Mitoloji, insan canlısının yeryüzünde varoluşundan günümüze kadar içinde bulunduğu ve cevap aradığı arayışının aktarıldığı ve gözlemlenebildiği en net kaynaklardan biridir. Doğru incelendiğinde ve yorumlandığında çok güçlü bir bilgi kaynağı olmasının yanı sıra, birlikte çalışıldığı takdirde diğer bilimlere oldukça fayda sağlamış, onları yeri geldiğinde beslemiştir.

Yunan mitolojisi birçok zenginliği barındırdığı gibi doğaya da kendi içerisinde büyük yer vermiştir. “Yunan mitolojisi” ve “doğa” kavramları yan yana geldiğinde aklımıza gelen ilk isimlerden biri olan Pan, mitolojide “çobanların tanrısı” olarak bilinir. Pan, teke bacaklı, keçi boynuzlu bir insan görünümündedir. Çobanları korur, ormanlarda koşar, flüt çalar fakat insanlar tarafından çok sevilmez, diğer tanrılar tarafından pek saygı görmez. İnanışa göre çok çirkin doğmuştur ve annesi, doğan bebeği istememesi üzerine Hermes onu Olympus’a götürüp peri kızlarının bakımına verir. Annesi ve babası hakkında ortak bir görüş olmamasına rağmen çoğunluğa göre Pan, Hermes’in oğludur.

Mitolojide üzerine konuştuğumuz isimler veya kavramlar farkında olarak veya olmayarak hayatımızda sandığımızdan daha fazla yer edinmiştir. Günlük yaşamımızda sıklıkla kullandığımız panflüt, panik gibi kelimelerin kökenleri teke bacaklı Tanrı Pan’a ulaşır. Psikoloji literatürüne baktığımızda da bu durum kaçınılmazdır. Nasıl ki sıklıkla tartışmalara sebep olan Oedipus Kompleksi, Yunan tragedyasından beslenerek ortaya atılmış bir fikirse “panik bozukluk” olarak adlandırdığımız rahatsızlık, ismini Tanrı Pan’dan almıştır.

Pan’ın hayatındaki çoğu yaşantı bizi çeşitli kavramlara götürmektedir. Peri kızları ile deneyimlediği aşklar bizlere panflüt, eko gibi kelimeler kazandırmıştır. Aşk hayatında yer edinen 3 peri kızı vardır ve bu ilişkilerinde çok başarılı olduğu söylenemez. Deneyimlediği bu sevdaları bizi, panik bozukluk kavramına götüren bir basamak görevini görmektedir. Örneğin kendisini seven peri kızı Pitys bir tanrıdan kaçmak için çam ağacına dönüşür. Pan, bu nedenle her dinlenmek istediğinde kendini bir çam ağacının altında bulur ve ağaç Pan’ı güneşin sıcağından korur, gölgesinde muhafaza eder. Sıklıkla duyduğumuz “aşkın iyileştirici gücü” üzerinde konuşulması gereken bir başka konudur ve ilk insanlardan günümüze gözlemlenen bir alan olmuştur. Pan’ın peri kızı ile arasında geçen bu durum ise bu gücü başka bir açıdan gözler önüne sermektedir.

Doğa tanrısı Pan’ın ormanlarda koşarken, insanların karşısına aniden çıkarken, peri kızlarını kovalarken çığlık attığını ve onları korkuttuğunu biliyoruz. Görünümü sebebiyle çevresi tarafından korkutucu bulunması onun lehine olmuştur çünkü onun için en büyük zevklerden biri karşısına çıkanı korkutmaktır. Bu çığlık onu memnun edecek şekilde muhataplarına yoğun bir korku yaşatır ve bu şekilde “panik korku” kavramı ortaya çıkmıştır. 

Amerikan Psikiyatri Birliği’nin Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı olan DSM-5 tanı kitapçığına göre panik bozukluk, “Bir panikatağı, dakikalar içinde doruğa ulaşan ve o sırada belirtilerden dördünün (ya da daha çoğunun) ortaya çıktığı, birden yoğun bir korku ya da yoğun bir içsel sıkıntının bastırdığı bir durumdur.” (Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, 2013).

Semptomlar genellikle çarpıntı, terleme, titreme, göğüste sıkışma, ayakta duramama şeklindedir. Panik bozuklukta semptomlara sebep olacak herhangi bir fizyolojik reaksiyon söz konusu değildir fakat yaşanılan semptomlar gerçektir. Birey, tıpkı kalp krizi geçiren bir insan gibi çarpıntı hisseder. Fakat bu çarpıntıyı oluşturacak bir kalp krizi durumu yoktur. 

Panik bozukluk sebeplerine bakacak olursak psikoloji kuramları arasında çeşitli görüşler hâkimdir. Örneğin DSM tanılarını kabul etmeyen psikanalitik kurama göre panik bozukluk: Bilinç dışındaki bastırılmış ve ruh sağlığında yabancı bir cisim gibi dolanan ruhsal malzemelerin çatışmaları sonucu ortaya çıkar diyebiliriz.

Pan, Yunan mitolojisinde ölümü tatmış tek tanrıdır. Panik korkularda ise genellikle karşılaştığımız söylemler “kalp krizi geçirip ölme korkusu”, “kontrolü yitirme korkusu”dur. Diğer tanrıların yabancı olduğu bu ölüm korkusu, Pan için bir gerçektir ve kabul etmek zorundadır.

Pan ölmüş olabilir ama geride bize bıraktığı peri kızlarından evrilen kavramlarıyla birlikte panik korkusu, Pan’ın “ben buradayım” deme şeklidir ve varlığını sürdürürcesine insan canlısında sebepsiz yere gelen “ölüm korkusu” olarak kendini göstermeye devam edecektir.

Merve Bora

Editör: Elif Berra Kılıç

KAYNAKÇA

Amerikan Psikiyatri Birliği, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı, Beşinci Baskı (DSM-5), Tanı Ölçütleri Başvuru Elkitabı’ndan, çev. Köroğlu E, Hekimler Yayın Birliği, Ankara, 2013.

Sanat, insanın dünyaya adımını attığı, görüş açısının idrakına varıp “insan” olduğunu anladığı ve düşünebildiği ilk andan itibaren var olmuştur. İnsanın evrende anlam arayışıyla başlayan yolculuğunda onun yol arkadaşı olmuş ve günümüze kadar farklı formlarda kendini göstermiştir. Resim, sanatın bir dalıdır ve doğada ilk noktanın konulduğu tuvalden başlayan bir süreçle kendini geliştirmiştir.

Hiçbir kuram, kendisini oluşturan kuramcısından ayrı düşünülemeyeceği gibi hiçbir eser kendisini oluşturan sanatçıdan bağımsız düşünülemez. Oedipus ve Sfenks tablosunun çözümlemesini yapmadan önce ressam Gustave Moreau’yu tanımamız gerekir.

Gustave Moreau, 6 Nisan 1826 – 18 Nisan 1898 tarihleri arasında yaşamını sürdürmüş Fransız bir ressamdır. Eserlerinde esin kaynağı çoğunlukla İncil ya da mitolojik ögelerdir. Akım olarak sembolizmi benimsemiş ve üretkenliğini bu alanda sürdürmüştür.

Araştırmamızın konusu olan Oedipus ve Sfenks tablosu ilk olarak 1864 yılında sergilenmiştir. Günümüzde Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergilenmeye devam etmektedir.

Sanatçının mitolojik ögelerden beslenmesini, Oedipus ve Sfenks tablosunda açıkça görüyoruz. 

Tarihe dönüp baktığımızda mitolojik ögelerden beslenen birçok hikâyenin ulusların inançları doğrultusunda oluştuğuna tanıklık ederiz. Yunan mitolojisinde insanın kaderini değiştiremeyeceğine ve ondan, ne yaparsa yapsın kaçmaya gücünün yetemeyeceğine yönelik alt metinler barındıran bir hikâye olan Oidipus’un hikâyesi de bu söylemi destekler niteliktedir.

Mitolojide anlatılana göre Teb halkının kral ve kraliçesinin çocukları olmuyordur. Çift kâhine danışır. Kâhin, çiftin bir erkek çocuğa sahip olacaklarını ve bu çocuğun “ilerleyen yıllarda babasını öldüreceğini ve annesi ile evleneceğini” söyler. Söylenenlerden etkilenen kral, ilerleyen yıllarda erkek çocuğu doğunca kehanetin gerçekleşmesinden korkar ve oğlunu doğar doğmaz bileklerinden asarak ölüme terk ettirir. Bu çocuk Korint kralına ulaştırılır, eşi kraliçe tarafından şiş ayaklı anlamına gelen “Oedipus” ismini alır, evlat edinilir ve büyütülür.

Oedipus, yıllar sonra evlatlık olduğunu öğrenir ve gerçek ailesini aramak için yola koyulur. Karşılaştığı bir kâhinden kaderinde “babasını öldüreceği ve annesi ile evleneceği”nin yazdığını öğrenir. Duydukları karşısında kaderinden kaçmak ister. Yola çıkar ve yolda ansızın çıkan bir kavgada, kavgaya tutuştuğu kişiyi öldürür. Ölen kişi Teb kralıdır, Oedipus’un öz babasını öldürdüğünden haberi yoktur. Kehanet gerçekleşmeye başlamıştır ve Oedipus bunu henüz anlayamamıştır.

Kavgadan sonra yoluna devam eden Oedipus’un karşısına Teb halkının kurtulmak istediği Sfenks çıkar. Bu Sfenks, karşısına çıkan herkese bir bilmece soruyor ve bu bilmecenin cevabını doğru bilemeyenleri öldürüyordur. Oedipus’a da aynı soruyu yöneltir: Sabah dört, öğleden sonra iki, geceleri ise üç ayakla yürüyen şey nedir? Oedipus, Sfenks’in yönelttiği bu bilmeceyi bilen ilk kişidir. Cevap “insan”dır. İlk kez doğru cevabı bulan biriyle karşılaşan Sfenks buna dayanamaz ve intihar eder. Teb halkı, başlarına dert olmuş olan Sfenks’ten onları kurtardığı için minnettarlık göstermek adına Oedipus’a boşalan kral tahtına geçmeyi teklif eder. Oedipus kral tahtına geçince kraliçe de “öz annesi” olacaktır. Kehanet gerçekleşmeye devam ediyor, Oedipus kaçtığı kaderine ayaklarıyla gitmeyi sürdürüyordur.

Yeni kral Oedipus ile öz annesi kraliçenin evliliklerinden çocukları doğmuştur ve bundan sebep olacaktır ki Teb halkı için yıllar sonra bir bereketsizlik ortaya çıkar. Şehrin üstünden kara bulutlar eksik olmamaya başlamış ve şehir halkı bereketsizlikten bir türlü kurtulamamıştır. Bu durumdan kurtulmak için tekrar kâhine danışırlar ve kıtlığın, bereketsizliğin sebebini araştırırlarken tüm gerçekler birer birer ortaya çıkar. Gerçekler üzerine Oedipus’un öz annesi yani kraliçe intihar eder, olanların yükünü kaldıramayan Oedipus kendisini kör eder, tekrar yollara düşer. Oedipus ne yaparsa yapsın kendi kaderinden kaçamamıştır.

Gustave Moreau, incelediğimiz eserde Oedipus ile Sfenks’in karşılaşmasını resmetmiştir. Mitolojide Sfenksler görünüş olarak “insan başlı, aslan gövdeli” yaratıklardır. Hikâyede anlattığımız gibi Yunan mitolojisinde, karşılarına çıkanlara bilmeceler sorarlar ve cevaplarını bilmeyenleri yerler/öldürürler. Yunan mitolojisinde sfenkslerin yeri büyüktür.

Sfenks, Mısır mitolojisinde kullanılan görünüme uygun resmedilmiştir. Baş kısmı insan başıdır, gövdesi aslan gövdesidir ve bunlara ek olarak kanatları bulunur. Resmedilen bu Sfenks, Büyük Sfenks ile benzer nitelikler taşımaktadır.

Eserin sağ alt kısmında gördüğümüz el ve ayaklar Sfenks’in öldürdüğü diğer kişileri temsil etmek için resmedilmiştir.

Sfenks, sahip olduğu kadın başıyla, güzelliğiyle ve gücüyle Oedipus’u adeta köşeye sıkıştırmıştır ve pençeleri Oedipus’un üstündedir. 

Oedipus, bu güzel ve güçlü yaratığa karşı aynı şekilde güçlü ve sert bir duruş sergilemektedir. Oedipus, Sfenks’ten korkmuyordur.

Oedipus’un elinde gördüğümüz mızrak yüzyıllar boyu fallik bir sembol niteliği taşır. Yaşam gücü, askerî cesaret anlamlarına gelen mızrak, resimde Oedipus’un elindedir ve Sfenks’e karşı duruşuna korkusuz bir ifade katmıştır.

Resimde bir detay olarak sağ tarafta gözümüze yılan figürü çarpıyor. Yılan sembolik olarak güçlü anlamlar taşır. 

“Mitoloji ve dinde yılan hem pozitif hem de negatif simgesel anlamıyla çift yönlü bir güçtür. Koruyucu ve yok edicidir, aydınlık ve karanlık, iyi ve kötüdür.” (Wilkinson, 2011) 

“Toprak altındaki karanlık yerlerde evinde olan yılan, ölülerin güçlerine erişimi olduğu Ölüler Alemi’yle ilişkilendirilir. Buna karşılık Tanrılar ve ilahi güçle de bağlantılı bilinmiştir.” (Wilkinson, 2011)

Bu bağlamda resimdeki yılanın konumu nedeniyle (aşağıda yer alan cesete yakınlığı) Sfenks’in Oedipus’u kurbanları arasına katmasını beklediği şeklinde yorumlayabiliriz.

Resmin sağ tarafında gözümüze çarpan bir diğer detay kelebek oluyor.

“Mucizevi metaformoz döngüsü kelebeği dönüşüm, diriliş ve ruhla ilişkilendirmiştir. Mutluluk ve güzellik anlamlarını da taşır.” (Wilkinson, 2011)

Buradan yola çıkarak kelebeğin, yılanın iştahla beklediği ölüm haberine karşılık Oedipus’un hayatta kalacağına bir işaret olarak orada bulunduğunu düşünebiliriz. Oedipus, Sfenks’i yenecek ve hayatta kalmaya devam edecektir fakat bu zafer onun için bambaşka bir hayatın kapısını açacaktır, bir nevi dönüşüm gerçekleşecektir.

Eserin sol alt tarafında küçük bir incir ağacı görüyoruz. İlk zamanlardan beri besin kaynağı olan ve cennet meyvesi olarak bildiğimiz incir, mitolojik ögelerde yerini almıştır.
İncir ağacı, “Doğurganlık, bolluk ve barışı simgeler. Budizm’de ahlak eğitimini temsil eder. İncir yaprağı erkek cinsel organı ile bağdaştırılmıştır.” (Wilkinson, 2011)

Bu söylemlerden iki varsayıma ulaşabiliriz:

1-Budizm’de ahlak eğitimini temsil eder.

Oedipus’un kraliçeyle yani annesiyle evlenmesinden dolayı ortaya çıkan ahlaksızlık halka bereketsizlik ve kıtlık getirmişti. İncir ağacı çok büyük ve görkemli bir ağaç olmasına rağmen resimde küçük bir yer kaplıyor. Buradan da bu hikâyede ahlakın henüz “büyümediğini” ve ahlak eğitiminin derecesinin düşük olduğunu düşünebiliriz.

2-İncir yaprağı erkek cinsel organı ile bağdaştırılmıştır.

Oedipus’un Sfenks ile karşılaşmasından sonra Kral olmasıyla ve annesiyle birlikte olmasıyla kehanet gerçekleşmişti. İncir yaprağı, Oedipus’un cinsel organı ile yorumlanabilir.

Moreau, incelediğimiz bu tabloda, psikanalist kuramının kurucusu Sigmund Freud’un geliştirdiği “Oedipus Karmaşası/Kompleksi”nden etkilenen Sofokles’in ünlü Kral Oedipus tragedyasını kendi yorumuyla ele almıştır.

Oidipus kompleksi ya da Oedipus karmaşası, insan canlısının 3-6 yaş aralığında yaşadığı, karşı cinsteki ebeveynini sahiplendiği dönemdir.

Psikanalitik kurama göre insan canlısı fallik dönemde ödipal evreye girer. Bu, bireyin cinsel varlık çabasının bir izdüşümüdür. Bu döneme kadar insan canlısının kişiliği oluşacaktır ve bu dönemde yaşanılacak herhangi bir fiksasyon bireyin yaşantısının ilerleyen dönemlerinde patolojilere yol açacaktır.

Çocuk önce aynı cinsten ebeveyniyle özdeşim yaşarken ardından diğer ebeveyniyle daha sonra tekrar aynı cinsten ebeveyni ile özdeşir. Bu dönemin sağlıklı bir şekilde yaşanması bireyin sağlıklı cinsel kimlik oluşumunda önemli bir rol üstlenir.

Psikanalitik kuramın kurucusu olan ve tartışmalı söylemleriyle günümüzde dahi gündemden düşmeyen Sigmund Freud, Yunan tragedyasından etkilendiği oidipus kompleksi kavramını söylediği zamanlarda çok büyük tepki çekmişti.

Ödipal kuram klasik psikanaliz kuramına göre bütün nevroz teorisinin temelini oluşturur. Oedipus’un yaşadıklarından sonra Sigmund Freud, Oedipus için kuramına ismini vermekten ziyade belki de nevrotik tanısı koyardı.

Merve Bora

Editör: Elif Berra Kılıç

KAYNAKÇA

Wilkinson, K. (2011). Kökenleri ve Anlamlarıyla Semboller ve İşaretler. İstanbul: Alfa Basım
Yayım.