EROL GÜNGÖR’ÜN HOCASI MÜMTAZ TURHAN

Son bir aydır yapılan Erol Güngör tartışmaları neticesinde çoğu insan onun şahsında Türk milliyetçiliği fikrini savunma yolunda dava adamlığı gösterir derecede reaksiyon göstermiştir. Öncelikle Erol Güngör’ün ortaya koyduğu fikirler ve kendinden önceki şahıslara yönelik değerlendirmelerin hiçbirisi layüsel değildir. Zaten kendisinin de camia içerisinde mümtaz ve tartışılmaz noktaya ulaşmasındaki etkenlerden birisi de kendisinden önce milliyetçi fikriyata dair konuşmuş kişileri eleştirmesi ve ortaya dönem şartları mucibince yeni bir fikir koyması olmuştur. Erol Güngör bu noktadan bakıldığı zaman aslında kendi döneminde yapılması gerekeni yapmış, özeleştiri ile daha oturaklı ve halka yönelebilen, ayakları yere basan bir milliyetçi tezahür ortaya koymuştur. Ancak söylemlerinin tamamını nass kabul etmek, üzerine bir şey koymadan iman etmek ve eleştiriden muaf tutmak da millî fikirlerin Soğuk Savaş retoriğinden kurtulamamasına sebebiyet vermektedir. 21. yüzyılın çocuklarına milliyetçi fikirleri öğretmek isteyenlerin ve nesilleri bu fikriyat çerçevesinde yetiştirme yolunu seçenlerin hâlen daha başvurduğu yakın kaynaklar bundan 40 yıl öncesine çözüm arayan ve kendince bulan Erol Güngör eserlerinden ibarettir. Türk milliyetçiliği bu manada Erol Güngör’den sonra onun mertebesinde bir akademisyen ve fikir adamı yetiştirememiştir kanaatindeyim.

Erol Güngör’ü anlamak için onu değerlendirirken hocası Mümtaz Turhan’dan bahsetmez isek olmazdı. Bu yazımda bu iki ismi birlikte değerlendirip zamanın şartlarına göre ne gibi yeni fikirler sunmuşlar, neyi amaçlamışlar; bunu yaparken eskiye nasıl eleştiri getirmiş ve ortaya sundukları fikirler kimlerin elinde günümüze nasıl taşınmıştır bunu irdeleyeceğim.

Mümtaz Turhan 1909 Erzurum doğumlu, Millî Mücadele döneminde gençlik evresini geçirmiş bir aydındır. Onun fikir dünyamızda yer etmesini sağlayan sürecin başlangıcı Maarif Vekâleti eli ile Avrupa’ya öğrenci olarak gönderilmesidir. Eski münevverlerin aksine Fransa’da değil Almanya’da eğitim görmüş ve eskilerden farklı olarak düşünce sistemi kendine özgü bir hâl almıştır. Frankfurt ve Berlin’de kaldığı yedi sene boyunca Max Wertheimer’den psikoloji dersleri aldı. Bu isim onun olgulara bakışındaki teorik altyapının oluşmasında en büyük etkiyi sağlayan isimdir. Zira Wertheimer, “Gestalt Psikolojisi” denilen kuramın öncüsü idi. Mümtaz Turhan da bundan dolayı Türkiye’ye döndüğü 1935 yılından itibaren deneysel psikoloji alanında yürüttüğü çalışmalarında Gestaltçı teori üzerinden görüş geliştirdi. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi’nde British Council bursu ile yaptığı çalışmalar ise 1944-1948 yılları arasına denk gelmektedir ki bu yıllar milliyetçi camiada o yıllarda Zeki Velidi Togan ekolünden gelme Nihal Atsız ve arkadaşlarının en zorlu yıllarıdır. Bu pencereden bakıldığında Türkçüler arasında devlet nezdinde itibar görenler arasında olduğu bir gerçektir.

Onu milliyetçi ve muhafazakâr aydınlar arasında popüler yapan çalışmalar ise 18. yüzyıldan itibaren toplumsal yapı, kültür ve devlet yönetimi konusunda Batı’ya yönelen Türkiye üzerinde gördüğü kültür değişmeleri problemlerine yönelik eserleridir. Bu eserler konuyu sosyal psikoloji açısından değerlendiren ve inceleyen ilk eserler olması sebebiyle değerlidir. Mümtaz Turhan’ı değerlendirme yaparken en çok etkileyen unsurlar Gestaltçı yaklaşım, İngiltere’de kaldığı sürede gördüğü İngiliz pozitivizmi ve Ziya Gökalp’in sosyoloji tezleri olmuştur. Turhan bu kriterler üzerinden Türk kültürünün ve Batı kültürünün değerlendirmesini yapmış, Batılılaşma serüvenimizdeki yanlışları ve yapılması gerekenleri ortaya koymuş ve 60’lı yıllarda da yükselen sol değerlere karşı muhafazakâr ve milliyetçi bloğun oluşumundaki entelektüel duruşun mimarı hâline gelmiştir. Tüm meselesi Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonraki süreçte yaşadığı Batılılaşma idealinin içerisindeki modernleşme kavramının ne olduğu ve iktisadi kalkınma planlarının nasıl olacağıdır.

Aslında Mümtaz Turhan görüşleri itibarıyla günümüz İslamcı ve muhafazakâr kesimlerine hitap eden bir sosyal bilimci hiç olmamıştır. Onun Kemalist inkılaplara ya da aydınlara yönelttiği eleştiriler; bu kişi ve olgulara cepheden düşmanlık edecek olanların savunma kalkanı olarak asla kullanılmamalıdır. Türk milliyetçilerinin en nihayetinde bu kullanıma da izin vermemesi elzemdir. Turhan kendinden önceki milliyetçi aydınlardan ziyade gidip gördüğü Avrupa’da bilimin toplum yaşantısının içerisine ne derece ve nasıl sirayet ettiğini yerinde tetkik etmiş birisidir. Tanzimat aydınları gibi Batı’ya hayranlıkla baktığı hâlde üzerlerindeki bin yıllık yükü bir anda atamamanın verdiği de-modernize görüşleri alarak Batılılaşmayı sadece giyim, kuşam, konuşma ve siyasi alanda gerçekleşecek bir mefkûre olarak değerlendirmemiştir. Turhan’a göre Türk devleti ve milleti, Batı’ya yönelirken bilimi tam manasıyla kavramadan ve bilime Avrupa’da olduğu gibi toplumsal işlevini kazandırmadan ne kadar kendisine Batıcı ve modern derse desin ileriye gidemeyecektir. Bununla birlikte Turhan’ı ilk dönem aydınlardan ayıran başka bir özelliği ise modernleşme sürecini demokratikleşme ve hukuk kavramlarından bağımsız düşünmemiş olmasıdır. Tüm bunların oturtulması için ise en gerekli olarak eğitim reformunun yapılması gerektiğini her defasında dile getirmiştir.

Turhan bu bakımdan Türk milliyetçiliği açısından değerlendirildiğinde Ziya Gökalp’ten sonra bu fikri görece “bilimsel” bir çerçeveye oturtan en önemli isimdir. Zaten milliyetçi çevrede Ziya Gökalp ekolünün devamı olarak nitelendirilir. Türk Ocaklılar geleneğinin Hamdullah Suphi sonrası akademyada etkili olabilen Fahri Fındıkoğlu ve Osman Turan ile birlikte önemli bir ismidir. Cumhuriyet döneminde muhafazakâr milliyetçi aydınların gündemlerini, kültürel muhafaza meselelerinden millet modernleşmesine çekmesi açısından da önemlidir. Bu modernleşmeyi yukarıda bahsettiğim kavramlar çerçevesinde gerçekleştirmek arzusunda olan Mümtaz Turhan Türk milliyetçiliğinde kalkınmacı, modernleşmeci ve projeci söylemlerin de banisi konumundadır. Türk sağında DP-AP çizgisinin 60’lı yıllarda daha da hızlanan projeci yönüne Mümtaz Turhan yoluyla Türk milliyetçileri de katılırlar.

Modernleşme ve ilerleme ona göre CHP’nin inkılaplarda yaptığı gibi kurumların, kanunların ya da bazı kültürel unsurların devralınması yoluyla gerçekleşmeyecektir. Bunu milliyetçi camia içerisinde, Nihal Atsız’ın daha konsolide olmuş hareketi dışında, dillendiren ve geniş kesimlerin düşüncesine gark ettiren ilk isimdir. Bu sebepten muhafazakâr milliyetçi kesimler “hakiki batılılaşma” ve “gerçek modernleşme” kavramlarının kendileri eliyle gerçekleşeceği fikrini Turhan’dan ve daha sonra da bu fikri besleyen Erol Güngör’den alacaklardır.

Mümtaz Turhan, Yılmaz Özakpınar’ın deyişiyle ülkenin gidişatından duyduğu kaygılar nedeniyle aslında hiç de girişmeyeceği bir işe atılacaktır. Bilimsel yaklaşımı da önceleyen bir gündelik siyasete ışık tutma ihtiyacı… 1960’lı yıllarda sol sosyalist hareketlerin yükselişe geçmiş olması tüm aydınlar arasında merakla izlenen bir politik görüntü hâline gelmiştir. Geçmişte muhafazakâr milliyetçilerin de tasvip etmediği şekilde “Türkçü” hatta ırkçı nitelikte fiiller gerçekleştiren CHP örgütleri ve aydınları değişen konjonktür gereği ve Sovyetler Birliği’nin gücünün de etkisi ile sol Kemalizm furyasına başlamışlardı. Niyetleri kimilerine göre yükselen solu sokak hareketleri ve marjinal unsurların elinden kurtararak kurucu parti CHP üzerinde birleştirerek iktidar olmak; kimilerine göre ise 1950 yılından beri engel olunamayan “gerici-sağcı” ve “karşı devrimci” grupların önünü kesmek adına asker-öğrenci birlikteliği neticesinde sol bir darbe ile iktidar olup Kemalist inkılapların devamını gerçekleştirmek… Bu görüşlerin aydınlar çevresindeki en önemli organları Kadro ve Yön dergileri olmuştur. Bu durum Mümtaz Turhan ve Tarık Buğra’nın bunlara alternatif olarak modern, milliyetçi ve mukaddesatçı bir dergi çıkarmalarına neden olmuştur. Bu derginin adı “Yol Dergisi”dir. Turhan, zamanın da vermiş olduğu hava ile gündelik siyaset yazılarını “Yol’un Görüşü” adlı başmakaleleri ile bu dergide neşretmiştir.

Bu yazılarından hareketle Mümtaz Turhan kendisinden önceki birikimin de üzerine koyarak Türk milliyetçiliğinin “tepkici milliyetçilik”ten “yapıcı milliyetçiliğe” evrilmesinin en önemli isimlerinden birisidir. Bu daha sonraki isimler ve Türk milliyetçiliğinin gündelik siyasete yönelik uygulamaları ile ne kadar gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiştir, orasını ayrı bir yazıda dile getirmeyi düşünüyorum. En nihayetinde Turhan’ın formüle etmeye çalıştığı Türk milliyetçiliği daha sonra Erol Güngör ve Dündar Taşer eliyle geliştirilecek ve MHP’nin siyasal programının büyük kısmını oluşturacaktır. Özellikle Alparslan Türkeş’in “9 Işık Doktrini” ile birçok görüşlerinin paralel olması bununla açıklanabilir. Turhancı Türk milliyetçiliği sol Kemalist ve sosyalist aydınları yarı-aydın modelin başat isimleri sayarken ortaya koyduğu “doğru modernleşme” teorileri ile bu yarı-aydın tipolojisini de bitirmiş olacaktı. Turhan Projeleri diye adlandırılan siyasi, sosyal ve iktisadi alanda hayata geçirilmek istenen projeler medeniyet unsurlarını hukukta, özgürlük anlayışında, bilimsel ve teknolojik anlayışta görür. Turhan tüm bu unsurların kendi döneminde henüz oluşmadığını düşündüğü “millî kültür” unsurları olarak adlandırır. Bu projeler milliyetçiliğin bir burjuva modernleşme projesi olarak görüldüğü önerilerdir. Bu unsurlara sahip nesillerin yetiştirilmesi ve topluma kazandırılması gerekliliğinden bahseden Turhan’ın ortaya koyduğu anlayışa göre tüm Türk milleti teknikle hemhâl edilip birinci sınıf aydın veya teknik açıdan üst düzey uzman statüsünde yetiştirildiğinde yarı aydın tiplere gerek duyulmayacaktır. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi Turhan’a göre sosyalist ve sol Kemalist aydınlar Türkiye’deki aydın kıtlığı sebebiyle değer verilen aslında kültürel ve psikolojik olarak hastalık olarak nitelendirdiği sola ruhunu satmış yarı-aydın tiplerdir.

Tüm bunlarla birlikte işin aslına geri dönecek olursak Mümtaz Turhan Kültür Değişmeleri adlı eserinde özetle modernleşme serüvenimizi yazmıştır. Kabaca üç faktörden bahsetmiş ve bunların şekil, yarar ve anlam olduğunu dile getirmiştir. Ona göre şekil ve yarar işin en basit ve hatta hayata geçirilen tarafıydı. Batı’dan şeklî benzerlikler ve şeklen kurumlar almak kolay ancak Batı’yı asıl geliştiren “ilim zihniyeti”ni almak ve Batı’nın olaylar ve olgular karşısında nasıl düşündüğü “anlamak” ve tatbik etmek en zoruydu. Bu sebepten 1956 yılında Remzi Oğuz Arık’ı anma toplantısında hem CHP hem de DP dönemlerine ağır eleştiriler getirerek “Milliyetçiyiz dediler fakat milliyetin bütün unsurlarını reddettiler, milliyetçileri hapishanelere attılar. Halkçıyız dediler, halkla zerre kadar alakadar olmadılar. ‘Köylü efendimizdir’ dediler fakat köylüyü devlet şehrinden geçirmediler.” gibi sözler sarf ederek hem kendi zamanına kadar gelmiş olan batılılaşma politikalarını tümden reddederken yeni bir milliyetçilik, yeni bir halkçılık, yeni bir köycülük fikri gerektiğinin mesajını vermiş oluyordu. O dönemde daha muhafazakâr düşünen Türk milliyetçilerinin siyasi arenada CHP ve DP kadar etkili bir alanı olmadığını varsayar isek CKMP ve MHP ile bu alandaki boşluğu dolduracak olan Türk milliyetçilerine de basit bir yol haritası çizmiş oluyordu.

Tartışmaların merkezinde bulunan Erol Güngör’ü anlayabilmek, iyi değerlendirmek ve tenkit edebilmek için öncelikle hocası Mümtaz Turhan’ın görüşlerini, ilmî ve siyasi alandaki etkilerini doğru okumak zorundayız. Bu sebeple Erol Güngör’e ve daha sonrasında onun çevresinde gelişecek olan muhafazakâr milliyetçi çizgiye değinmeden önce Mümtaz Turhan hakkında kısa da olsa görüşlerimi ve değerlendirmelerimi sunmak istedim. Bir sonraki yazıda Erol Güngör’ü merkeze koyarak bir değerlendirme yapmak niyetindeyim. Daha sonra ise Aydınlar Ocağı, Türk-İslam Sentezi, Yeşil Kuşak Projesi ve 90’lardan günümüze gelen milliyetçi aydınların değişimleri ve İslamcı-Muhafazakâr kesimlerle olan ilişkilerini kendimce anlatmaya çalışacağım.

Yasin İzgi

Editör: Ekrem Müftüoğlu

Flu TV Cem Toker’i misafir etmiş, keyifle dinledim. Tuzu kuru bazı saçmalıklar dışında fena değildi.

İlker Canikligil, Amerika ve Avrupa’nın gelişiminin Afrika’nın sömürülmesiyle elde edildiğini söylerken Cem Bey: Onlar da kendilerini sömürtmeselerdi, diyor.

Şimdi, bu düşüncenin aptalca olduğunu düşünebilirsiniz, tarihsel gerçekliğe oturtmak isteseniz oturtamazsınız. Afrikalılardan bahsediyoruz, kabile devrini geçememiş bir “kıta adam” bunlar. Mısır ve Kartaca’yı ayrı tutuyorum diyeceğim ama konumuz temelinde “güç” ile ilgili.

Bu iki devlet zayıf düştüklerinde medeni dünyanın kurucuları olan Romalılar tarafından sömürüldüler.

-Kartaca direkt yok edildi!-

Sahi gerçekten Afrikalılar neden Avrupa’yı sömürmedi? Canları mı istemedi, balta girmemiş ormanlarında av peşinde koşarken hiç gidip bir yeri işgal etmek akıllarına gelmedi mi? Belki evet!

Peki ya Roma, Osmanlı ve diğer “fatih imparatorluklar” bunu nasıl yaptı? İngiltere’ye kadar bütün Avrupa, medeniyeti Romalılardan öğrendi. Neydi medeniyet? Hamamdı, yoldu, meclisti, ordu sistemiydi, mühendislikti, sanattı…

Romalılar da bunları çoğunlukla Anadolu’dan aldı. Bir medeniyetin olgunlaşması, yönetim ve fetih arzuları duyması için etkileşime, ticarete ve yüce hayallere ihtiyacı var. Roma gibi Akdeniz medeniyetleri buna sahipti. Eğer Çin’in ve Hindistan’ın yollarındaysanız siz de sahiptiniz.

Yeni insanlarla tanışıyor, onlarla ticaret yapıyor, masallarını dinliyor ve hiç gitmediğiniz toprakların hayallerini kuruyorsunuz. Ama başarılı bir sefer için düzgün yollara, orduyu ve meclisi komuta etmenize, komuta etmek için de sisteme ihtiyacınız var.

Eğer büyük bir medeniyet kurmamış ve bilmediğiniz toprakların rüyasını görmemişseniz, bunların hiçbirini bilmiyorsanız şanslısınız, bilen birileri tarafından işgal edilecek ve nesiller içinde onlardan pek çok şey öğreneceksiniz!

Zayıf düştüğünüzde de başınıza bu gelecek. -Neyse ki herkesin başına geliyor.-

Eğer Amerika’yı 1492 yılında Christof Colombe yanlışlıkla keşfetmese, sonraki yıllarda İspanyolların, Portekizlilerin ve diğerlerinin işgal ve sömürüsüne maruz kalmasaydı, yüzlerce yıl boyunca hiç dokunmadan bıraksaydık o kıtayı, muhtemelen günümüzde hâlâ Orta Çağ’ın ruhuyla yaşıyor olacaktı. Her medeniyet bana göre ihtiyaçları ölçüsünde gelişir ve genel olarak hep aynı yolu izler. İlginçtir ki biz Türkler, Türkistan’da büyük pek çok medeniyetin erişemediği -ya da düzelteyim- çok geç eriştiği noktaları yakalamış, bu keşifler sayesinde hayatta kalmış, sayıca ve gelişmişlik açısından bize üstün medeniyetleri yıkmış ve yeniden inşa etmiştik. Tüm bunların bir abartı olduğunu da söyleyemem. Neyi keşfettik peki?

Bizi diğerlerinden farklı kılan, hayatta kalmamızı ve genişlememizi sağlayan şeyler nelerdi? Dünyanın Fransız İhtilali’yle öğrendiği kavramı, “milliyetçiliği” 1400 yıl önce biz kavramlaştırmıştık. Devlet/ordu/bürokrasi üzerinde sistemli bir anlayışa sahiptik. Kabilecilik anlayışı yerelde söz sahibi olsa da genel yönetim algılayışında devlet, lider ve konfederasyon fikri hep vardı. Sefer zamanı Türk/gayritürk göçebe topluluklar bir anda seferber olabiliyor ve hareket edebiliyorlardı. Peki bu adamların ne zoru vardı da bunları yaptılar?

Çünkü ticaret yolları üzerinde duruyor, Batı ve Doğu ile sürekli etkileşim hâlinde kalıyorlardı. Dünyanın ilk süvari sınıfını oluşturup silah/maden teknolojilerinde gelişmiş, hızlı hareket eden topluluklar oldular ve hayatta kaldılar!

Bahsi neden Afrikalılardan açıp Türklere geldin, diye soracaksanız söyleyeyim: Coğrafya bir toplumu şekillendiren ilk ve en önemli etmen. Türk toplulukları bu coğrafyalarda ya var olacak ya da yok olacaklardı. Ne Çinlisi ne Hint’i ne Bizanslısı ne Arap’ı ne Pers’i sağ bırakmazdı bizi. “Nomad” toplumların kendileriyle olan kavgaları da cabası.

Afrikalılar peki çok mu rahattı da gelişmek için çabalamadı? Hayır, hayatta kalacak, kabileyi bir arada tutacak kadar geliştiler. Belki yapabilecekleri bundan daha fazlası da değildi. Ama diğerleri gibi hukuk, mimari, siyaset, ordu kurgularına büyük ihtiyaç duymadılar. Belki tamamen kendi hâllerine bıraksak bugün üstün bir toplumun gelişmişlik seviyesine uzun, zor bir süreçten sonra gelebilirlerdi ama olmadı. İşgal edildiler, köle oldular ve dünyanın farklı köşelerine göç ettirildiler.

Şimdi atalarının iki yüz yıl önce rüyasını bile göremeyecekleri bir dünyanın parçasılar. Amerika’da, işçilerinin ücretini ödemeyen yahut kömür madenlerini, halkı kanser yapmasına rağmen şirketlere peşkeş çeken siyahi bir yönetici görmek işten bile değildir.

Bir anda aklıma esti, acaba Afrikalıların dinî inançlarında da fetih fikri var mıydı? Cevabını bilemeyeceğim bir soru üzerinde durmadan şu Avrupalıları irdelemeye devam edelim.

Roma’nın savaştığı ve en uca kadar medeniyet götürdüğü bu topluluklar (ulus demek onlar için zor) efendilerini yani “babalarını” yıktıktan sonra hemen kendilerininkini kurmak istediler. Roma’nın faziletlerinden pek azını alabilmiş bu topluluklar, onun ufukları fethetme arzusunu taşımıyorlardı. Büyük imparatorluklar yerine küçük devletler kurdular ama öyle mi durdular, hayır! Bilinçaltına ittiğimiz en büyük arzular gibi bu devletlerin de Roma rüyaları bastırılıyordu. Kolonizasyon, sömürge ve ticaret ağları belki böylece kuruldu. Genişleme isteğinin bir dışa vurumu olarak küreselleşme, insanlığın kolektif bilincinin bir ürünüydü.

Devam edelim, Avrupa nasıl Afrika’yı, Hindistan’ı, Çin’i ve hatta Amerika’yı sömürecek duruma geldi? Artı değer, yeni icatlar, kredi sistemi, fikrî mülkiyet, mülkiyet hakkı ve bunların teminatı bir hukuk sistemi. Burada her şey birbirine bağlı; önce mülkiyet hakkının felsefesi kurulmalıydı, sonra bu felsefenin ortaya çıkardığı yasalar ve o yasaların yarattığı atmosferin var ettiği teknolojiler, buhar makinesi, telgraf vb. icatların geliştirdiği ekonomiler ve ordular.

Tüm bunların Afrika’da gelişememesi bizi şaşırtıyor mu?

Gelelim tekrar İngiltere’ye, tüm bunlar gelişirken İngiliz vatandaşları ülkelerine güveniyorlardı. Bireysel kredi alan ve dünyanın geri kalanıyla ticaret yapmak isteyenlerin öz güveni ve devletin desteği küreselleşmenin kapılarını açtı. Fransa’yla savaşan İngiltere, savaşı Fransa’dan daha çok devam ettirebilecek güce sahipti ve kazandı.

Savaş ekonomisine bağlı tarım toplumları ise zamanla sınırlarının sonuna geldi ve art arda giriştiği savaşları kaybetmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu bunlardan biriydi. Osmanlı kendi dönemini geç kavramış ve yetişememişti. İsteksiz ve bitkindi, savaşa daha girmeden kaybetmiş ve yıkılışının sesleri Arap kabilelerinin bile ağzını sulandırmıştı.

Peki bizi ne bekliyor?

Dünya, uzun vadede yaptığı yatırımların meyvelerini toplarken Türkiye siyasi tartışmaların kısır döngüsüne hapsoldu. Gündemi biz değil onlar belirliyor. Genç nesil otuzlu yaşlarına yürürken ihtiyaç ve eğitim borçlarına boğulmuş durumda, kendi ekonomilerine sahip değiller. İş bulamıyor, hâlâ sınavlara giriyor ve gün geçtikçe tükeniyorlar. Genç nesil devlete ve adalet kurumlarına inancını çoktan yitirdi. Ortalama bir Avrupalı gencin yaşamı, ortalama bir Türk gencinin yaşamından çok daha kaliteli. Beş yılda bir bütün egemenlik haklarımızı verdiğimiz kimseler bizim çıkarlarımızı korumak istemiyor. Ülkenin bizatihi geleceği olan gençler, ülkesinden beklentilerini kesmiş ve güvenini kaybetmişken ekonomik büyümenin öncülü olan sermaye yatırımını çekebilir miyiz? Hayır! Dengesiz, rasyonelliğini kaybetmiş bir yönetim olarak Türkiye’nin günü kurtarma politikaları bitti. Uzun ve orta vadeli yatırımları yapmaksa istemiyor. Çünkü bu yatırımların meyvelerini kendilerinin değil, kendilerinden sonra gelecek partilerin yiyeceğini biliyor ve kesinlikle bu milletle aynı gemide olmayan iktidar bunu talep etmiyor. 2053 ve 2071 vizyonları ise günü kurtarmanın farklı bir yansımasından başkası bir şey değil.

Küreselleşen dünyada sizinle ekonomik, siyasi ilişkiler kurmak başkalarının çıkarına değilse, yatırımları güvende değilse, sosyal-siyasi dengesizlik yüksekse, yatırımlar için öngörülebilirlik yoksa, sermaye sizinle bir ilişki kurmuyorsa global dünyanın masasına oturamazsınız. Yaşlı iktidar erki bu yeni dünyayı anlamaktan çok uzak -ki biraz önce söylediklerim iktisat tarihinin konuları.- 21.yy’da maliyet, mülkiyet, sınırlılık ve hatta para form değiştiriyor. Kavramlar ve sınırlar bizim bile öngörebileceğimizden daha hızlı değişirken siyasetin iplerini eline almayan yeni nesillerin oyun dışında kalması, kendi kaderini tayin edememesi riskleri ile karşı karşıya geliyoruz.

Her döneminde farklı bir yedi düvelle savaşan Türkler, hayatta kalmak için yeni bir savaşa giriyor; iklim krizi, ekonomi-teknoloji savaşları, siber bir distopya, kuraklık ve muhtemel büyük göç dalgaları… Artık yeni paradigma da: Birbirimizi yok etmek zorunda değiliz, birbirimizi destekleyerek hayatta kalabiliriz. Birinin yükselmesi için diğerinin ezilmesine gerek yok. Ama olur ya dünya bizim öngördüğümüzden farklı döner, o zaman bu toplumun hayatta kalması bugüne bağlı. Babalarımız bizi kurtaramaz, onlar kendilerini de kurtaramaz, kendimiz için savaşmazsak kimse yanımızda da durmayacak!

Bir gün birinin sizin için “Onlar da kendilerini sömürtmeselerdi!” demesini istemiyorsanız silkinin ve kendinize gelin.

Cengizhan Selçuk

Editör: Elif Berra Kılıç

Türk milleti İslamiyet öncesi dönemden itibaren özellikle “kut anlayışı” gereğince devleti idare eden kişi ve hanedanı kutsal insanlar olarak kabul etmiş, “asker millet” olması hasebiyle de emir altında bulunma durumundan gocunmamıştır. İslamiyet’in kabulü ve özellikle de hilafet makamının Osmanlıların eline geçmesinden sonra da bu durum devam etmiştir. Ancak genel kabul olarak ortaya konulan bu görüş dışında Türkler, başlarında dirayetli ve düşmana (hilafetin ilk dönemleri itibariyle de gayr-ı müslime) karşı cenk eden bir hakan istemişlerdir. Bununla birlikte ekonomik anlamda da refah düzeyine asgari şartlarda da olsa önem vermeyi ihmal etmemişlerdir. Dirayetli davranmayan, “gavurla cenk etmeyen”, halkı vergilerle boğanlara karşı ise her zaman isyan hâlinde olmuşlardır. Osmanlı’nın modern dönemlerinde ise bu isyanlar, şahsi meseleler veya hürriyet gibi yeni kavramlar üzerinden vuku bulmuştur. Bu isyan hareketlerinin karşısında duranlar ise her zaman “sistemi muhafaza eden” yenilik karşıtı, genel itibarla İslami hassasiyeti yüksek kesim olarak karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet devriyle beraber açık ve seçik bir biçimde görülen meselelere iki kutuplu bakış, genel anlamda “yenilikçi-Batıcılar” ile “gelenekçi-İslamcılar” arasında bir kavgaya dönüşmüştür. Tabii ki bu kavga, İbrahim Kalın’ın da söylediği üzre 150-200 yıllık bir kavgadır. İki kesimin aydın-entelektüel kategorisine dahil ederek değerlendirebileceğimiz tesmsilcileri dışında kalan geniş halk kitleleri, kavramları, olayları veya meseleleri daha çok temsil edildiğini hissettiren kişiler üzerinden kurmayı denerler. Özellikle muhafazakâr kesimin çoğunluğu, olaylara ve şahıslara bakışını kişi üzerinden kurar. Bu, politik meselelerde de günlük meselelerde de böyledir. “Kişi sultasını kabullenme” ve “emir alma refleksi”; lider, mehdi, gavs, şeyh gibi unvanlar üzerine mevcudiyetini oluşturmuş, kişilerin eteğine yapışma şeklinde vuku bulmuştur. Bu durum, tarihî kişilikleri değerlendirmede de onlara sirayet etmiştir. İslami yönden “iyi olduğunu duydukları” tarihî şahsiyetlere, isteyerek “evliyaullah” muamelesi yapmışlar, siyasi rakiplerinin dinî veçhesine bakmaksızın onları “günahkâr” olarak nitelendirmişlerdir. Bunun en bariz örneği Sultan Abdülhamid olmuştur. Ona karşı gelen tüm kesimleri bilâistisna münafık, müflis, günahkâr ilan etmişlerdir. Bu konu ile ilgili olarak iki edebî şahsiyete ve İslamcı kesimin bir grubunun bu şahsiyetlere bakış açısına değinmek isterim. Bu iki şahsiyet, Rıza Tevfik Bölükbaşı ve Mehmet Âkif Ersoy’dur.

Mehmet Âkif, Sultan II.Abdülhamid’e hücum eden ve ağır ifadelerle onu itham eden bir şairdir. İslamcı bir şair olarak İslam halifesine bu kadar ağır ifadelerde bulunmasının en büyük sebebi, dini yorumlayışının Abdülhamid’den farklı olmasıdır. Zira Âkif, Cemaleddin Afgani ve Muhammed Abduh referanslı Mısır reformistlerinin etkisiyle modernist bir İslam anlayışını benimsemekteydi. Şiirleri incelendiğinde özellikle ayetler üzerinden ortaya koyduğu eserlerinde klasik ehl-i sünnet geleneği dışında değerlendirmelere rast gelmek mümkündür. İslam dünyasının içinde bulunduğu buhrandan ve bunun paralelinde Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan sorumlu gördüğü anlayış, geleneksel İslami düşünce ve onun temsilcisi Halife Abdülhamid’tir.  Bu sebepten de “meşveret” ve “meşrutiyet” gibi kavramları İslam’ın özü kabul ederek hürriyetin kısıtlanması gibi uygulamalara karşı isyan etmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde ve Teşkilât-ı Mahsusa’da görev yapmış, Millî Mücadele’ye katılmış, TBMM’de mebus olmuş ve netice itibariyle İstiklâl Marşı’nın müellifliği ona nasip olmuştur. Âkif merhum, ömrünün son dönemlerini Mısır’da geçirmiş fakat İstanbul’da vefât etmiştir, zaten hep vatanında ölmeyi arzulamıştır. Vefat ettiğinde arkasında İstiklâl Marşı’nı ve Safahat adlı güzide eserini bırakmıştır. Safahat, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hiçbir baskısında Abdülhamid hakkındaki ağır şiirlerden arındırılmamış, Âkif de Abdülhamid’e duyduğu nefretten hiçbir zaman bir şiirle nedamet getirerek pişman olmamıştır. İslam’a bakış açısı ve pişman olmama durumundan mütevellit özellikle geleneksel İslami yorumlar üzerine inşa edilen tarikat ve tekke ekolü, Âkif merhumu ağır şekilde eleştirmiş, 80-90’lı yıllarda İstiklâl Marşı’nı “ırkçı” bularak oturma eylemleri ile protesto etmiş ve 2000’li yıllarda da eleştirilerine devam etmiştir. Bunun en tipik örnekleri, Cübbeli Ahmet ve Kadir Mısıroğlu’dur. Yeni yetme tarihçilerden Ahmet Şimşirgil’in de mensubu olduğu Enver Ören’in “Işıkçıları” da bunlara dahildir. Kitleler üzerindeki etkileri düşünüldüğünde Âkif hakkındaki kötü intibaın muhafazakâr kesime Abdülhamid üzerinden nasıl yayıldığının cevabı bulunabilir. Bu kitlelerin genç çocuklarının, sırf yukarıda söylediğim meseleler sebebiyle Âkif gibi bir değere nasıl küfürler ve hakaretler ettiklerini görseniz gözlerinize inanamazsınız.

Gelelim Rıza Tevfik’e…

Rıza Tevfik Bölükbaşı, istibdat devrinde herkes gibi Abdülhamid Han düşmanı idi. 1907 ila 1910 yılları arasında ısrar ile girmiş olduğu İttihat ve Terakki içerisinde yer aldı. 1910 yılından sonra İttihat ve Terakki’nin meclisi dağıtmasını bahane ederek Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nda yer aldı. 1918 yılında, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın üstad-ı âzamı oldu. Aynı yıl Maârif Nazırı yapıldı. 1919-1920 yılları arasında Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) Reisi görevini üstlendi. İtilaf Devletlerinin işgaline hiçbir zaman ses çıkarmadı. Hatta Sevr’in altında imzası bulunan dört kişiden biri oldu (Rıza Tevfik Bölükbaşı, Damat Ferid Paşa, Reşat Halis Bey, Mehmed Hâdî Paşa). Bu hareketi sebebiyle ders verdiği üniversitede protestolara maruz kaldı ve istifaya zorlandı. Ali Kemal’in linç edilmesi üzerine 8 Kasım 1922’de ülkeyi terk etti. Bundan bir buçuk yıl sonra Yüzellilikler Listesi’nde yer aldı ve böylece vatandaşlıktan atıldı. Ancak yurt dışında iken kaleme aldığı Uçun Kuşlar şiiri ile -güya- vatan hasretini dile getirdi. Bu şiiri besteleyen kişi ise “barış güvercini” Ahmet Kaya olmuştur. İslamcı arkadaşlarımız onu da pek sevmişlerdir, zamanında… 

Neyse, yukarıda söylediğimiz gençlerin ve isimlerin Rıza Tevfik hakkında çok fazla konuşmaması onun, Âkif kadar popüler olmamasından da kaynaklıdır. Ancak bu popüler olmayan şahsın, saydığım rezilliklerinin hiçbiri konuşulmazken özellikle Abdülhamid düşmanlığından pişmanlığını dile getirdiği Sultan Abdülhamid Han’ın Rûhâniyetinden İstimdâd adlı şiiri yine yukarıda zikrettiğim güruh eliyle okuna gelmiştir. Bu şiirde, Abdülhamid’e yaptıklarından dolayı pişmanlığını dile getiren adam, İttihat ve Terakki ile Mustafa Kemal Paşa hakkında tonlarca hakarette bulunmaktan geri durmamıştır. Bir kişiden dilediği özrü, vatanını İngiliz’e peşkeş çektiği Türk milletinden dilememiştir. Yine de sırf bu sebeple ön planda tutulması neticesinde hiçbir meziyeti ve kıymet-i harbiyesi olmayan Rıza Tevfik, pişman olduğu için makbul görülmeye başlanırken İslam mücahidi, İstiklâl Şairi, Şair-i Âzam, büyük Türk Mehmet Âkif Ersoy; birtakım edepsiz, tarih bilmez, bağnaz İslamcılar tarafından “p…k” hitabına bile maruz kalmıştır.

İşte bu kesimin tüm düşünce sistemini tek kişi üzerine kurması neticesinde ortaya “gübreli” bir kafa çıkması normaldir. Bunun örnekleri hâlâ; siyaset, edebiyat, din ve bilumum alanlarda karşımıza çıkmaktadır. Haa, İslamcıların bu sultacı bakışı ve tek kişiye tapınmasının kralını Kemalistler yıllarca yaptı ve yapacaktır. O da başka bir bahis…

Yasin İzgi

Editör: Elif Berra Kılıç

“Bir öğretiyi, düşünceyi, inancı, siyasayı vb. başkalarına tanıtmak, benimsetmek, yaymak ereğiyle sözle, yazıyla ve benzeri türlü araçlarla, yollarla gerçekleştirilen her türlü çalışma.” Propagandayı böyle tanımlıyor sözlük. 7/24 haber ajanslarını, tartışma programlarını parsellemek yetmemiş olacak ki artık propaganda için dizilere de tarihe de el atıldı. “Yeni Türkiye” diyerek yarattıkları bu beşeri zeminde tarihi de yeniden yazmak ve tarihe, kendi ihtiraslarına göre şekil vermek gerekiyordu. Her şeyin yağmaya ve talana kurban gittiği “yeni” düzende tabii ki tarih de yeniden yazılacak ve bu durumdan payını almadan duramayacaktı. Her yere el atıp tarihe dokunmamak olacak iş miydi? İktidarın temel dayanağı propaganda olduğu için tarihi de araçsallaştırmak kaçınılmazdı. Bu işte en büyük pay sahibi de diziler olacaktı.

Siyasi iktidarın propaganda aracı hâline getirilen bu diziler ve tarafgir tarihçiler tarafından pazarlanan “yeni” ve “millî” tarih de tarihimizde yer almış müstesna şahsiyetlerin yakasına tutunacak, herhâlde bu iş sürüp giderse sakız gibi yapışacak, o kişilerin aziz hatıralarını incitmekte beis görmeyecekti.

Siyasette iktidar olmanın muktedir olmak demek olmadığını tabii ki siyasal iktidar da anlamış, muktedirliğin bir yolunun da kültürel iktidara sahip olmaktan geçtiğini görmüştü. Bu yüzden kendince bir millî tarih yaratmaya çalışan siyasal iktidar, bu tarihi televizyon yoluyla yaymayı ve kültürel iktidarına ön ayak etmeyi düşünmüştür. Kitlelere pompalanan bu millî tarih, dizilerle de kalmayacaktı çünkü siyasi iktidarın geldiği gelenekte bu çaba hep vardı. Bilhassa Fatih Sultan Mehmet ekseninde gelişen sözde “millî tarih” anlayışına dindar Abdülhamit ve Ertuğrul tiplemesi de televizyon dizisi aracılığıyla katıldı. Neo-Osmanlıcılık akımıyla da iyice ivme kazanan bu sözde millî tarih yaratma çabası, kültürel iktidar kurmanın yanında Neo-Osmanlıcılık akımının propagandasında bir bayrak taşıyıcısı olma görevini üstlenecektir.

Siyasi iktidar güncel kaygılarıyla tarihi eğip bükmekte, kendi ihtirasları için istediği şekle sokmakta asla sakınca görmüyor. Özellikle tarih dizileriyle pompalanan bu propaganda gittikçe iktidarın egemenlik kaygısının bir aracı hâline geliyor. Daha çok, “kutuplaştırma aracı” olarak kullanılan bu propagandada tarihi karakterler genelde toplumun benimsediği, sevdiği karakterlerden seçiliyor ama Abdülhamid ile ilgili olan dizi bunun biraz dışında. Çünkü Abdülhamid imajı siyasal iktidar tarafından yeni yeni çiziliyor ve toplumun gündemine oturuyor. Diğer bir örnek ise Diriliş Ertuğrul. Her iki dizide de güncel olaylar adeta o zamanlara uyarlanıp birebir dizide yansıtılıyor. Abdülhamid dizisinin odak noktası ise mağduriyet. Tabiri caizse her alanda kendine mağduriyet yaratmakta pek mahir olan siyasi iktidar, bu alandaki mücadelesini de mağduriyet üzerinden sürdürüyor. Ancak tüm bunlara rağmen tarih kalpazanları tarafında dizideki olayların gerçek olduğu iddiası devam ediyor. Bilhassa Abdülhamid dizisinden propaganda kokusu diğer dizilere nazaran daha çok geliyor. Aslında bu dizilerin çok büyük kitleler tarafından izlendiğini göz önünde tutarsak siyasi iktidarın da bu yöntemi çok benimsediğini ve beğendiğini söyleyebiliriz.

Öncelikle biraz Diriliş Ertuğrul adlı diziden bahis açacak olursak dizi, propaganda aleti değil adeta siyasi iktidarın bir kolu gibi çalışan siyaset aracı. Ülke gündemine sürekli gönderme yapan dizinin muhalif kesimi hedef aldığı çok bariz şekilde belli oluyor. Güncel siyasetle birebir ilerleyen dizi gündemi seçimlere dahi göndermelerde bulunuyor. Osmanlı’nın kuruluşunu konu edinen film, dizi veya kitap belki daha önce çekilmiştir ve yazılmıştır ama emin olun ilk defa Ertuğrul Gazi doğrudan iç siyasetimize müdahil oluyor(!), Kayılar Türkiye Cumhuriyeti’nin iç işlerine ilk defa müdahale(!) ediyor. Öyle ki Ertuğrul Gazi yeri geliyor faiz lobisiyle mücadeleye girişiyor yeri geliyor muhaliflere şamarı vuruyor. Sürekli bir hainle karşı karşıya kalan Ertuğrul Gazi, hasmını alt ederken ülkemizin gündemine de yorum getirmekten geri durmuyor. İç ve dış mihraklarla karşı karşıya kalan Ertuğrul Gazi, onlarla mücadelesini sürdürürken siyasi mesajı da doksana çakmayı ihmal etmiyor. Her ne olursa olsun bu dizinin, siyasi iktidarın tarih propagandasının en güçlü kollarından biri olmaya devam edeceği belli.

Yukarıda Abdülhamid imajının yeni yeni çizilmeye başladığını söyledik, evet çiziliyor ama tabii ki siyasi iktidarın ihtiraslarına göre. Zaten yazımızda bahsedeceğimiz şahsiyetlerden biri de Abdülhamid, aslında en çok onun yakasına yapıştılar desek yanlış olmaz. Çizilen Abdülhamid imajı genelde dindarlık ve muhafazakârlık üzerine çiziliyor ve Abdülhamid’in bu yönleri güncel konuların da malzemesi hâline getiriliyor. Dindar ve iyi Abdülhamid’in muarızları hep yabancı, Yahudi, Ermeni, dine uzak tipler olarak yansıtılıyor. Aslında burada mesele dindar iyi tiplemesi, dindar olmayan kötü tiplemesi rayına oturtuluyor. Hâlbuki Mehmet Akif de Abdülhamid’e muhalifti. Bugün Türkiye’de Mehmet Akif’in vatanperverliğini, dindarlığını sorgulayabilecek biri var mıdır? Gerçeklik iddiaları daha en başta burada çürüyüveriyor. Abdülhamid tiplemesinde yaratılan bu dindar imajın siyasi iktidarın kendi politik argümanını toplumsal alanda kabul ettirme ve ona zemin açma amacı taşıdığı bariz. Aslında dindar Abdülhamid, seküler ve laik Mustafa Kemal’in bir alternatifi olarak topluma sunuluyor. Kurt bir politikacı olan Abdülhamid’i uçurup kaçıran, evliya yapan tarih de aslında bu amacı taşıyor. Laik ve seküler Mustafa Kemal’in karşısına “abdestsiz yere basmayan” dindar Abdülhamid çıkarılıyor ve Mustafa Kemal’i tuş ediyor. Böylece siyasi iktidarın kendi kitlesi de gönlünü “eylemiş” oluyor. Abdülhamid’in çilesi burada da bitmiyor, tarihi gerçekliği göz önüne alırsak tam bir denge siyaseti güden Abdülhamit yeri geliyor elçi tokatlıyor yeri geliyor kralları tehdit ediyor yeri geliyor racon kesiyor. Böylece sert mizaç unsuru da dindar tiplemesine yerleşiyor. Burada da kitlelerin gazı güzelce alınıyor. Mustafa Kemal’in “Geldikleri gibi giderler” sözünün karşısına Abdülhamid’in “Allah’ın da bir hesabı var” sözü çıkıyor ve kalpazanların tarih mastürbasyonu son hızla devam ediyor. Tiyatroya, polisiye romanlara pek meraklı olan, opera ve operet dinlemeyi seven, gençliğinde bizzat yabancı hocalardan müzik dersleri alan Abdülhamid’in  -ki Abdülhamid doğu müziğini kasvetli bulur, batı müziğini tercih ederdi- dindar yönü o kadar baskın ve sık sunuluyor ki zaten bahsettiğimiz bu yönlerini görmeye de fırsat bulamayan kitle, bunlardan bîhaber yaşamaya devam ediyor. Dindar Abdülhamid tiplemesi adeta bu yönleri absorbe ediyor ve siyasi iktidar, dindar Abdülhamid tiplemesiyle son hızda gaz almaya devam ediyor.

Diğer bir çilekeşimiz ise Fatih. Osmanlı tarihinin en aydın padişahı olan Fatih, bu kitlenin elinde bayraklaşıyor ve gerçeklikten uzak bambaşka bir Fatih’e dönüşüyor. Tabiri caizse onun da çilesi başlıyor. Fatih’in emaneti İstanbul’u talana ve yağmaya peşkeş çeken siyasi iktidar, Fatih’in fethini ise en şaaşalı gösterilerle kutlamakta beis görmüyor, Fatih’i de bu propaganda rüzgârına kaptırıp götürüyor. Fetih kutlamaları iktidarın seçim mitinglerine dönüyor ve Fatih birdenbire iktidar partisinin bir neferi olarak zuhur ediyor. Bir yandan da Fatih, bir yerlere mesaj vermenin veyahut tehdit etmenin aracı hâline geliyor, muhalif kitleler ise Haçlı askeri olarak vücuda geliveriyor. Bizans’a dünyayı dar eden Fatih, mitinge dönen fetih kutlamalarında ise meydandaki Fatih “dış güçler”e parmak sallıyor, Türkiye’yi onlara dar ediyordu. Kutlamalardaki çilesi bu kadar süren Fatih’in bir başka çilesi ise ham sofuların dilinde başlıyor. Aslında Fatih’in buradaki çilesi çok çok daha eskiye gider. Genelde Siyasal İslamcılık‘ın çatısı altında toplanan ham sofular Fatih’i her türlü propagandaya alet etmekten imtina etmiyor. Kongre mi var Fatih orada, toplantı mı var Fatih oraya damlıyordu. Hatta Fatih’in İstanbul’u fethettiği sırada kalbinde ne varsa kongrede de o vardır. Müspet ilimlerle, batı-doğu dilleriyle, matematikle, şiir ve edebiyatla, felsefeyle meşgul olup devrin en yüksek âlimleriyle hemhâl olan Fatih bu sefer de şekilsiz sakalı, kan damlayan kılıcı ile bir adam azmanı olarak karşımıza çıkıyor. Fatih’i bu şekle sokan ham sofular bununla da kalmıyor Rönesans adamı, ilim âşığı Fatih’i mutaassıp bir mürteci kılığına sokuyor.

Göründüğü gibi Fatih’i de Abdülhamid’i de kılıktan kılığa sokan bu düşünce ve propaganda şekli uzun süre daha bu haddi kendinde bulacak gibi görünüyor. O haddi kendinde bulmuş ki Ertuğrul Gazi’yi de çile çekenler kervanına müdahil ediyor. Türkiye’de kendi geleneğini yaşatmak isteyen her iktidar, benliğini ve mücadelesini böyle yerlere dayamakta beis görmüyor, bundan sonra da görecek gibi durmuyor. Bu yüzden tarihteki büyüklerimizin çileleri pek de bitecek gibi gözükmüyor…

Aklın almayacağı hezeyanları tarih diye pompalamaktan çekinmeyen, tarihi “tahrif”e çeviren tarih kalpazanları her dönemde vardı, var olmaya da devam edecek. Evet dizilerle yazıp bozma furyası yeni başladı ama şartların elverdiği her imkânla onlar pek mahir oldukları bu tahrif işlemini geçmişte de yapmıştı. Hitap ettikleri, kulaktan dolma bilgilerle yaşayan, tarihle ilgisi olmayan, tarih bilgisi dizilerle sınırlı olan kitle ise belki yaşananların dizi ve kurgudan ibaret olduğunu anlamakta dahi güçlük çekecek insanlar. Tabii şu anda en etkin propaganda araçlarından biri olan medyanın tarafgir bir grubun elinde olması kalpazanların bir diğer avantajı. Bu yüzden tarih kalpazanlarının hayatımızın her alanına nüfuz etmesi işten bile değil.

Tarihi tahrife çeviren tarih kalpazanlarının içlerinde her ideolojiden, her gelenekten insan barındırması da cabası. Kendi dünya görüşlerine göre tarihi çekip çeviren bu kalpazanlar, kimi zaman düşmanlık ederek tahrif ettiler kimi zaman da dost gibi. Bu zamanda olduğu gibi eski dönemlerde de karşılarına tarihini muhasebe etmeyi bilen, sağlıklı ve vicdanıyla düşünebilen insanlar çıkıp günahlarını yüzlerine vurdular. Bugün bize düşen ise her sahada, her alanda, her ortamda bu kalpazanların en şiddetli muarızları olmak. O devirlerin tahrifçilerinin bugün nasıl esameleri dahi okunmuyorsa “âlim” değil ama “arif” olan milletimiz gelecekte de tahrifçileri değil gerçekleri haykıranları yâd edecek…

Osman Sefa Yalçın

Editör: Elif Berra Kılıç

İnsan varoluşundan beri evreni sorgulamış ve bir yere ait olma hissiyatına kapılmıştır. Zamanla dinler olgusu çıkmıştır. Dünya tarihinde din olgusu çokça savaşa, krize sebep olmuştur. Dinler arası mücadeleyi göz ardı etmek mümkün olamaz. Orta Doğu’da ortaya çıkan Hristiyanlık, pusulasını zamanla Batı’ya çevirmiştir. 300 yıl kadar Roma İmparatorluğu tarafından zulümlere maruz kalan Hristiyanlar, Milan Fermanı ile serbest kaldı. 380 yılında ise İmparator I. Theodosios tarafından Hristiyanlık, devletin resmî dini hâline geldi.

Hristiyanlığın resmî din hâline gelmesiyle din içi çatışmalar, farklı gruplar ortaya çıktı. “Nasturilik”, “Monofizitler” ve “Diyofizitler” gibi ayrışmalar oluştu. 1054 yılında Katoliklik ve Ortodoksluk mezhepleri meydana geldi. 1517 yılında ise Katolik Kilisesi’ne karşı bir başkaldırı yaşandı. Martin Luther’in bildirisinin Wittenberg Kilisesi’ne asılmasıyla Protestan mezhebi vuku buldu.

Katolikler ana kaynak olarak İncil’e, Protestanlar ise Tevrat’ın 5 kitabına inanırlar. Martin Luther’e göre Yahudiler Hz. İsa’nın katili değildi. Bunun yanı sıra Katolikler, reforma ve Papa’ya karşı dini anlamak gerektiğini ve kurtuluşun yalnızca imanla olabileceğini savunmaya başladılar. Protestan grubun mihenk taşı ise kutsal kitaba bağlanma inancı olmuştur. Bu yüzden de dine (Hristiyanlık) çağrı başlamış ve Evanjelizm vuku bulmuştur.

Evanjelizm “İncil’i yayma” anlamına gelmektedir. Dört İncil’in yazarları olan Matta, Markos, Luka, Yuhanna da 4 büyük evanjelist olarak adlandırılır. Evanjelist kişiler dine çağırım yapan kişilerdir. Sloganları “Hayatını Mesih’in yaşadığı gibi yaşa.”dır. Evanjelizm aynı zamanda “kökten dincilik”tir. Hem dinden uzaklaşmış hem de Hristiyan olmayan insanlara, misyonerlik faaliyetini ulaştırırlar. Misyonerlik; Hristiyan olmayan ülkelerde vuku bulan Hristiyan propagandalarının tümüne denir. Bununla vazifeli kimselere de “misyoner” denir.

Evanjelizmin doğuşunda Luthercilik, Kalvincilik, Anglikan geleneği, Baptistlik etkili oldu. 1632’de Hollanda ve İngiltere’deki Katoliklere “Püriten” denirdi. Protestanlık önce Püritenlik, sonra Evanjelizm olarak anıldı, günümüzde ise Siyonist Hristiyanlık olarak anılıyor. 18.yy.da Amerika’da yükselişe geçen Evanjelistler, her Evanjelik değişimi ve yeniden doğuşu kabul eder ve bu yüzden kendilerini diğer Hristiyanlardan üstün görürler. Etkin müjdecidirler. Evanjelistler Tanrı’yı kıyamete zorlamaya çalışırlar. Hristiyan olmayanlardan çok, Hristiyan olanların kendi iç dünyalarına ve dine yaklaşmalarını ilk gaye edinmişlerdir. Her Evanjelik bir Protestan’dır ama her Protestan, bir Evanjelik değildir.

Evanjelistlerin serüvenleri boyunca inandıkları 7 aşama vardır:

  1. Yahudilerin Filistin’i ele geçirmeleri.
  2. Büyük İsrail devletinin kurulması.
  3. İncil’in tüm dünyada müjde olarak vaaz edilmesi.
  4. Yecüc ve Mecüc ordularının İsrail’i işgal etmesi ve 7 yıl süren felaket dönemi.
  5. İsa’nın dünyaya 2.kez gelmesi.
  6. Armageddon Savaşı’nın gerçekleşmesi.
  7. Kıyametin kopması, İncil’e ve Hz.İsa’ya inananların semaya yükselmesi.

Evanjelizmin yayılmasında en güçlü faktör vaazlardır. Evanjelistler, her pazar vaazlarına ve ayinlerine büyük önem gösterirler. Evanjelizmde ahlak çok önemlidir. Hatta bu mezhebin “Ahlaki Çoğunluk” adında bir kolu da mevcuttur. Bu harekette eş cinsellik, evlilik dışı ilişkiye girme, kâğıt oyunları, kürtaj toplumun edep ve ahlakına aykırı bulunduğundan reddedilmiştir. Evanjelik gençler her toplantısından sonra evlenene kadar temiz kalacaklarına yemin ederler.

Üniversitelerde de yapılanmaya gitmişlerdir. Kendi kurmuş oldukları Bob Jones, Liberty, Oral Roberts üniversitelerinde gerici ve çok katı kuralları bulunmaktadır.

Evanjelist hareketler ve misyonerlik faaliyetleri sadece bir din savaşı değil, aynı zamanda siyasi bir araç olarak kullanılmıştır. Ülkeleri sömürüp himayeleri altına almak ve “Batı’ya bağlı bir tanrı imparatorluğu” kurmak isterler.

Türkiye, jeopolitik ve jeostratejik konumu, yeraltı ve yer üstü kaynaklarının zenginliği, çok kültürlü yapıya sahip olması nedeniyle aç kurtların düşlerini her zaman süslemiştir. Evanjelistler, Türkiye planlarına ilk olarak misyonerlik faaliyetleriyle başladılar.

Misyonerler gittikleri ya da bulundukları toplumda asimile çalışmaları ile o bölgeleri kültürsüzleştirmek ve oradakilerin dinlerini değiştirmek için çaba sarf ederler. Bir toplumu kökten değiştirmek, dinini, dilini yok etmek için ok atılacak en güzel yer eğitim kurumlarıdır. Eğitim kurumlarına yerleşmiş hatta kendi kurumlarını Türkiye’de de açmışlardır. 

1820’de Evanjelistler Osmanlı İmparatorluğuna geldiler. Beyrut, Matta, Gaziantep ve İstanbul’da matbaa kurdular. İstanbul’da Bible House (İncil Evi),  Merzifon’da Amerikan Koleji, Maraş’ta Merkezî Türkiye Maraş Koleji‘ni kurdular. Bunun yanında 1900 civarında misyonerlik okullarını kurup eğitime açtılar. Öğrenciler, okul saatleri dışında cüzi bir ücretle kadınlara okuma yazma öğretip para kazanıyorlardı. Bu da onları bu okullarda okumaya teşvik edici sebeplerden biriydi. Bu okuldan mezun olan, İstanbul Kız Koleji’nde eğitimini tamamlıyordu. Türk-İstiklal Harbi sonrası cennet mekân Mustafa Kemal Atatürk, kurulan 1900 misyonerlik okulundan 1600’ünü kapadı. En sona kalan Bursa Amerikan Koleji de kapanınca bunların uzantısı Robert Koleji oldu. 

Misyonerlik faaliyetleri bölgesel olarak yürütülür. Misyonerler, gittikleri bölgenin coğrafi, siyasi, ekonomik durumuna göre kendilerine bir politika hazırlarlar. Şark Meselesi de bu misyonerlik faaliyetlerinin bir örneği niteliğindedir. Müslüman ve Türkler asıl hedeftir.

Cephede savaş vermek istemiyorlardı; gıda, sosyal medya, para oyunları vb. politikalar yürüttüler. Televanjelistler televizyon programlarını ele geçirdi. Misyonerliği anlatan TV programları, çizgi filmlerde İncil okuyan çocuklar ön plana çıkarıldı. Sosyal medya üzerinde “sanal misyonerlik” başladı. İzmir Protestan Kilisesi’ne hizmet eden bir site, her ay sanal üye toplayıp en geç 2 ay içerisinde “Para ve AB pasaportu vereceğiz.” yalanıyla gençleri tuzağa çekip Hristiyan yaptı. Bunu yaparken maddi durumu kötü gençleri seçip belli bir süre düzenli para yatırıp güzel kızları, yakışıklı erkekleri danışmanları yaptılar. Hristiyan olmaya karar veren gençleri her ay toplayarak bir otelde ayin yapıp onların dinlerini değiştirttiler. Aslında bunların ana amaçları dünyayı Hristiyanlaştırmak değil, sömürmekti. Öyle olsa çok önem verdikleri ahlak(!) konusuna eğilirler, Hristiyan ülkelerdeki ahlaksızlıklara ve sapkınlıklara yönelirlerdi. 

1797 yılında İzmir’e Amerikan ticaret gemisi geldi. 1810’da Board teşkilatı kuruldu, 1811’de de Amerika, İzmir’de “Amerikan Ticaret Evi” kurdu ve burayı konsolosluk olarak gösterdi. 1831 yılında Türkiye’nin her tarafında yoğun bir şekilde Amerikan konsoloslukları açılmaya başlandı. Artık çok net bir şekilde misyonerlik çalışmaları başlamıştı. Tek amaçları ticaret(!) yapmaktı. Amerikan Board, Türkiye’deki misyonerlik adına çalışan Fisk ve Parson’a şu mektubu yazdı “Bu mukaddes ve vaat edilmiş topraklar, silahsız bir Haçlı Seferi ile geri alınacaktır.” Bu toprakları kutsal toprak olarak görüp cephe savaşıyla değil akıl oyunlarıyla geri almak istiyorlar ve Türkleri buraya ait görmüyorlardı. Ayrıca Osmanlıyı bir “günah imparatorluğu” olarak gören Levi Parsons, şu cümleyi sık sık dile getirirdi “Bu günah imparatorluğunu çökertmek yeminim olsun.”

Misyonerliği ile ün salmış Tillman C. Trowbridge, Anadolu’da yaptığı geziden sonra şu cümleleri dile getirir “Türklerin gerek insan olarak kendileri, gerekse tüm toplumsal kurumları ilkeldir. Bunun bir nedeni ırksal, bir nedeni dinseldir. Türkler Hristiyanlaştırılmadıkça ve tüm kurumları Batılılaştırılmadıkça kurtuluş yoktur.” Bu cümlesiyle bariz bir şekilde Türk ve İslam düşmanlığını dile getirirken aynı zamanda algı operasyonu yapıyordu.

Misyonerler Müslümanlığı bir din olarak kabul etmezken aynı zamanda Hristiyanlığın baş rakibi olarak görüyorlar ve bunun için hâlâ tüm İslam ülkelerinde bu çalışmaları sürdürüyorlar. Onlar için en güçlü İslam ülkesi, Asya’nın anahtarı olduğu ve bu topraklara kutsiyet arz ettikleri için Türkiye’dir. Türkiye aynı zamanda ilk hedeftir. 

Türkiye’ye yönelik ilk misyonerlik çalışması da Ermeniler arasında başlatıldı. Yunan, Ermeni, Bulgar isyanlarında bu misyonerlik çalışmaları başrol oldu. Bu süre zarfında misyonerliğe inanmış ve misyoner olan Ermeniler için “Evanjelist Ermeni Kilisesi” inşa edildi. 

Misyonerler, Kitab-ı Mukaddes’e ve Yahudi kitaplarına büyük bir inanç duyarlar. Yahudilere göre Armageddon Savaşı, Magedon tepesi etrafında ve Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla gerçekleşecektir. Siyonist Hristiyanlar bu inancın yanında, Süleyman Tapınağı’nın tekrar inşa edileceğine ve Hz. İsa’nın beyaz atıyla tapınaktan içeri gireceğine inanırlar. Süleyman Tapınağı’nın da inşa edilebilmesi için Müslümanların yenilmesi ve Mescid-i Aksa’nın yıkılması gerekmektedir.

Hristiyanlara göre Armageddon Savaşı’ndan az önce İsa Mesih gelecektir. Bu yüzden de Evanjelistler Tanrı’yı Kıyamet (Armageddon) Savaşı’na zorlamaktadır. Hristiyanlığın yayılmasında Türkler, onlara göre bir tehlike arz eder. Mesih’in gelişinin gecikmesi de Türkler yüzündendir. Mesih’in bir an önce gelmesi için Türkler ortadan kaldırılmalı, Tanrı kıyamete zorlanmalıdır.

Türkler yaşamları boyunca ne mağlubiyeti ne de esareti benimsemişlerdir. Türk denildiğinde İslam, İslam denildiğinde ise Türk akla gelmeye devam edecektir. Kurulan politikaları, oyunları bir bir bozacağız. Türklük ve İslamiyet bölünmez bir bütündür.

Günümüzde ülkemizin sınırları içerisinde hâlâ bu politikaları güden misyonerler vardır. Suriye sınırımızda dönen haince planlar, Güneydoğu sorunumuz hep bu fikriyatın eseridir. 

Elif Gökçe Demez

elimize aldığımız kitaplardan mıdır bilmem böyle sıkışmamız 
yoksa yine tekrara mı düştü cümlelerimiz 
diyalogları parantez içinde kurmayı alışkanlık hâline getirdim 
zira konuşmak bir 0 
sınıflarımız yan yana olsun üst üste olursa sınıf atlamak zor bu memlekette 
kast sistemine geçtiğimizden bihaber misin yoksa sen yine 
 
güncelerimizin konusu ayrı (ki benim yok) 
geçelim günceleri günler bizim için mesele 
geceler de olur aynı okun iki başı ikisi de 
 
sitelere sıkışmayalım (rezidans yapılmış karşı mahalleye) 
ne fark eder yapmıyoruz ki biz bale 
hiç fena olmazdı aslında şu papağana bir vale 
          (koy gitsin koylara göçelim otelleri güzel olur diye) 
 
geçmişe bakmak ne fenadır zira sinirlenir kendinden ibaretler 
          (marsta yaşam keşfedilmiş) 
zaten bize bura uygun değil 
Ekrem Müftüoğlu

Madun nedir? Madun, Hindistan’daki sömürgeci tarih yazımıyla ortaya çıkmış ötekilerin temsil sorunudur. Şöyle ki, Hindistan’daki kültür ve temsil çalışmaları ya emperyalist-İngiliz sömürüsünün tarih yazımına aittir ya da bu sömürüye karşı anti-emperyalist yazımın diskurunu benimseyerek öteki ve benlik temsili çalışılır. Çağdaş post kolonyalizm ise; Spivak’ın madun kavramı sayesinde bu iki kategorinin dışında kalmış, bu yüzden temsil edilemeyen, herhangi bir diskur ve tarih yazımına ait olmadığı için sesi çıkmayan, konuşamayan dışlanmışların adı, edebiyatı, kültürü haline gelmiştir. Ne sömürgeci tarih yazınını ne de ulusal yazımını kabul eden, aidiyetsiz ve dışlanmış ötekilerdir madunlar. Spivak, Derrida’nın Gramatoloji kitabının çevirmenidir, aynı zamanda kendisi de bir akademisyendir. Derrida ve post kolonyal bağlamda post yapısalcılık çalışırken, yani; yapının temsil ve anlam sorunsalını sömürgecilik çalışmaları üzerinden okurken, bir yandan da temsilin ikircikli doğası üzerine çalışıyor ve bu çalışmalarının sonucunda subaltern’den, Türkçeye madun, (günlük kullanım olarak beterin beteri) diye çevirebileceğimiz toplumun en alt basamağındaki insanlardan, kimliklerden bahsediyor. Hindistan’daki aşırı sert ve acımasız kast sistemi en alttakileri her türlü toplumsal, kültürel ve kurumsal yazımdan dışlayarak ötekileştirir. Böylelikle madun dediğimiz dışlanmışların temsil sorunu retorik bir soruyla dikkat çeker: Madun konuşabilir mi? Hiçbir yere, yazıma ve tarihselleştirici doktrine ait olamayanların sesi nasıl temsil edilecektir? Benzer şekilde, Kemalistler olarak aynı temsil sorunu paylaşıyoruz. Politik olarak doğrular, yanlışlar, tezler ve antitezler çoktan paylaşıldı. Bizler ne emperyalist yazımın parçasıyız ne de sahte anti emperyalizm ve batı karşıtlığının “yerli ve milli” cephesindeyiz. Ne demokratikleşme kisvesi altındaki gericilerle olan işbirliğinin ne de batı hayranlığının sömürge valisi tavrını benimsiyoruz. Ne Şam’ın şekeri ne Arabın yüzü diyoruz. Ne yazık ki hiçbir alanda temsil şansımız yok. Bir yandan modernite ve aydınlanma tarafını tutanlar neoliberalizmin kültürel programlarına biat ediyor; bir yandan ise neoliberalizmin ahlaki ve toplumsal erozyonunu eleştirenler yerli ve milli yozlaşma tarafını tutup, toksik bir doğuculuk diskurunu benimsiyor. Kemalistler olarak konumumuz müphem ve muğlak. Zemin kaygan ve uçurum dik. Bizler yeni madunlar olarak temsilimizi kaybettik. İlerleme ve özgürlüğün tarafı gösteri peygamberlerinin sahte kurtuluş marşlarını söylerken milli ve yerli cephe, akrabasına devlet yardımı alma peşinde. Yalnız bırakıldık. Siyasi arketiplerden bize uygun modeli seçmemiz bekleniyor, zira politik stereotiplerin öngörülebilir profili çoktan çıkarırdı ve hamleler bu profile göre planlandı. Kültür endüstrisi ise muhafazakar kanattan muhalif radikalizme kadar meta skalasını bu profiller üzerinden organize ederek herkesi kapsayacak devasa bir gösteri toplumu kurguluyor. Ilımlı ve konformist orta yolculardan radikal ve terörize sol gruplara ve dahası, neoliberal-muhafazakarlığın tasavvuf edebiyatına kadar her kimliğe göre şekillenen kültür üretimi; gösteri toplumunu çok boyutlu bir hiper gerçekliğe kavuşturuyor. Bir tek bizleri, hakikatin peşindeki kemalistleri kapsayamazlar. Bizler bu gösteri toplumundan dışlandık dostlarım, zira bizler sahte neoliberalizmin ve post truth çağının madunlarıyız. Hepimize kolay gelsin.

Helin YAZAN

Türkiye gazetecilik tarihinin en acı manşetlerinden biri atılacak bugün, “Anne lütfen ölme!” Annesi gözleri önünde katledilen 10 yaşındaki kızın annesine son cümlesiydi, “Anne lütfen ölme!” Kanlar içindeki annesinin feryadını tarif edebilecek söz bile bulamıyorum: “Ben ölmek istemiyorum.”

38 yaşındaki Emine Bulut, eski eşi tarafından, boğazı kesilerek katledildi. Meseleyi “alıştığımız” kadın cinayetlerinden ayrıştıran ise olayın 10 yaşındaki kızın gözleri önünde gerçekleşmesi oldu. Facianın hemen ardından çekilen kısa bir video kaydı internet üzerinde yayıldı, videoda boğazı kesilen Emine Bulut kanlar içinde feryat ediyor, “Ben ölmek istemiyorum!” diyor. Annesi için ne yapacağını bilmeyen kızcağız ise bağırıyor, “Anne lütfen ölme!”


Ne diyebilirim, böyle bir olay üzerine ne denebilir bilmiyorum. Hiçbir satır içimizdeki duyguları tarif etmeye yetmeyecek, bir çocuğun yaşadığı travmaya etki etmeyecek, vahşice katledilmiş bir kadını ise asla geri getirmeyecek. Hatta failin tutuklanması, en ağır cezaya çarptırılması bile bir anlam ifade etmeyecek.

Nazlı Uyanık 44 yaşındaydı, Zonguldak’ta büyütüp beslediği oğlu tarafından öldürüldü. Namus/töre cinayetiymiş.

Hacer Çetin, 36 yaşında İzmir’de öldürüldü. Fail, eski eşi. Sebep, barışma isteğini reddetmesi.

45 yaşındaki İpek Karakaya ise Tekirdağ’da öldürüldü. Onu da eşi öldürdü, onu aldattığından şüpheleniyormuş.

İstanbul’da tanıdığı bir erkeğin ilişki teklifini reddettiği için öldürülen Helin Palandöken ise yalnızca 17 yaşındaydı.

Yalova’da cinsel saldırıyla ölen Eylül ise 6 yaşındaydı daha 6!

Bu olaylar, daha yüzlercesi gibi 2017 yılında yaşandı. Görüldüğü üzere ne şehir fark ediyor ne yaş. 44 yaşındakinin öldürülmesinde de sebep etkili, 6 yaşındaki küçük meleğin öldürülmesinde de; “Kadın olması.” Birçoğu ise gündeme gelmiyor bile. Gazetelerde 3. sayfada vesikalık fotoğrafları ve birkaç satır metinle haberleri verilip geçiliyor.

Toplum sağlığı öyle bir halde ki, göz göze geldiğimiz herhangi birinden bile şüphelenir hâle geldik. Erkek arkadaşımızdan, eşimizden, ağabeyimizden, komşunun oğlundan, numaramızı verdiğimiz pizzacıdan, otobüste yan yana geldiğimiz adamdan bile çekiniyor, hatta korkuyoruz. Çünkü her an üzerimize saldırabilir, bizi taciz edebilir, tecavüze uğrayabiliriz. Tüm fertlerinin paranoyak olduğu bir toplum haline geldik neticede.

Peki tüm bunların perde arkasında yatanlar neler?

  • “Kız dediğin bu saatte dışarı mı çıkarmış?”
  • “Abin görürse öldürür ikimizi de kızım!”
  • “Sen kadınsın, susup oturacaksın!”
  • “Erkek o tabi yapacak.”
  • “Şöyle aslan gibi bir oğlum olsaydı keşke.”
  • “Akşam baban gelince görürsün sen!”

Ülkemizde Kadın Cinayetlerinin İstatistiğine Dair Bir Tablo

Bu cümleler her gün yüzlerce kez kuruluyor farkında mıyız? Erkek olmak özgürlük için yeterli görülüyor, kız olmak ise kısıtlanmaya. Babalar, abiler, eşler; şiddet uygulamak için, yayın kullanımla dayak atmak ve dövmek için yetkiye sahipler. Kim veriyor bu yetkiyi? Biz veriyoruz. Tam da yukarıda sözünü ettiğim cümlelerle. 22 yaşındayım, şu cümleyi o kadar çok duyuyorum ki, “Bu saatte dışarıda ne işin var senin?”

Artık o kadar sert kalıplar haline gelmiş ki; kadınlar akşam dışarı çıkamaz, bir erkek yakını olduğu kadınlar üzerinde söz sahibidir, kadınlar çalışmaz, kadının kıyafetindeki en ufak görünür nokta veya en ufak bir hareketi erkeği ona cinsel saldırıya haklı kılar, erkek yayıla yayıla oturabilir ama kadın bacak bacak üstüne dahi atamaz.

“Beni tahrik etti.”

“E o da öyle giyinmeseymiş canım!”

“Hak etmiş!”


Ülkemin ve yaşadığım dünyanın geleceği adına bin bir türlü umut taşıyan bir insandım, fakat benim bile ümitsizliğim baskın geliyor yaşananları gördükçe. Her an başıma bir şey gelebileceğini düşünmeden edemiyorum. Yolda yürürken arada bir arkama dönüp bakıyorum takip ediliyor muyum diye. Biriyle hayatımı birleştirmek üzerine düşünürken, acaba diyorum evleneceğim kişi bana zarar verir mi.

Bu kadın erkek eşitliği ile ilgili değil, kadına değer verilmesiyle ilgili bir konu. Kadınla erkeğin eşit değil, farklı fıtratlarda yaratıldığı, âdil olmaları gerektiğine inanıyorum. Pozitif ayrımcılığı -yanlış tutumlar müstesna- ve toplumsal cinsiyet adaletini savunuyorum, destekliyorum.

Muhsin Başkan’ın gençlik yıllarında kürsüde söylediği bir söz var, sık sık hatırlatıyorum kendime: “Şayet nefes alıp verecek kadar ayakta isek, konuşabiliyorsak; Allah’ın emaneti bedenlerimizi, aslımızı, gönlümüzü seferber edip; bu gidişe dur demeye mecburuz.” Toplumumuzu içerisine düştüğü bu rezil durumdan kurtarmalıyız arkadaşlar. Anne baba olurken, çocuk yetiştirirken; onun bir ferdi olacağı toplum için endişe duymalıyız. İnsanlara önce insan oldukları için saygı duymayı öğretmeliyiz.

Rica ediyorum elimizden ne geliyorsa yapalım bu konuda. Yalvarıyorum toplumumuzun bilinçlenmesi ve bu olayların daha fazla yaşanmaması için harekete geçelim. Lütfen bir iki cümle söyleyip, siyah fotoğraf paylaşıp iki gün sonra unutmayalım.

Dilerim o 10 yaşındaki kızcağız ve mağdur olan tüm kızlar ve kadınlar yaşadıkları travmaları atlatıp yaşama bağlanabilirler yeniden. Dilerim hukuk sistemimiz daha caydırıcı şekilde uygulanabilir. Dilerim bir gün geceleri sokağa çıkarken tedirgin olmadığımız bir ülkemiz olabilir. Dilerim birbirimize biraz daha saygı duyabiliriz. Dilerim insanlar içimizdeki bu vahşete daha fazla kurban gitmezler.

İlk yazımın bu konuya dair olmasını inanın hiç istemezdim. Kafamda birçok fikir ve konu vardı. Fakat yazmasam çıldıracaktım. Bu yazı da benim çığlığım olsun. Çünkü ben de ölmek istemiyorum.

Fatma Kutlu