“Sevgili vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdânım emindir. Sizlere yemin ederim ki, ben masumum! Son sözüm bugün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adâlet buna diyorlarsa kahrolsun böyle adâlet!”

“Merhum sevgili oğlum Adnan’ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayırındaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköy’ünde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar Caddesinde 67 numaralı hanedir, adı İsmet Hanımdır. Defin masrafi teyzeme tevdi buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: “Millet ve memleket uğrunda şehit olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal’in ruhuna fatiha!” Perişan zevcem Hatice’ye, yavrularım Müzehher ve Müşerref’e muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim. Babam, Karamürsel aşar memuru Arif Bey de acizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da muavenet olunursa memnun olurum. Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Fertler ölür, millet yaşar. İnşallah Türk milleti edebiyete kadar yaşayacaktır.
30 Mart 1335
Boğazlıyan Kaymakam-ı Sabıkı Kemal.”

“Memleketin kurtuluşunu, geleceğini, saâdetini ilerleme ve gelişmesini hayat tarzı kabul eden ve sûikaste mâruz kalarak şehit edilen yöneticilerin geride bıraktığı eş ve çocukları milletin ve devletin emânetidir. Büyük idealler peşinde hayatlarını fedâ eden büyük insanların âile ve evlâtlarını tesellî etmek, onları mükâfatlandırmak, benzerlerini gayrete getirmek ve milletin şükran hislerini göstermek,
kuvvetlendirmek, onların fakir fukarâ durumuna düşmemesi için gereğini yapmak…”

İçimin içime sığmayıp bahara kucak açtığı an,

Varlığım aidiyet buldu coğrafya dahilinde

Yaşamak anlam kazandı otoritelere inat

Keşke yalnız düşlerimde kalsaydın.

İçimin içime sığmayıp Galata’dan süzüldüğü sabah,

Seni ve insanlık bahsimi sorguladım.

Davalardan savuşamadı halet-i ruhiyem,

Keşke yalnız karşılaşmış olsaydık.

İçimin içine sığmayıp rıhtımdan kanatlandığı gün,

Yaşamak bahsinden martılara söz açtım.

İnatçı ve tamahkar gözyaşlarınla yıkadım bütün sokaklarını şehrin

Keşke yalnız tanışmış olsaydık

İçimin içine sığmayıp kavgalara tutuştuğu o gece

Yer ile göğün arasında bir yerlere sıkıştım.

Ruhum terk eyledi senin bedenini,

Keşke yalnız sana aşık olsaydım.

“Gördüm ki Tanrı devlet güneşini Türklerin burçlarından doğdurdu feleklerin çemberlerini onların ellerinde döndürdü, Türk adını onlara kendisi verdi, Türkleri ellere sahip etti, bu asrın sultanlarını onlardan gönderdi cihandaki bütün milletlerin dizginlerini de Türklerin eline verdi…”

“Derdini dinletebilmek ve Türklerin gönlünü kazanmak ıçin onların kendi dilleri ile konuşmaktan gayrı yol yoktur.”

“Sözüne güvenilir Buhara ve Nişabur imamlarından duyduğuma göre Peygamber, Oğuz Türklerinin meydana çıkacaklarını söylediği sırada, (Türk dilini öğreniniz, çünkü bu millet için uzun bir saltanat mevuttur) mealinde bir hadîs buyurmuş. Bu hadîs doğru ise Türk dilini Öğrenmek, Tanrının emri ile boynumuza borçtur; doğru değilse o zaman da akıl bunu icabettirir”

“Türk dilinin Arap dilinden geri kalmadığı belli olsun diye, kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış olan kelimeleri bu kitapla birlikte yazmak arasıra içime doğar dururdu…”

“Kitaba Türklerin görgü ve bilgilerini göstermek maksadiyle, söyledikleri şiirlerden serpiştirdim, ak ve kara günlerinde yüksek düşüncelerle söylenmiş olan savlarını da aldım..”

“Ben Türklerin en öz dillisi, en açık konuşanı, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananıyım. Onların yurtlarını baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çigil, Yağma, Kırgız boylarının manzumelerini belliyerek faydalandım. Bana sonsuz bir şeref, bitmez tükenmez bir azık olsun diye yazdığım bu kitabın adına da, Tanrıya sığınarak, (Türk Lûgatleri Divanı) dedim…”

Asırlar öncesinden “Benden eyerimi isteyin vereyim, atımı isteyin vereyim, çadırımı isteyin vereyim fakat vatanımdan hiç kimse bir karış toprak istemesin. Vermem, veremem. ”diye seslenir, Çin bozguncusu atam Metehan. Bu söz, tarihtir aslında, şanlı Türk tarihi. Dünyaya nam salmış, üç kıtaya hükmetmiş, vatan için ölmeyi şeref bilmiş bir milletin vatan aşkını özetler niteliktedir.

Vatan bize anadan, yârdan daha sevgilidir. “Vatan olmadan aşk olmaz, vatan olmadan hiçbir şey olmaz.” ülküsüyle vatanı en yüce aşk ve kutlu bir yol bilmişiz. Kırk asırlık tarihimizde esaret altına girmemiş ve vatan savunmasından adice kaçıp, başka topraklarda sığıntı gibi yaşamamış bir milletiz. Vatan demek özgürlüktür. Özgürlük kırk çerisiyle Çin sarayını basan Kürşad’ın bağrındaki sızıdır. Bu kutlu sevda için azlığımıza değil; tüm hücrelerimizde alev alev yanan, yandıkça düşmanı yakan, bir meşale misali benliğimizi aydınlatan vatan aşkımıza baktık.

Şimdilerde sinelerden söküp alınmak istense de, sembolikleştirilmeye çalışılsa da bu çabaları elbet boşa çıkacaktır. İşte bu güruh, bizden benliğimizi çalmak istemektedir. Farklı kültürleri, modernizm adı altında bize empoze etme gayesi etrafında türlü çabalara girmektedir. Çağımızın vatan ve millet sevgisi oluşmamış gencecik beyinlerini kendilerine kurban seçmektedir. İşte bunun içindir ki her bir kişiye vatan sevgisini aşılamak istiyoruz. Biliyoruz ki kültür yozlaşması dil ile başlar, yabancı kelimeler dilimize adeta hücum eder ve daha sonra bizim kültürümüzde olmayan birtakım hareketler ortaya çıkagelir. Ortaya dışarı kaynaklı fikirler atarak bizi bizden ayırmak istiyorlar ki şu anda elleri boş dönmüş değiller. Kimisi tarihin köşe bucaklarından yanlışlar bularak, kimisi gerçeklik payı olmayan fikirler ortaya atarak bizi ayrıştırmak isteyenlerin sofrasına meze yapar.

Unutulmamalıdır ki bizi biz yapan tarihimizdir. Türk tarihi parçalanamaz, parçalanması dahi düşünülemez bir bütündür. Tarihimizin ışığında dilimize, kültürümüze, benliğimize sahip çıkmalıyız. Kürşad’ın yaktığı, Mustafa Kemal’in harladığı vatan aşkı ve özgürlük ateşini her daim içimizde taşımalı, adeta bir güç kaynağı bilmeliyiz. Çünkü biz Çin Seddi’ni yapanların korkusu olan, az kişi ile çok işler başaran, deyim yerindeyse gözünü budaktan sakınmayan mazlum coğrafyaların tek umudu olan bir milletiz.

Uyanalım! Eğer uyanmazsak; siper diplerinde, alnında secde goncalarıyla toprağa düşen vatan gülleri, aziz şüheda mahşerde bizden hesap soracak. Her adımda ayak bastığımız kanla yoğurulmuş topraklar bize haram olacak. Unutmayalım ki tarih bizim, şan bizimdir, başkasına ne hacet. Sınır koymayın içinizdeki bu coşkuya. Hülâsa içinizdeki çılgın Türk’ü serbest bırakın.

Tuğba ŞAHİN

Bilinsin ki acizim.

Bundan olsa gerek,

Hükmedemiyorum göğüs kafesimdeki karınca yuvalarına,

Hükmedemiyorum geceleri küfürler yağdırdığım duvara.

Ve gurbet yükü omuzlarımda,

Sanki on yaşında bir çocuğun dizinde,

Durmadan büyüyen bir yara.

Sonra sımsıkı sarılıyorum delirmek vehmine,

Sürükleniyor.

Dudak kıvrımında devriliyor tramvay,

Gülmeye mahcubum artık,

Ağzımdan tütüyor,

İnsanlığım.

(Yazıda bahsi geçen kitabın kapağıdır.)

Mimarlığı ve ressamlığıyla tanınan Thomas Allom, 13 Şubat 1804’te dünyaya geldi. Kraliyet Akademisi’nden mezun olan Allom, daha sonra mimar Francis Goodwin’in yanında çalıştı. Fransa’da da çalışan Allom, burada, Dreux Şatosu için resimler yaptı. Daha sonra Londra’da birçok bina tasarladı. 1850’de Highbury’deki Mesih Kilisesi, 1856’da Nottinghill’de St. Peter Kilisesi’ni inşa etti. Çalışmaları ayrıca Liverpool’daki William Brown Kütüphanesinin tasarımını ve Nottingham yakınlarındaki Basford St. Leodegarius kilisesini de içermektedir. 9 yıl boyunca Mimar Goodwin’in yanında çıraklık yapan Allom’un bu süreçte ressamlık ve akademik eğitimden uzak kaldığı söylenebilir. Thomas Allom aynı zamanda İngiliz Kraliyet Mimarlar Akademisi kurucu üyelerindendir. Daha sonra mimarlığı terk edip Anadolu’ya, Suriye’ye ve Filistin’e yani o zamanki Osmanlı topraklarına seyahat etti.

Bu arada papaz olarak İstanbul’a giden Robert Walsh ise 1821’den (farklı zamanlarda ara vererek) 1835’e kadar oradaki İngiliz Elçiliği’nde konaklar. İstanbul’da yolları kesişen Allom ve Walsh ortaklaşa bir gezi albümü yapmaya karar verirler. Gravürleri elle renklendirilen bu albümün içerisinde onlarca Türkiye gravürü yer alır. Metin bölümünü ise Walsh yazmıştır. Eserde sadece İstanbul değil İzmir, Bergama gibi yerlerdeki antik eserlerinde gravürleri mevcuttur. Allom’un gravürleri ile süslenen ve Walsh’ın metnini yazdığı, çeşitli ülkelere dair büyük bir dizinin içinde yer alan bu kitap Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor adıyla yayınlanmıştır. Kitabın içerisinde ilk önce resmedilen eser veya yer hakkında kısa kısa bilgiler daha sonra ise bahsedilen eserin gravürü yer alıyor ayrıca son sayfasında dönemin Osmanlı haritası bulunuyor.

(Kitabın son sayfasındaki harita)

Fotoğrafın henüz bulunmadığı bir dönemde, Osmanlı Devleti’nin başşehri İstanbul’u ve buradaki hayatı zarif bir üslûpla Batı’ya tanıtan Allom’un gravürlerinin birçoğu bugün birer belge niteliğindedir¹. Gravürler İstanbul’un gündelik yaşamını gösterme açısından çok zengin ve renklidir ayrıca bir çok camii ve anıt da tasvir edilmiştir.

İstanbul üzerine yapılmış resimlerinden bir kısmı şunlardır² :

1- Yeniköyde bir rum papazının yalısı: Eski Boğaziçinin çok güzel resimlerinden biridir. Pencereleri tahta kepenkli küçük ahşap yalılardan biridir ki zamanımızda tek örneği bile kalmamıştır.

2- Eyyubda Esma Sultan yalısı. Haliç yalılarının en büyüklerinden bir olan bu yalının muhteşem bir salonu.

3- Heybeliada

4- Eyyub sırtlarından Halicin ve İstanbulun görünüşü

5- Tophâne meydanı ve çeşmesi ve Tophâne pazarı; geride Nusretiye Camii bir asır evvelki İstanbulu canlandıran çok kıymetli bir resimdir.

6- Sultanahmed Camii (Camiin içi)

7- Beyoğlundan Kasımpaşaya doğru uzanan âşıklar mezarlığı

8- Balıklı kilisesi: Bu namlı kilisenin içerden yapılmış resmidir.

9- Kuleli süvari kışlası: Çengelköyü’ndeki bir askeri lisenin ilk yapıldığı zamanlardaki manzarasını göstermektedır ki iki başındaki dört köşeli iki kulesi ve bu kulelerin kurşun kaplı sivri külâhları ile pek zariftir. Bu resim Boğaziçinin eski manzarası bakımından da kıymetli bir vesikadır

10- Büyük Kapalıçarşı: Kalpakçıların eski halini göstermektedir.

11- Üsküdar İskelesi ve Mihrimah Camii: Bir tarafta iskele, kayıklar, bir kayıkçı kahvehanesi. bir tarafta Üçüncü Ahmed Çeşmesi görülmektedir.

12- Haremde cariyesinden saz dinliyen efendi: Daha ziyade garplının şark esrarı peşinde koşan meraklarını tatmin için yapılmış hayal mahsulü bir resim. Zengin efendi bir yer minderine oturmuş, bir elinde yelpaze, bir elinde nargile, yalınayak, fakat muhakkak ki ev kıyafeti değil çünkü iri püs küllü fesi ağabâni sarığı ile beraber başındadır. Esvapları fevkalâde müzeyyen iki cariye sedirin üstünde birinin kucağında bir ud vardır, beride de bir zenci haremağası elpençe divan duruyor.

13- Kahvehanede meddah: Deniz kenarında müzeyyen bir kahvehane mevkii mahsusunda oturan meddah hikâyesini ya bitirmiş yahutta ertesi gün devam etmek üzere heyecanlı bir yerinde kesmiştir. Kahveci parsa toplamaktadır.

14- Arzuhalci: Tophânede Kılıçalipaşa avlusunda, mektup veya arzuhal yazdıranlar yanlarında bir küçük kızcağızla iki feraceli hanımdır. Bir hasır üzerinde oturan arzuhalci kuşağında diviti ve önünde yazı rahlesi ile pek tipik bir simadır; geride Nusretiye Camii görülmektedir.

15- Padişahın Eyyubsultan ziyaretinden dönüşü: Camii Kebirin yan kapısından çıkan hükümdar, at ile Bostan iskelesine gelmektedir

16- Atmeydanı, Dikilitaş ve Sultanahmed Camii

17- Üsküdar sahilinden Kızkulesi ve İstanbul: mevsim yazdır. Üsküdar sahilinde on on beş kişi denize girmiş. Az ilerden bir pazar kayığı geçmektedir. Kızkulesi yanan ahşap kuledir; liman yelkenlilerle doludur.

18- Tophâne Sahili: Nusretiye Camiinden.

Kaynaklar:

1.Reşad Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopedisi, 1959
2.Semavi Eyice, DİA, Thomas Allom
3.Thomas Allom, Constantinople and the Scenery of the Seven Churches of Asia Minor, 1838 (Gravürler)

Uçurumlardan atlayanlar var defalarca
Uyumak için cebini yoklayan zavallıların
Silüetine öykünen kimseler halihazırda
Müptelası olup pencereden izlenilen yaşantıların

Ciğerleri sökülür, ciğerlerindeki sökülmeden
Keşfini reddedip an’anenin, bilmeden ayıp denen
Tam dipten yukarıya birer birer dökülseler
Zirveyi aşağıya benzetmek için bir neden

Burun kıvrılan için beş para etmeyen satıverilir
Çelik kırılır, büken olur en mahir demirleri
Zaaflardan müteşekkil bu yeri onlar dillendirir
Karşı kaldırımın cesaretsiz pencere sakinleri

Daha önceleri Çin egemenliği altında yaşayan Vietnam, bir çok Asya ve Afrika ülkesinin yaşadığı kaderi yaşamış ve 19.yüzyılda Fransızların -Batılıların- işgaline uğramıştır. 1940’ta ise Japonya’nın Vietnam’ı işgali üzerine, Vietnam’da mevcut bulunan bağımsızlık hareketlerinin hepsi bir çatı altında toplanmış ve birleşime “Viet Minh” adı verilmiştir.

Japonya’nın 1945 teslim olması üzerine Vietnam’daki komünist hareketin lideri Ho Şi Minh, Kuzey Vietnam’da bir cumhuriyet kurduğu ilan etmiştir. 1954 yılında ise resmen ikiye bölünen Vietnam’ın kuzeyinde Ho Şi Minh liderliğinde, Çin destekli komünist bir yönetim, Güney tarafında ise İngiltere ve ABD destekli bir yönetim kurulmuştur. 1954 yılında yapılan Cenevre Anlaşmasına göre, 1956 yılında uluslararası gözlemciler eşliğinde bir seçim yapılacaktı ve bu seçimin sonucunda hükümetlerin birleştirilmesi öngörülmüştü. Ancak ABD ve ABD destekli Güney Yönetimi aksi davranışlar sergilemiş ve birleşik bir yönetim kurulması imkansız hale gelmişti. Bu anlaşmadan sonra Kuzey Vietnam Sovyetler ve Çin’den büyük destek görmeye başlamıştır. Komünizmin Asya’da yayılmasından çekinen ABD ise güneyde otoriter bir yönetim kurulmasına ön ayak olmuştur. Bu arada Ho Şi Minh ise Vietnam’ın tamamına hakim olup, komünizmi yaymak istiyordu. ABD Kuzey Vietnam’ın Güney Vietnam’daki faaliyetlerini engellemek için Güney Vietnam’a askeri yardım yapmış ve bölgeye asker göndermiştir.

Her iki taraf için de çok zor geçen bu savaş yaklaşık dört milyon insanın ölümüne neden olmuş, Birleşik Devletler Ordusu ise büyük kayıplar vermiştir. Her iki tarafın da birbirine çok acımasızca davrandığı bu savaş; yakılan köyler, sivil katliamları, helikopterlerden atılan Vietkong askerleri ,işkence edilen ABD askerleri gibi olaylara sahne olmuştur. Savaş 21 yıl sürmüş, 1975 yılında ise Kuzey Vietnam, Güney Vietnam’ın başkenti Saygon’a girmiş ve savaşa son vermiştir. Vietnam ise yabancı ülkelerin istediği gibi iki parçaya bölünmemiştir.

Uzun yıllar süren bu savaş ABD’de savaş karşıtı kamuoyunun güçlenmesine neden olmuş, savaş karşıtı bu kamuoyu giderek büyürken, bir yandan da savaşı destekleyen bir akım da ortaya çıkmıştır. Bir çok filme ve kitaba konu olan Vietnam Savaşı’na, müzik dünyası da sessiz kalmamıştır. ABD’de müzik dünyası da bu bölünmeden payını almış, “güvercinler” ve “şahinler” olarak ikiye bölünmüş, en çok tartışılan konulardan biri savaş olmuştur. Bu bölünme beraberinde “güvercinler” ve “şahinler” tarafından onlarca şarkı yapılmasına neden olmuştur.

Biz de burada o şarkılardan bazılarını göstereceğiz:

En meşhurlarından biri :

Edwin Starr- War (https://youtu.be/dQHUAJTZqF0)

Bugün kaç çocuk öldürdün?:

Bob Necaise- Mr. Where İs Viet Nam? (https://youtu.be/aEHT_5BR3Co )

Bu da savaşı destekleyenlerden birinin yaptığı şarkılardan biri:

Jonny Wright- Hello Viet Nam

(https://youtu.be/SrDrFZ8j4_M)

Jimmy Jack- Battle of Vietnam

(https://youtu.be/uzCt-7aG7qE)

Richie Kaye- Here Comes Uncle Sam

(https://youtu.be/sbXzFUGZf48)

Covered Wagon Musicians- Napalm Sticks to Kids

(https://youtu.be/9tUPO_fPyNE)

Peter, Paul & Mary- The Cruel War

(https://youtu.be/PKIhBZL3p3I)

Freda Payne- Bring the Boys Home

(https://youtu.be/–fFhunuUJM)

Türkiye’de kadın cinayetleri 2011’den beri her yıl artarak devam ediyor. Erkek şiddetinin olağanlaştırıldığı, hukukun artık işlemediği bu topraklarda geçtiğimiz yıl 440 kadın katledildi.

Kadın eylemlerinde sıkça “Kadın cinayetleri politiktir” sloganını duyuyoruz. Her ne kadar insanlar -çoğunlukla da erkekler- bunun pozitif ayrımcılığı çağrıştıran bir söylem olduğunu düşünseler de işin aslı öyle değil. Bu bir realite: Kadın cinayetleri politiktir.

Fakat…

Kadın cinayetleri politiktir çünkü defalarca ölümle tehdit edilen kadın, karakola gittiğinde güvenliği tam anlamıyla sağlanmıyor hatta bunu yapan kocasıyla orta yol bulunmaya çalışılarak şiddet gördüğü eve geri gönderiliyor. Eğer ortada çocuklar varsa ‘iyi niyetle’ onlar da bahane edilip emniyet mensupları, “Kocan pişman, bak gül gibi çocukların var onların hatrına affet” diyor. Dayakçı koca karısını dövmeye, devlet onu korumaya devam ediyor. Peki çocuklar memnun mu bu durumdan? Annelerinin fiziksel, psikolojik şiddete maruz kalmasından? Hayır… Belki o aileden olan kız çocuğu büyüyüp başına böyle bir olay geldiğinde polise gitmesinin faydasız olacağını düşündü ve yıllar sonra şiddete susan kadınlardan biri oldu.

Yapılan araştırmalara göre 1134 cinayetin 141’i şiddet, taciz veya tehdit karşısında kadınların güvenlik amacıyla resmi bir kuruma başvurmasına rağmen yaşanmış. 234 cinayet ise devam eden bir ayrılık veya boşanma sürecinde işlenmiş. Yani cinayetlerin 1/3 de kadınlar hayatta iken yargı sistemine bir başvurmuş olmalarına rağmen can güvenliklerini sağlanamadığını gösteriyor. Ayşe Paşalı bunun en büyük örneklerinden biridir ki daha niceleri var.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü medya, kadına yönelik şiddete karşı yetersiz çalışmalar yapan devleti sorgulamak yerine erkek aldatılmış mı tahrik var mı bunlarla ilgileniyor. Şiddeti ve cinayetin haklı sebeplerini arıyor cinayeti magazinselleştirip meşrulaştırıyor.

“Aşk cinayeti”, “kıskançlık cinayeti” ve “cinnet” türünden ifadeler, erkek bakış açısının medyadaki yansımasından başka bir şey değildir. Kaldı ki bu cinayetleri psikolojik boyuta indirgemek, “Kadın cinayetleri politiktir” gerçeğini örtmeye çalışan bir sis bulutu işlevi görmektedir.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü eğitim sistemimizin temeli cinsiyetçiliğe dayanıyor. Erkeklere her şey mubahken kadın yaptığında namus devreye giriyor. Kadınlara öyle öğretiliyor ki taciz edildiğimizde suçlu olmadığımızı kanıtlamak için “saat çok geç değildi, işten/okuldan dönüyordum, kıyafetim açık değildi” diye kendimizi savunmak zorunda bırakılıyoruz çünkü eğer bunların aksiyse hak etmişizdir tacizi, tecavüzü. O saatte orada ne işimiz vardı? Kimse gecenin üçünde bir erkeğin sokakta olmasını yadırgamaz, sorgulamaz bunda yanlış bir şey yoktur ama eğer o saatte dışarıda olan bir kadınsa ya “aranıyordur” ya da “yolludur”.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü kadın cinayeti davalarında kanunlar yeterli ve caydırıcı değil. Oysa ceza hukukunun en önemli amaçlarından biri caydırmak, ıslah etmek ve topluma kazandırmaktır. Cinayetlerin sürmesine de sebebiyet veren esas eğilim, “erkek şiddetini aklamak” eğilimidir.

“Hakaret, tehdit, zorla alıkoyma, özel hayatın gizliliğini ihlal, tecavüz, cinayet…” gibi adlar alan suçlar ve davaları; kadınlara yöneldiğinde, suçun türü, işleniş şekli ve sonucuna göre ceza indirimleri devreye giriyor.

Şule Çet davası sırasında sanık avukatının “kızına sahip çıksaydın” söylemi erkek şiddetini aklama eğilimin son ve önemli bir halka olarak karşımızdadır. Her ne kadar sosyal medyada bu söyleme sert tepkiler verilmiş olsa da toplumun bilinçaltı avukatın sözlerinden farklı düşünmemekte. “Eğer kızımıza sahip çıkarsak güvende olurlar” fikri maalesef ebeveynlerde hakim düşünce haline gelmiştir. Oysa şiddetin kaynağı kurutulmazsa “sahip çıkmak” da yetmeyecektir.

Kadın cinayetleri politiktir çünkü Cumhurbaşkanı, “Kadınla erkeği eşit konuma getirmek fıtrata terstir” dediğinde aslında erkeklerin “üstünlüğü” kabul ettiğini itiraf etti. Fıtrata ters olan eşitlik onlar için mümkün olmadığından toplum “erkektir yapar” dedi. Aslında bu erkeği “aşağılık” göstermesine rağmen erkeklerde güçmüş gibi algılandı.

Bir kadın olarak kadın cinayetlerini durdurmak için daha sağlam çözümler üretmemiz gerektiğine inanıyorum. Gencecik kadınlar öldürüldüğünde, tecavüze uğradığında “idam gelsin, hadım edilsin” söylemleri değil istediğimiz.

Daha doğmadan başlıyor aslında erkek çocuk sevinci kız çocuk burukluğu. Erkek çocuğu, ‘amcalara teyzelere gösterilen’, kesileceği zaman davullu zurnalı kutlamaların yapıldığı pipi yüceltmesiyle büyütmemek gerekiyor.

Kadının, hayatın her alanında erkeklerle eşit fırsat ve olanaklara sahip olması gerekiyor. Bütün kamusal alanlar erkeklere her şeyi yapmaları için serbest bırakılıyor. Yani sorun ‘mekân’ değil, tüm mekânların erkeklere mahsus oluşu. ‘Buton’ veya ‘pembe otobüsle’ de çözüm gelmez. Bu anlayışın değişmesi gerekiyor.

Siyasetçilerin, her gün kadının toplumsal rolünü daha da dibe iten “Eşitlik fıtratında yok”, “Kahkaha atmasın”, “İffetli olsun”, “Hamile hamile dolaşmasın”, “Çocuk doğursun”, “Evinde çalışsın”, “Tecavüze uğradıysa çocuk kalsın, o ölsün” gibi ayrımcı laflardan kurtulmaları gerekiyor.

| Ece S. Doğan

(Brindesi’nin eserlerinin bulunduğu kitap)

Osmanlı ve Doğu memleketleri Batılı gezginler için her zaman merak konusu olmuştur. Oryantalizm denilen akımın oluşmasını sağlayan bu merak, gezginleri gittikleri yerlerin tasvirini,resimlerini yapmaya sevk etmiştir. Özellikle İtalyan ressamların bu konularda büyük etkinlikleri olmuş ve çoğu bizzat sarayın baş ressamı olmuş, padişah himayesinde işlerini yapmışlardır.

(XIX. yüzyılda gelişen bir bilim dalı olan Oryantalizm, Fransızca “Orientalisme” kelimesinden türemiştir. Bu kelime başlangıçta Doğu insanlarının dinlerinin, dillerinin ve tarihlerinin incelenmesi anlamında kullanılmıştır. Yüzyılın ortasında özellikle Theophile Gautier’nin yazıları yoluyla bu terim, Doğu dünyasını konu alan bir resim türü için kullanılmıştır.

O zamandan beri Oryantalizm, Batılıların İslam dünyası karşısındaki tavırlarını belirten genel bir terim olarak benimsenmiştir. Oryantalist ressamların ortak yanı üslupları değil ele aldıkları konulardır(Zeynep İnankur- Selma Germaner,1989,s. 3-7 ).

Oryantalizm önce bilimde, ardından edebiyat, tiyatro müzik, mimarlık ve güzel sanatlar da, XIX. yüzyılın Batı dünyasını etkisi altına almış bir olgudur. Bu yüzyılın siyasi olayları ekonomik ilişkiler, bilimsel ve arkeolojik araştırmalar, Doğu’ya yapılan gezi koşullarının düzenlenmesine Romantizmin etkileri Avrupa’da zaten yüzyıllardır Doğu ülkelerine karşı duyulan ilgiyi artırmış ve bir Oryantalizm modasının doğmasına yol açmıştır. (Akademik Bakış Dergisi Sayı: 30 Mayıs-Haziran 2012
Uluslararası Hakemli Sosyal Bilimler E-Dergisi ISSN:1694-528X İktisat ve Girişimcilik Üniversitesi, Türk Dünyası Kırgız – Türk Sosyal Bilimler Enstitüsü, Celalabat – Kırgızistan) )

Hayal dünyalarında yarattıkları doğu imajı erken dönemlerden beri doğuya yapılan seyahatlerin ve merakın sebebi olmuş, o dönemler doğudaki toprakların büyük bölümüne hakim olması sebebiyle Osmanlı İmparatorluğu bu seyahatlerin merkezi olmuştur. Hayal dünyalarındaki bu egzotik ve esrarlı Doğu’yu kimi zaman abartılı olarak, kimi zaman da kendi içinde bizzat bulunarak eserlerinde tasvir etmişlerdir.

Bu ressam ve oryantalistlerden biri de Giovanni Jean Brindesi’dir. Yukarıda da bu akımda İtalyan oryantalistlerin çok büyük yeri olduğunu belirtmiştik. Brindesi de bir İtalyandı.Abdülmecid döneminin sivil ve askeri tiplerini resmeden Brindesi, bunun yanında Haliç ve Boğaz’ın da bulunduğu İstanbul’un çeşitli yerlerinin gravürlerini yapmıştır.

Yaptığı resim ve gravürleri iki albümde toplayan Brindesi, ilk albümde sadrazam, kazasker, kaptan paşa, yeniçeri ağası, şeyhülislam, kızlarağası, başçuhadar, silahtar ağa gibi ordu ve devlet ileri gelenlerini ve kalyoncu, nizam-ı cedit neferi, humbaracı nefer, peyk, solak gibi Osmanlı Ordusu’nun mensuplarını tasvir etmiştir. İkinci albümde ise İstanbul’un günlük yaşamından kesitler yer almaktadır. Lemercier tarafından yayımlanan “Toures de Constantinople” ve “Souvenir de Constantinople” adlı bu iki albümde Pitoresk hayat sahneleri ile İstanbul’u tasvir etmiştir. Albümler İstanbul Topkapı Sarayı müzesinde ve İstanbul Üniversitesi kütüphanesinde bulunmaktadır.

Brindesi’nin bazı eserleri (Bu eserlerin çoğu sonradan başka gravürcüler tarafından renklendirilmiştir.) :