Raphael Sanzio veya Santi’nin bu meşhur eseri Bakire Meryem ile Aziz Joseph’in evliliğini gösterir. Panel üzerine yağlı boya olan tablo 1504’te tamamlanmıştır ve Raphael’in sanatçı olarak artan olgunluğuna ve güvenine bir örnektir. Burada eserin renkleri canlıdır ve karakterlerinin yüzleri özel ve sakindir. Raphael, üç yıl önce Perugino ile çıraklığını bitirmiş ve Floransa’ya gitmek üzere olduğu Umbria’da yaşıyordu. İlk eserleri komşu Città di Castello kasabası kilisesi içindi. Bunlardan biri Albizzini ailesi tarafından yaptırılan Bakire Meryem Evliliği idi. Joseph ve Mary’nin düğününün teması, Perugino tarafından yapılan önceki çalışmalardan ilham alınmıştır. Papaz, gelin ve damat ön plandadırlar.

Resim; görüntülerin, parlak renklerin ve şeffaf alanın kullanımının gösterilmesi açısından muhteşemdir. Bir Rönesans sanatçısı olarak Raphael, perspektifi güzel bir şekilde betimleyebilmiş ve bu durum tabloda açıkça görülüyor. Resmin arka planında, yuvarlak ve heybetli olan İtalyan tapınağını görebiliriz. Tapınak duvarlarında kapıların boyandığı ve tapınağın açık olduğu anlaşılmaktadır.

Açık kapılardan biri ile parlak mavi gökyüzünün görüntüsü ve altındaki tepelerin görünümü vardır. Tapınak tuvalin en üst kısmına yerleşmiştir.

Tören kıyafetleri giymiş çeşitli insanlar bulunmakta ve gerçekleşmekte olan evliliğin öneminin farkında olmadıkları çok belli.

Ön planda düğün havası egemendir ve nikah yüzüğünün yerleştirilmesine hazırlanırken hem gelinin hem de damadın elini tutan rahibi gözlemleriz.

Bakire Meryem’in arkasında, kimlikleri bilinmese de belki de akrabası olan bir grup kadın duruyor. Ayrıca kırmızı elbise giyen görüntünün solunda küçük bir kız gözlemliyoruz. Doğrudan gözlemciye bakıyor. Aziz Joseph’in arkasında duran bir grup insan var ve yine kimlikleri bilinmiyor. Oldukça büyüleyici olan ise tüm insanın çubuk taşıyor ama çiçek açan tek çubuk Aziz Joseph’in çubuğu.

Bakire Meryem kırmızı bir elbise giyiyor; saçları ince bir örtü ile süslenmiş ve canlı mavi bir pelerin giyiyor. Joseph, omuzlarının etrafına sarılmış ayrıntılı bir pelerin ile, düz bir cüppe giydiği görünüyor.

Yusuf (İbranice: Yosef; Yunanca: Ioséph), İsa’nın annesi olan Mary ile evlenen ve İncil’de İsa’nın yasal babasıydı. Luka İncili’nde, Yusuf Nasıra’da yaşadı ve İsa Beytüllahim’de doğdu çünkü Yusuf ve Meryem, oraya seyahat etmek zorunda kaldı.

Joseph’in mesleği sadece bir kez belirtiliyordu ve marangoz olarak anılıyordu. Joseph Katolik Kilisesi, Ortodoks Kilisesi, Oryantal Ortodoks Kilisesi, Anglikanizm ve Lutheranizm’de Aziz Joseph olarak saygıdeğer bir kişiliktir. Hem Katolik hem de Protestan geleneklerinde Joseph, işçilerin koruyucu azizi olarak kabul edilir ve çeşitli bayram günleriyle ilişkilendirilir.

Raphael, İtalyan ressam ve Yüksek Rönesans mimarıydi. Çalışmaları, formun netliği, Michelangelo ve Leonardo da Vinci ile birlikte, o dönemin en büyük ustalarından biridir. Raphael, 37 yaşında ölmesine rağmen büyük eserler bıraktı ve son derece üretkendi. En bilinen eseri Vatikan’daki Atina Okuludur.

Kariyerine Umbria’da başladı, dört yıl boyunca Floransa’da Floransa’nın sanatsal rönesansı için zaman geçirdi ve sonra Roma’da son on iki yılını iki Papa ve ortakları için çalıştı.

(Raphael tarafından “Bakire Evliliği”, Mary ve Joseph arasında bir evlilik töreni anlatıyor. Perugino’nun esinlendiği benzer temalı versiyon Raphael’e ilham verdi, iki sanat eserindeki farklılıklar Raphael’in daha ince ve zarif stili ile daha çok ön plana çıktı. Bu eserde, 1504 yılında İtalyan Yüksek Rönesans döneminde boyanmış bu eser Fransisken kilisesi için yaptırılmıştır.)

Domenico Ghirlandaio, Floransa’dan bir İtalyan Rönesans ressamıydı. Ghirlandaio’nun özel yeteneği, çağdaş yaşamı ve çağdaş insanların portrelerini dini anlatılar bağlamında tasvir etme yeteneğiydi. Bu ona büyük popülerlik sağlamıştı.

Kanonik ve apokrif kaynaklarda anlatılan İsa’nın doğumundaki ortak episodlardan biri olarak çobanların tapınması gösterilmektedir. Doğum sırasında Luka ve Matta’da sürüleriyle birlikte geceyi kırda geçiren çobanlara Tanrı’nın meleğinin görünerek İsa’nın doğumu müjdelenmiştir. Doğum esnasında etrafı büyük bir ışık kaplar ve görkemiyle çevreyi aydınlatır. Bu ışık çevredeki çobanları korkutur ve bunun üzerine çobanlara görünen Melek, onlara mutlu bir haber getirdiğini ve İsa’nın doğumunu müjdeler. Bu olay Luka’da şöyle geçer:

“Korkmayın çünkü işte ben size bütün kavme olacak büyük sevinci müjdeliyorum, çünkü bugün kavme Davud’un şehrinde size kurtarıcı doğdu, O da Rab, Mesih’tir. Yemlikte yatan, kundağa sarılmış bir bebek bulacaksınız; size alamet bu olsun.” (Luka, 2: 8-17).

Meleğin duyurusu üzerine çobanlar, Tanrı’nın müjdelediği yeni doğan bebeği görmek için ahıra yönelmiştir. Ahıra gelen çobanlar burada, Meryem ve Yusuf’la birlikte yeni doğan bebek İsa’yı kundakta görür. (Luka, 2: 8-17) Apokrif kaynaklarda çobanların bu olayı görmek için ahır yerine çobanların barınağı ile mağaraya yöneldikleri anlatılır. Iokabos’un Protoevangelionu’nda (12: 14) ve İsa’nın Çocukluk İncili’nde bir mağarada gerçekleşirken (1: 1-21), Barnabas İncili’nde çoban barınağında gerçekleştiği yazar. (3-4) İsa’nın Çocukluk İncili’nde, gökyüzünde korkutucu derecede beliren ışık şöyle anlatılmaktadır:

“Ve gördüler ki mağara kandillerden, mumlardan, güneşin kendi ışığından daha parlak bir ışıkla dolmuştu. Ve bebek kundaklanmış, annesi Azize Meryem’in göğsünü emiyordu.” (İsa’nın Çocukluk İncili, 1: 6-11).

Eserin odak noktasında olan, yeni doğan İsa yere yatırılmıştır. Başında görülen sarı-kırmızı renkli hale kutsallığının simgesidir.Benzer bir hale ile bebeğin yanı başında diz çökmüş olarak tasvir edilen kadın ise Meryem’dir.

Meryem’in hemen yanında görülen eşi Yusuf, beyaz saçı ve sakalı ile ilerlemiş yaşını göstermektedir. Ortamda çobanların tapınmasından çok geride kendilerine doğru ilerleyen bir kalabalık da vardır.

Resmin sağ kısmında yer alan çobanlar aldıkları haber üzerine ahıra gelmişlerdir. Ghirlandaio’dan birkaç sene önce Felemenk ressam Van der Goes tarafından yapılan ve Floransa’ya getirilen bir başka Çobanların Tapınması eseri dönemin parlayan yıldızı olmuş ve birçok ressamı derinden etkilemiştir. Ghirlandaio’nun çobanları Van der Goes’un gerçekçi ve son derece doğal görünümlü çobanlarının çok benzerleridir.

(Van der Goes’un aynı olayı konu alan eseri)

Gerideki manzarada dönemin Filistin topraklarını göstermek yerine İtalya’nın kuzeyindeki Alpler’den bir görünüm yer almıştır. Bu Rönesans’ın tipik bir özelliğidir. Bilindik yerler dekorda kullanılır.

Çobanların tapınması eserlerinde genelde aynı ortamlar tasvir edilir. Eski Roma tarzında bir ahır ve İsa’nın yatırıldığı bir yemlik ve ahırda duran bir öküz ve eşek bu olayı konu edinen hemen hemen tüm eserlerde görülür.

Çobanlardan İsa’ya en yakın duranı Ghirlandaio’nun kendi görünümde tasarlanmıştır. Diğer çobanlara Tanrı’nın mucizesi bebek İsa’yı gösteren Ghirlandaio, aynı zamanda parmağı ile taş yemliğin ön kısmında görülen çelengi de işaret etmektedir. İtalyanca’da çelenk yapan “garland maker” anlamına gelen Ghirlandaio kelimesi ressamın ismine gönderme yaparken eseri kimin yaptığına dair ipucu da sunar.

Tablodaki yemliğin üzerindeki yazılar da dikkat çekicidir. Latince yazı şunu söylemektedir: “Pompei’nin kahini Fulvius Kudüs’te öldürülürken şunları söyledi: beni saklayacak bu kap bir tanrıyı getirecektir”. Fulvius tarafından yapılan bu kadim kehanette kap ile bebek İsa’nın yatırılacağı yemlik işaret edilmektedir. Böylece aslında antik bir lahit görünümdeki yemliğin de aynı zamanda Fulvius’un mezarı olduğunu düşünebiliriz. Böylece Ghirlandaio kendi Klasik Roma dönemi bilgisini de sanatına yansıtmıştır.

Çobanların tapınmasını konu alan eserlerde her zaman bulunmayan bir öge bu tabloda kendine yer edinmiştir. İsa’nın doğumundan sonra O’na tapınmak ve hediyelerini sunmak üzere üç farklı bölgeden krallar gelmiştir. Resmin sol tarafında görülen kalabalıkla gelen kalabalık bu üç kralı ve mahiyetlerini tasvir etmektedir.

Resim, Floransa’daki Santa Trinita Kilisesi’nin Sassetti Şapeli’nde gösterimdedir. Bu şapel, İsa’nın doğum yeri olarak kutsanmıştır ve dolayısıyla tasarımı bu olay temel alınarak yapılmıştır. Eser o kadar başarılıdır ki diğer sanatçılar tarafından sıklıkla tekrarlanmıştır.

(Aynı olayı konu alan bir başka tasvir.
Ravenna, San Apollinare in Nuovo, Müneccim Krallar’ın İsa’ya Hediyeler Sunması )

Aynı zamanda Ghirlandaio’nun kendisi de çoban olarak sahnede yer almıştır. Hatta sanatçının Çocuk İsa’ya, şapelin duvarlarının sağında ve solunda yer alan ve panelin dışında tapmak zorunda kalan diğer çobanlara ve insanlara göre daha fazla yaklaştığı görülmektedir. Çobanlara liderlik yapan sanatçı, dizlerinin üstünde İsa’nın mucizevi doğumunu işaret etmektedir.

Çobanların tapınması, 15. yüzyılda Alp Dağları’nın kuzeyinde oldukça popüler bir temaydı. Ghirlandaio’nun bu konuyla ilk teması, Flandre’de çalışan Thomas Portinari’nin 1483 yılında Hugo van der Goes’den bir eser alıp Floransa’ya götürmesi ile olmuştur.

“Kim dilerdi, tarihi karanlık iki dehşetli kutup arasında kalmayı”

Varşova; Vistül Nehri üzerine kurulmuş, Doğu Avrupa’nın gelişmiş şehirlerinden biri olmakla beraber tarihe biraz ilgisi olanların aklında hiç de iyi yer tutmayan bir başkenttir. Coğrafi konumu sebebiyle tarihin iki gaddar kuvvetinin arasında sıkışmış, direnmeye fırsat dahi bulamamış bahtsız bir şehirdir. Hem Hitler gibi bir faşistin hem de ondan hiç aşağı kalır yanı olmayan Stalin gibi bir canavarın gazabına uğramıştır. 2. Dünya Savaşı sırasında yerle bir edilip daha sonra tekrar inşa edilen Varşova, mitolojide bizim Zümrüd-ü Anka Kuşu olarak bildiğimiz Feniks’e benzetilir.

Bilinçaltımda zaten soğuk, gri ve kasvetli bir imajı olan bu şehir Polonyalı arkadaşlarımın da beğenmemesi ve gezmek için tavsiye etmemesiyle hiç de merak duymadığım bir yer haline gelmişti. Ne var ki, bir öğrenci olarak maddiyatı gözetmem ve Doğu Avrupa’yı öğrenmeye hali hazırda başlamış olmam sebebiyle yakınımdaki Varşova’yı ziyaret etmemek olmazdı.

Üç günümü ayırdığım şehre uzun bir otobüs yolculuğunun ardından sabahın erken saatlerinde vardım. Şehre girdiğim vakitte hava karanlık olmasına rağmen diğer Doğu Avrupa şehirlerinde görmeye pek alışık olmadığım yüksek ve modern yapılar gözüme çarptı. Yolculuğa başladığım Riga Terminali’ne göre daha büyük ve gelişmiş bir terminalde havanın biraz aydınlanmasını bekledim. Yine de fazla dayanamayıp bir süre sonra kendimi dışarı attım. Hava yeni aydınlanıyordu ve şehir aydınlatmaları henüz kapanmamıştı. O ışıklı binaların arasında, tam karşımda Polonyalıların “ucube” olarak adlandırdıkları devasa büyüklükte ve mor ışıklarla aydınlatılmış Kültür ve Sanat Merkezi duruyordu. Bu yapının benzerlerini Sovyet hükmü altına girmiş diğer ülkelerde de görmek mümkün. Dikkat çekici ve şehrin tam ortasında yer alıyor olsa da ürkütücü bir mimariye sahip olan bu yapı savaştan sonra Stalin tarafından Varşova halkına hediye edilmiş. Bu bina inşa edilmeden önce halka iki seçenek sunulmuş. Bunlardan birisi, üzerine konuştuğumuz bu yapı iken, diğeri metro alt yapısıymış. Halk çoğunlukla şehre metro yapılmasını talep etmesine rağmen Stalin referandum sonucunu gözardı edip bu binayı inşa ettirmiş. Sefil yaşamdan dolayı sosyalizmden ve Stalin’den zaten nefret etmiş olan halk bir de üzerine taleplerinin gözardı edilmesi üzerine binadan nefret etmiş ve bu bina onlara hep o karanlık sovyet günlerini hatırlatır olmuş. Yıllar geçtikçe bu binanın yıkılması dahi gündeme gelmiş fakat bunun mantıklı ve ekonomik olmayacağı anlaşılınca farklı bir yöntemde karar kılınmış: Binayı olabildiğince saklamak…

Kültür ve Sanat Merkezi

Varşova, eski bölgesini hesaba katmazsak, şehircilik bakımından diğer Avrupa şehirlerinden biraz farklı olarak daha Amerikanvari bir havaya sahip. Binaların dizilişi, caddelerin genişliği, trafik düzeni vs. Bu sistemin kaçınılmaz bir parçası olarak da diğer Avrupa şehirlerine nispeten daha çok sayıda gökdelen barındırıyor. Şehir yönetimi; mevcut ve devam eden gökdelen inşaatlarıyla beraber az önce bahsettiğim “ucube” yapıyı şehrin silüetinden çıkarmaya, onu saklamaya çalışmış. Hatta bu çaba yetmezmiş gibi nispet yaparcasına bu “sosyalizm abidesi”nin tam karşısındaki binanın tepesine kocaman, ışıklı bir “Coca&Cola” tabelası ve “McDonalds” tabelası çakmış. Yaa Stalin efendi, zamanında senin sadece patates yemeye mahkum ettiğin halk şimdilerde neler neler yapıyor sana… 🙂

Söz konusu trajikomik tabelalar

Şehir; modern ve gelişmiş tarafının yanında bir de UNESCO tarafından miras listesine eklenmiş, eski fotoğraflardan yola çıkılarak yeniden inşa edilmiş sıcak bir “old town” bölgesine de sahip. Daha turistik olan bu bölgede her ülkeden ziyarete gelen insanlarla karşılaşmak mümkün. Bu bölge mimari yapısıyla, peyzajıyla, sokak sanatçılarıyla oldukça canlı ve renkli bir yer. Başkanlık sarayı gibi birkaç önemli yapıyı daha barından bu yerin oldukça merkezi bir noktasında dalgalanan bir Türk bayrağı göze çarpıyor. Büyükelçilik sandığım bu yerin aslında Turizm Tanıtma Ofisi olduğunu orada tanışmış olduğum ve beni birlikte Galatasaray – Fenerbahçe derbisi izlemek için bir Türk lokantasına davet eden İrfan Abi ve arkadaşlarından öğreniyorum.

Old Town

Polonya’da Türklerle karşılaşmak mümkün. Ekonomik şartlar nedeniyle Türk öğrenciler tarafından Erasmus yapmak için tercih edilmesinin yanı sıra Polonya’nın nitelikli çalışana ihtiyaç duyan bir ülke olması göç almasına sebep oluyor. Yeni yeni kalkınmaya başlayan bu ülkede hizmet sektörü büyük bir gelişim gösteriyor ve üniversite mezunu Türklerin bu sektörde çalıştığını görebiliyoruz. Ayrıca çok sayıda lüks Türk restoranıyla da karşılaşılabiliyor. Polonyalılar Türk yemeklerini gerçekten çok seviyor.

Bir Türk lokantası

Bir şehri ziyaret ederken durmadan yürümek ve sadece turistik yerleri değil, insanların yaşadığı yerleri de görmek gerekir. Mahallelere girmek, parklarda yürümek, çarşıya pazara karışmak lazımdır. Varşova’nın merkezinde çok büyük bir alanı kaplayan Lazienki Park, insanların şehir karmaşıklığından kurtulup doğayla bütünleştiği bir mekan. Bu parkın içerisinde küçük göletler, ağaçlar, hayvanlar, yürüyüş yolları ve büyükçe bir konser alanı mevcut. Sonbaharda gitmem sebebiyle Lazienki Park bana eşsiz bir gün yaşattı.

Lazienki Park

Varşova’da ziyaret edilebilecek diğer bir yer ise Wilanow Sarayı. Bu saray 1683 yılında Türk ordusunu Viyana’da durduran Kral 3. Jan Sobieski’ye ithaf edilmiş. Özellikle ilgi duyanların muhakkak ziyaret etmesi gereken, içerisinde güzel sanat eserleri olan mütevazı bir saray.

Wilanow Sarayı

Avrupa’da herhangi bir yerde Türklerle ilgili şeyler bulmanız olası. Bunun sebebi Türklerin farklı coğrafyalara uzanması ve onları kültürüne bağlı tutacak sebeplerin çokluğudur. Tarihte Osmanlı ile Lehistan Krallığı arasında olumlu ve olumsuz olaylar yaşanmasına rağmen onlar bize, biz de onlara saygı beslemekteyiz. Onlarla savaşmış olmamıza rağmen kıyım yapmadığımız için bize karşı bir nefret beslemiyorlar. Polonya, Osmanlı ile ilişkilerinin yanı sıra Tatar Türkleri’ne ev sahipliği yaparak da dikkatimizi çekiyor.

Tatar Türkü Subay, 1. Dünya Savaşı yılları

14. yüzyılda Lehistan Krallığı’nın daveti üzerine paralı asker olmak için gelen Tatarlarla beraber 600 yıl önce, büyük Litvanya Krallığı zamanında, Altın Orda Hanedanlığı içindeki taht kavgalarından kaçmaları ya da Litvanya ile yapılan savaşlarda esir düşmeleri sonucunda Tatarlar Polonya’ya göç etmeye başlamışlar. Farklı dövüş tekniklerine sahip olmaları ve savaş alanlarında göstermiş oldukları başarılardan dolayı Polonya ordusu içinde yüksek mertebelere dahi ulaşmışlardır. Özellikle Orta Çağ Avrupa tarihinin en büyük savaşlarından biri olan Grunwald Savaşı’nda gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı Polonya halkı tarafından çok saygı gösterilen bir millet olmuşlar. Sonraları dillerini kaybetmiş olsalar da dinlerini ve bu sayede kültürlerini önemli ölçüde korumuşlar. 1. ve 2. Dünya Savaşları’nda yine Polonya ordusunda yer alıp önemli rütbelere getirilmişler.

1. Dünya Savaşı’nda şehit olan bir Tatar Türkü subayın cenazesi ve ay yıldızlı bayrak ile uğurlanışı…

Günümüzde Polonyalıların Avrupa içerisindeki en milliyetçi toplumlardan biri olmalarından yakınılıyor. Bu yakınma yersizdir. Acıları hâlâ çok taze olan Polonya; başta da belirttiğim gibi iki kuvvet arasında kalıp, yok olup küllerinden yeniden doğmuş bir ülkedir. Bu yeniden doğmanın anahtarı hiç şüphesiz milliyetçilik olmuştur. Milletlerin acıları taze olduğu zaman onları hayata bağlayan milliyetçilik duyguları da daha güçlü oluyor. Zaten bu duygu toplumda tükendiği zaman birileri gelip üzerinizde istediği planları yapabiliyor.

Tabii her ne kadar onları hayata bağlamış olsa da, bu geç kalınmış bir milliyetçiliktir.

Zamanında bize biçilen uğursuz senaryoların benzerlerini biçmişlerdi onlara da. Fakat onlar bizim kadar şanslı değillerdi.

Onların Atatürk gibi bir kurtarıcıları yoktu.

Wroclaw’da Mustafa Kemal Atatürk isminin verildiği lise