularından biri bulunur.
Çeşitli coğrafyalarda varlığını sürdüren ebru, 17. yüzyıl’da Osmanlı’ya gelen seyyahların sayesinde Avrupa’ya da yayılmıştır. Asırlar boyunca bir kâğıt sanatı olarak uygulanan ebruya, batılılar “Türk kâğıdı” ismini vermiştir.
Günümüzde bilinen birçok ebru sanatçısı olsa da tarihte yaşamış olan ustaları bilmemiz pek mümkün değildir. Bunun sebebi; hepsinin şöhretten uzak, tevazu dolu bir yaşam sürmesidir. Bu yüzden ebru tarihi hakkında kesin bir şey söylemenin pek imkânı yoktur.



Tasavvuf ve Müzik ile İlişkisi:
Ebru sanatını icra etmek bir bakıma tefekkür etmektir. Kimi ebrucular sanatlarını O’nu bulma, O’na ulaşma çabalarında bir aracı olarak görürler. Varlık ile boyanın özünü bir tutarlar. Renklerde oluşan bir gizemin mevcut olduğunu savunurlar.
Ebru, aynı zamanda bir ritim sanatıdır. Boyalar, su üzerinde dağılırken adeta raks ederler. Müzik de ebru da ruhun birer gıdasıdır. Birçok sanatçı ebru yaparken bir yandan kanun, ney, rebap gibi ezgileri dinlemekten hoşlanır ve bunu bir ritim tekniği olarak kullanırlar.
Teslimiyet, tevazu ve sabır terbiyesi sanatçıya yavaş yavaş işlenir. Ebrucu, fırçaya vurduğu her damlada O’nu anar, zikreder. Bu sanatı icra etmek aslında gönül muhabbetinden başka bir şey değildir. Sanatçı kendini maddi boyuttan uzaklaştırır, kendi içinde dünya âlemine manevi bir bakış oluşturur.

“Zan etme ki bu eşkâlin hâlikıyız senle ben!
Gâfil olup şirke dalma! Bir Fâil’dir iş gören.”



Yapımı ve Kullanımı:
Günümüzde hazır malzemelere ulaşmak oldukça kolaydır. Fakat ebru sanatı, doğası gereği hazıra düşmandır. Ebru suyu olarak bilinen deniz kadayıfından oluşan kitreyi hazırlamak uzun zahmet ve titizlikle birkaç gün sürer. Sonrasında kitreyi sıcaklığı düşük, temiz bir alanda muhafaza etmek çok önemlidir. Bazı özel malzemelerle kıvamlı hâle getirilmiş suyun üzerine yapılan bu sanat, ortaya bir renk cümbüşü getirecektir. Fırçasının sapı gül dalından, başı at kılından oluşturulur. Boyalar, doğal toprak boyalarıdır. Toprak boyasının yapımı ise çok daha sabır gerektirir amma velâkin önceden hazırlanmış toz hâlindeki boyaları kullanmanın da mahsuru yoktur. Belli miktarda su ve öd ile ayar yapılır. Boya tekne üzerinde denenir, ayar tutmadıysa bu işlem mükemmele ulaşılana dek tekrar edilir.
Ebru için “sabır işi” denmesinin bir sebebi de budur. Ne kadar zahmetli görünse de esasında verilen emeğin karşılığını alabilmek son derece keyiflidir.

“Yüce Türkler ülkesinde kemâl bulmuş bu hüner;
Rabb’im dâim hıfz eylesin ebrû yapan zümreyi.”

Ebruda her şey dengeden ibarettir. Tıpkı evrendeki gibi, tek bir hata her şeyi mahvedebilir.

Sabır olmadan sanat olmaz.
Ebru, geleneksel bir sanattır. Usta — çırak ilişkisiyle öğrenilir. Yalnızca teknik meseleler öğretilmez. Güzel ahlak ve nefis terbiyesi bu sanatı diğerlerinden ayıran en önemli unsurdur. Bu sebeple kişinin kitaplardan veya videolardan ziyade bir ustanın yanında pişerek kendini geliştirmesi zaruridir. Usta, yetiştirdiği öğrencisine vakti geldiğinde icazet verebilir.

Ebru; Türk sanatlarının en renklisi, insanı en derinden etkileyenidir.
Bir Türk genci olarak; kültür ve sanatımıza, milli ve manevi kimliğimize sahip çıkmamız gerektiği kanaatindeyim. Böylesine yozlaşmış bir dönemde kişinin özüne dönmesi bir seçenek değil, zorunluluk olmalıdır. Bu sebeple ebru sanatçısı olma yolunda ilerleyen bir genç olarak, deneyimlerimi ve araştırmalarımı huzurunuza sunmak istedim.

Kaynakça:
Hikmet Barutçugil, Battaldan Baruta Ebruvan, Ebristan Yayınları, İstanbul, 2008
Ömer Faruk Dere, Devlet-i Aliyye’den Günümüze Ebru Sanatı, İnkılab Yayınları, İstanbul, 2011