Pazarlamanın evrelerine baktığımız zaman üretimden insana doğru bir eğilim olduğu görülmektedir. Üretime yönelik pazarlama ile başlayan serüven müşteriye yönelik pazarlamaya doğru değişim ve gelişim göstermiştir. Bunun en büyük sebeplerinden biri olarak küreselleşmeyi gösterebiliriz. Küreselleşmenin 90’lı yıllardan sonra büyük bir ivme kazanmasıyla birlikte pazarlama stratejileri de değişim göstermiştir. Küreselleşmenin bir getirisi olarak ele alacak olursak kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte insanlararası etkileşimin artması insanların isteklerinin ve arzularının da birbirine benzemesine sebep olmuştur. Markalar da buradan yola çıkarak insanı merkezine alan pazarlama stratejileri içerisine girmiştir.

Antroposantrizm, felsefede insanı dünyanın merkezine koyma anlamına gelmektedir. İnsanın her şeyin merkezinde olduğunu öne süren bu yaklaşım evrendeki her şeyin insana ait olduğunu ya da evrendeki her şeyin insana hizmet etmek için var olduğunu savunur. Antroposantrizmi bir pazarlama yaklaşımı olarak ele alacak olursak; markaların yapmış olduğu çalışmaların hemen hemen hepsi müşteriyi merkeze alan, müşterinin kendisini iyi hissetmesini sağlayan, müşterinin pazarlamış oldukları ürüne ilgisi olmasa dahi ilgisi varmış gibi hissetmesini sağlayan çalışmalardır. Bu çalışmalar sonucunda markaların insanlar üzerinde bırakmış oldukları etki bir sonraki satışlarını da olumlu yönde etkilemektedir. Sosyolojik çalışmalar ve araştırmalar yapmadan bir pazarlama stratejisi geliştirilemeyeceğinin en güzel örneklerinden biri olarak insanların istek ve duygularının değişmesine paralel olarak markaların da buna uygun yeni ve insanların duygularını okşayan, onları memnun etmekten öte tatmin etmek için çalışmalar yapmasıdır. Müşterilerin üzerinde her zaman fobik nevroz etkiler bulunmaktadır. Bir marka müşterisinin satmış olduğu ürün ya da hizmete karşı fobik nevroz etkiler altında kalmaması için hem müşteriyi doğru yönlendirmeli hem de müşteriye satmak istediği ürün ya da hizmeti onu mutlu edecek şekilde pazarlamalıdır.

Müşteri memnuniyetinin markalar için vazgeçilmez olduğunu ve yine buna paralel olarak müşterinin her geçen gün daha fazla bilgilendiğini ve bilinçlendiğini ele alacak olursak; markaların tamamı kendi çemberi içerisinde bulunan müşterilerini kaybetmemek adına onları merkez alan, onların istek ve arzularını karşılayan ürünler, bu ürünleri onlara satabilmek için de müşteri kitlesine uygun pazarlama stratejileri geliştirmesi zorunlu bir hal almıştır. Kendi müşterilerini tanımayan, onların istek ve arzularını karşılayamayan markaların günümüzde ömrünün çok da uzun olduğunu düşünmemekteyim. Kendi müşterilerini tanımak adına birçok markanın müşteri kitlesine özel veritabanları oluşturduğunu ve bu veritabanları sayesinde hem müşterilerini daha iyi tanıdığını hem de olası müşterilere dair isteklerin tahmin edildiği bilinmektedir. Enformasyon sistemlerinin öneminin her geçen gün artıyor olması insanı daha fazla merkeze alan yaklaşımları da beraberinde getirmektedir.

Markalar, antroposantrik yaklaşımlarını ilerleterek kendi müşteri kitleleri içinde müşteri kontrol mekanizmaları oluşturarak müşteri güdülerini analiz etmesi sonucunda hedef kitlesini genişletebilir. Müşterinin kendisini değerli hissetmesini sağlamak markanın hem müşterinin gözünde hem de müşterinin sosyal çevresi içerisinde prestijinin artmasını sağlayacaktır. Antroposantrik yaklaşımların git gide artıyor olması markalar arasında büyük bir “savaş”a da sebep olacaktır. İlerleyen yıllarda markaların felsefe, sosyoloji ve psikolojiden daha fazla faydalandığını izleyecek olmak beni şimdiden heyecanlandırıyor.

Ersin Aktaş

Bazı insanlara doğuştan yazabilme yetisi verilmiş sanki. Onlar hiç kitap okumamış olsa bile, konuşuyormuşçasına akıcı bir biçimde yazabiliyorlar. Yazdıklarıyla bize tesir ediyorlar ve bizi büyülüyorlar. Tek kusurlarıysa az yazmaları sayılabilir. Ben ise yazabilmek için tıpkı Montaigne gibi eve kapanıyorum. Bir sürü kitap karıştırıyorum ve onları sindirmeye çalışıyorum. Bunlarla da kalmayıp boş bir kâğıda saatlerce ve hatta günlerce baktığım oluyor. Bazen de fikirler, odamın kapısını sessizce açıp bana uğramadan gitmesinler diye tilki uykusuna yatıyorum. Kısacası benim için yazmaya çalışmak, kaygılar ve belirsizlikler denizinde ayan beyan yüzmenin somut hali oluyor. Fakat tüm bunlara rağmen yazmak ve yaşamak beni huzurlu kılıyor diyebilirim, üstelik yazmanın da yaşamanın da çetin bir savaş gerektirdiği bu çağda.

“Ben gönlümce yazabilmek için evime çekiliyorum.” demiş Montaigne Denemeler’inde. Çoğu insanın malum sebepten ötürü evine çekildiği bugünlerde yazmak yine herkesin aklının bir kenarında duruyor ama öyle kolay değil. Sanki herkes yepyeni şeyler üretmekle meşgul ve zorundaymış gibi hissediyorum. Tedirgin edici ve geleceği belli olmayan bir dünyada yaşamak bunu anlayabilmeyi mümkün kılıyor. Ayrıca insan oturduğu yerden yapınca bu üretme ve bilhassa yazma işini, doğrusu çok da lezzetli buluyordur diye düşünüyorum. Kimi ekmek yapıyor, kimi yazıyor. Ben ikisini de seviyorum. Çünkü düşünme fırsatını ve kendimi bu iki eylemi yaparken yakalıyorum. Yazarken aslında sandalyede sadece bedenim kalıyor, ruhum ise o esnada çoğu zaman boş dönse de hayal gücümün tüm imkanlarını kullanarak birçok yerde dolaşıyor.

Edebiyatın asil savunucularının yazmak zorunda değilsin diye çıkıştığını görüyorum bazen. Bana kalırsa her insan bir şeyler yazmalı. Bunun en samimi biçimi günlük yazmaktır. Edebiyat alemine bir şey sunma iddiasından uzak, düşünerek ve biraz da felsefeyle yoğurulmuş bir biçimde hayatımızdaki olayları kayda geçirmenin ne zararı olabilir? Aksine ileride günlüğe yazdığımız şeyleri okumak, nereden nereye geldiğimizi yahut nelerin üstesinden geldiğimizi ya da gelemediğimizi görmek ve ihtimal ki elli yıl sonra bizi kimsenin hatırlamayacağı bu dünyadan somut bir şeyle ayrılıyor olmanın heyecanını tatmak… Bunlar bile birer kazançtır.

Dünyanın yavaş yavaş ve korkutucu bir değişime uğradığını gördüğüm bu güvensiz zamanlarda, istediğim gibi yazamamak benim için azap verici hâle geliyor. Yine de her akıllı insanın yaptığı gibi her türlü azaptan Allah’a sığınıyorum. Dünyanın beni bu türlü salgın hastalıklarla, krizlerle değiştirmeye çalışması, dünyayı bir anda katletme isteğiyle dolduruyor içimi. Tıpkı başkalarının bizi değiştirmesine müsaade etmektense her şeyi yok etmeyi yeğlememiz gibi. Genellemeyi bir kenara bırakıp yine kendimden yola çıkarsam eğer, belki de okuyucu beni görmezden gelerek yazmamı istemiyor ve beni böylece yok etmek istiyor olabilir mi, diye düşünüyorum. Aslında birçoğumuz gibi düşünüyorum. İnsanoğlu hüsrana uğramayı, yazma meselesinde olsa bile kendine yakıştıramıyor, göz ardı ediyor ise göz göre göre eriyen şu dünyanın bize sadece “evde kal” demesine ve daha büyük türlü dertlerine başka ne yapabilir ki?

Yusuf Karakurt

İçerisinde bulunduğumuz 21. yüzyılda Türk milletinin bekasını kendisine bir vazife edinmiş hiç kimseye bunu neden edindiklerini yahut neden edinmeleri gerektiğini öğretmek haddimiz değildir. Fakat kendisini isimlendirirken ihtilafa düşen arkadaşlarımıza birkaç hatırlatma yapmayı elzem görüyoruz.

Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ; kendisinin de öğrenme sürecindeyken usta-çırak eğitimiyle kavradığı fikir sistemini, daha sonra hareketin gelişiminin hızlanmasıyla usta-çırak eğitiminin süreci yavaşlatacağını ve başarı oranını düşüreceğini hesap ederek kaynak kitap olarak kullanılmak üzere; Galip ERDEM, Dündar TAŞER gibi büyük Türk milliyetçilerinden edindiği bilgileri bir kitapta toplamış ve ismini Türk Milliyetçiliği Fikir Sistemi olarak belirlemiştir. Bu kitapta milliyetçilerin kim olduğu sorusuna cevap olarak, “Türk milletinin bekası için şahsi ve ailevi menfaatlerinden vazgeçebilen kişilere Türk milliyetçisi denir” cevabını vermiştir. Bu cevabın peşinden de Türk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçilerinin tekelinde olduğunu belirtmiş ve eklemiştir; milliyetçiliğin gün geçtikçe artan imkanlarından faydalanmak amacıyla kendisini milliyetçi olarak tanıtabilecek kişilerin çoğalması ihtimalinin en aza indirilebilmesi için bu gereklidir. İskender hocamızın bu sözlerinden anlıyoruz ki kendisini samimi bir şekilde Türk milletinin hizmetine adayan herkes Türk milliyetçisidir. Günümüze gelecek olursak, kendisini isimlendirme konusunda hiç sıkıntı çekmeyen hatta ve hatta elini bol tutmaktan hiç çekinmeyen milliyetçi arkadaşlarımız; millet ve milliyet çatılarında toplanmak şöyle dursun, tarihte yaşamış ve Türk milletine çok kıymetli hizmetlerde bulunmuş güzide şahsiyetlerimizin adlarıyla dahi kendilerini isimlendirmeye başlamışlardır.

Türk milleti yazılı eserler bırakmaya ne kadar geç başlamış olursa olsun, tarihi bölünemeyecek kadar büyük hadiseler ve şahsiyetlerle doludur. Türkistan’ın bozkırlarından başlayıp Avrupa’nın göbeğine kadar gitmiş ve büyük işler başarmış bir millet için de olması gereken budur. Biz Türk milliyetçilerine düşen ise bu abide şahsiyetlerimize olan hayranlıklarımız hasebiyle ayrılık ateşinin içerisine birbirimizi atmamaktır. Bu abide şahsiyetlerimiz de bunu istediklerini belirtmişlerdir. Milletimizin yetiştirdiği en nadide şahıslardan birisi olan Yavuz Sultan Selim, bu durumun olma olasılığından dahi duyduğu büyük hüznü “Milletimde ihtilâf ü tefrika endişesi/ Kûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni” mısralarıyla dile getirmiştir. İçerisinde bulunduğumuz yüzyılda ideolojiler şöyle dursun iktisadî fikirler çarpışmaya ve birbirlerine üstün çıkmak için çabalamaya başlamışken, tarihin gördüğü en büyük ve en başarılı milletlerden olan Türk milletinin geleceğinin teminatı olan gençlerinin aynı safta duran, taban tabana dahi zıt olmayan evlatları; yüklendikleri siyaset üstü misyonun farkına varmamakla birlikte, kendilerini birkaç kişinin “lideri” olarak gören birkaç şahsın zehirli fikirleri sebebiyle birbirlerine düşmektedirler. Bu durum böyleyken gençliğimiz Türk milletinin bekasını düşünüp bunun için çalışmak, kendisini geliştirmek yerine kendilerini avukat yahut koruma sanarak şahısların adına kavga etmekten başlarını kaldıramayacaklardır.

Bu durumlarda yapılması gerekenler çok sınırlıdır. Güçlü olanın güçsüz olan tarafı ezmesini beklemek, şüphesiz ki Türk milletinin geleceğine yine kendisinin vuracağı en büyük darbe olur.  Doğru eğitim sayesinde çözülmeyecek hiçbir şey yoktur. “Türk nedir?” diye sorduğumuzda verebileceğimiz çok fazla cevap vardır fakat her millete nasip olmayan tek şey, medeniyettir. Giyimden yaşam tarzına, edebiyattan savaşa attığı her adımda bir medeniyet göstergesi bırakan yüce Türk milletinin evlatlarının ilk olarak yapması gereken de budur: Kendini eğitebilmek, geliştirebilmek. Takipçisi olduğunuz şey şayet bir fikir ise onu yine fikri olarak kendinizi geliştirerek savunabilirsiniz. Kim olduğunuzun yahut ne yaşadığınızın hiçbir önemi yoktur. Kendini geliştirip savunduğu fikrin ne olduğunu bilen bir kişinin önünde durabilecek bir güç yoktur. Tarihi, edebi ve ilmi okumalarla araştırma ve öğrenme tekniklerinin doğru şekilde öğrenilmesi ise milli şuuru ortaya çıkartacak ve gelişmesine zemin hazırlayacaktır. Tarihinde yaşamış tüm şahsiyetleri eğri ve doğrusuyla kabul edip, doğrularıyla iftihar ederek hatalarından ders çıkarıp tekrarına müsaade etmemek, bir Türk milliyetçisinin Türklüğe yapabileceği en büyük iyiliklerdendir.

Hâli hazırda kurulu olan bir düzeni, tertibi değiştirmeye yahut yıkmaya çalışmak yerine; mevcut yapıyı analiz edip problemlerini bulup düzeltmek için çabalamak elbette ki akıl sahibi herkesin çok net bir şekilde görebileceği bir şeydir. Bizlerin de yapması gereken budur. Zehirli fikirlerini sağda solda düşüncesizce savuran şahısların peşinden gitmeyip, yıllar önce dünyayı terk etmiş büyüklerimizi de kabirlerinde rahat bırakmalıyız. Türk milletine gönül vermiş, onun devamlılığına kendini adamış bir Türk evladının hiçbir çekince ve şüphe içerisinde kalmayıp Enver Paşa’yı sevip Sultan II. Abdülhamit Han’ı gönlünde bir yere koyabilmesi milli şuurun gerektirdiklerinden sadece bir tanesi, bir örneğidir.

Güzide şahsiyetlerimizin her biri birbirinden kıymetlidir ve hepimiz için teker teker kıyas edilemeyecek kadar önemlidir. Fakat mühim olan mesele şudur: Kader; tarih ya da hayat nasıl isimlendirmek isterseniz, hepsine aynı şekilde davranmamış ve aynı şartları sunmamıştır. En nihayetinde onlar da birer insandır ve doğru veya yanlış yapmaya hepimiz kadar hakları vardır.

Yapmamız gereken ise acı, çile yahut başarı yarıştırmak değil; büyüklerimizi kendimize bir örnek alarak onlara saygı duymak ve devraldığımız sancağı onlardan da ileriye taşımaktır.

Bilge Ersagun

Tarih bilinci; tozlu raflarda kalmış, çoktan seçmeli şıklar arasında kaybolmuş, yaprak testlerle donatılmış bir zaman dilimine sığdırılmıştır. Tarih, bir öğrencinin sınavlarda doğru şıkkı bulma çabasıyla sınırlı kalmıştır. Oysa bizim tarihimiz unutulacak bir tarih değildir. Unutulmayı asla hak etmiyor!

Zamanın gençleri okula gelme imkânı bulmuşken bundan kaçıyor. Oysaki bu milletin ecdadı “Vatan elden gidiyor” diye kalemini sırasında, oynadığı topu bahçede bırakıp Çanakkale’ye koşan on beşli yaşlarda çocuklardı. Bu topraklar için iki yüz elli bin genç yürek canından, evladından, anasından,
babasından, kardeşinden eşinden geçti de o gözünü kan bürümüş zalimler göz koydukları Çanakkale’yi geçmedi, geçemedi…

Çanakkale yalnızca bir silah çarpışması değil; dünden bugüne eskimeyen bir tarih, kendi içinde anlatılması mümkün olmayan bir derstir. Çanakkale, tarihi boyunca hürriyet yoluna baş koymuş Türk milletinin anlayabileceği bir ruhtur. Orası toprağı namus bilen bir millet ile bu kutsalı işgal etmeyi
kendine hak sayan bir dünya hadsizin amansız çarpışmasıdır. Düşman askerinin gücü, kocaman topları, kan kusan bombaları, henüz sakalı bitmemiş Mehmetçiğin gözünü korkutmamıştır, korkutmaya yetmemiştir. Çanakkale, esarete başa kaldıran Kürşad’ın ve haçlı sürüsüne hak ettiğini
veren Fatih’in torunlarının tarihe tanıklığıdır. Çanakkale sadece cepheye gidenlerin zaferi değil, evladını geri dönmeyeceğini bile bile cepheye gönderen ve bu uğurda yetiştiren anaların sessiz feryadıdır.
Zordur bu ruhu anlamak. Ancak bu milletin evladı anlayabilir bu ruhu. Ancak onlar anlatabilir yeni nesillere Türk evladının neler uğruna, ne şartlarda harp ettiğini; toprakların kızıl kana niçin bulandığını, ay yıldızın nasıl dalgalandığını, Çanakkale’de bir Türk’ün dünyaya bedel olduğunu.
Dün Çanakkale’yi kazandıran ruh şimdilerde sinelerden sökülmek isteniyor. Bunu silahla yapamayacağını anlayan düşman elbette vazgeçmiş değil, Çanakkale’de acı bir tecrübe almış olsa da şimdilerde yöntem değiştirerek işgal peşindeler. Bu milletin bedenine değil bu sefer, ruhuna
kastediyorlar. Türlü oyunlar ve kılıflarla bizi biz yapan değerlere bıçak bilemekle meşguller.

Ey, yirmi birinci yüzyıl gençleri!
Bu; bedenlerini siper eden henüz on beşlik şehitlere, vatan için can alıp can vermeyi görev bilen başbuğlara ihanet, nankörlük değil de nedir? “Allah Allah!” nidasıyla hücuma kalkıp, geriye dönmeyi aklından bile geçirmeyenlerin şehadetiydi Çanakkale. Onların en zor zamanlarda bile secdeye vardıkları pak alınları, tarihin verdiği haklı bir onurları, en fazla üç dakikaya kadar can vereceğini bilerek vatan için şehadet şerbetini zevkle içmelerinin bilinciyle kazandığı bu hamuru kanla yoğurulmuş toprağa nankörlük yakışmaz onların torunlarına. Topyekûn İslam’a ve Türk milletine kastedilen o amansız mücadeledeki iki yüz elli bin delikanlı hep on beşinde kalmaya karar kılmıştır. Ege’nin sularına gömülen, Gelibolu yamaçlarında önleri kesilen düşman; Türk milletinde başbuğları tükenmiş sandı, Mustafa Kemal önlerini kesmeden evvel. Kan ve gözyaşı ile sulanarak bereketlenen bu topraklarda asker mi biter? Öyle ya boşuna mı denilmişti, “Her Türk asker doğar” diye? Bize düşen alnında açmamış gül goncalarıyla, siper diplerinde şehadet eden vatan güllerinin bayrak yarışını devam ettirmektir.

Ben bir Türk’üm; dinim, cinsim uludur;
Sinem, özüm ateş ile doludur.
İnsan olan vatanının kuludur.
Türk evladı evde durmaz giderim.
Muhammed’in kitabını kaldırtmam;
Osmancık’ın bayrağını aldırtmam;
Düşmanımı vatanıma saldırtmam.
Tanrı evi viran olmaz, giderim.


Bu satırlar Türk milletinin şiarı niteliğindedir. Ecdadın emanetine sahip çıkmak ve ileriye taşımak zorundayız, borçluyuz. Bu bizim en büyük ülkümüz olmalıdır. İnandığı değerler uğruna ölümü göze alamayan, sınırlarını başkasının çizdiği coğrafyada başkasının kurallarıyla yaşar.
Unutulmamalıdır ki vatan ve hürriyet uğruna koyulmayan baş, bir gün düşman postalının önünde eğilir.

Tuğba ŞAHİN

Toplumlar her dönemde geniş kitlelere erişme zorunluluğunu kendisinde hissetmiştir. Özellikle matbaanın icadı ve basılı yayınların seri çoğaltılması sonrası süreçten günümüze araçlar değişim gösterse de amaç varlığını sürdüre gelmiştir. Hegel’in “Gazete modern insanın sabah duasıdır.” sözünün üzerinden neredeyse iki yüzyıl geçti. Gazeteler yavaş yavaş
yerini akıllı telefonlara bıraktı. Ama insan sabah kalktığında yaptığı alışkanlıkları yalnızca modernleştirdi. Hatta gün içinde yalnızca bir kez eline aldığı gazeteden bir adım öteye geçerek akıllı telefonları ile gece gündüz vakit geçirir hâle geldi. Sanırım kitle iletişim bu dönemde gazeteden bir “tık” öteye giderek parmak uçlarımızla kıtalar ötesine gidecek kadar başkalaştı.

Napoleon’un “Dört düşman gazete yüz bin kişilik ordudan çok zarar verebilir.” ifadesinde ele geçirilecek dört gazete ile orduların yenilebileceğini ifade etmesi, toplumun kitle iletişim araçları ile yönlendirilmesinin etki büyüklüğünü ortaya koymaktadır. Herhalde bugün yaşasaydı ve teknolojinin etki gücünü görseydi ordunun sayısını yüz bin ile sınırlı tutmazdı. Milyonların yalnızca birkaç “tık” ile harekete geçmesi öngörülerini tazelerdi.

Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur taktiği olarak “Her eve radyo” çalışması ile insanların evlerine kadar Führer’in sesi iletilmiştir. Bugün geldiğimiz noktada neredeyse her birimiz bir olaya yalnızca saniyeler sonrasında erişebilmekteyiz. Hitler’in büyük radyo devrimi ile çıkarttığı dünyanın en büyük savaşından çok daha fazla güç artık milyonların cebindedir. Yapılan araştırmalar akıllı telefonların bugün bilgisayarların ötesinde kullanıldığını ve her uygulamanın özellikle mobil hâlinin yapılma zorunluluğunu vurgulamaktadır.

Bu dönemin gazeteleri, radyoları değişen hâli ile Tweetler, poudcastler, hap videolar olmuştur. Lakin insan kitle iletişim araçlarını takipten ve etkiden vazgeçmemiştir. Bugün bu mecralarda olmayanlar veya aktif kullanamayanlar, ömürlerini doldurmakla muktedirdir. Bir ideolojinin aktarılması yahut bir yazarın toplumsal kazanım elde edebilmesi bu yollardan geçme zaruriyeti doğurur. Bu yüz yıl önce böyleydi, yüzyıl sonra
da böyle olacaktır. Araçlar, amaca hizmet etmeye devam edecektir.

Amerikan rüyası görmemizi sağlayan Hollywood filmleri, lahmacun yerine bize hamburger yedirmeyi tercih ettiren ateşsiz silahın namlusundan uzaklaşmak mümkün değilse parmağı tetikte olan olmak gerekecektir. Aksi halde “Zeytinyağlı yiyemem ama, basmada fistan giyemem ama” türküsü zihinlerimize yerleşmesinden sonra tamamen yerli üretim Sümerbank’ın batma öyküsünü dinler, güzelim zeytinlikleri olan ülkemizde margarine mahkum nice nesiller tüketiriz.

Bize düşen; ilgi alanlarımızla, kendi değer yargılarımızla, inanış ve kendi kültür değerlerimizle bu işlerin Türk’e göre, Türk tarafından, Türk için olanını inşa etmektir. Kendi benliğimizden olmayanlarla meşhur şarkının sözleri gibi “ne doğulu olabiliriz, ne batılı, iki cami arasında kalan beynamaz gibi” divanelik kalır hissemize.

Toplumlar kendi düşünce yapılarının yargılarını üretmediği müddetçe başkasının hayatını yaşamak durumunda kalır. Takdir edersiniz ki her ilaç her hastaya iyi gelmez.

Dünya bugün bilgi çağına erişmiştir. Bilgiyi üretmekle ve yaygınlaştırmakla mükellefiz. Mecmua geleneğimizi günün şartlarına taşımak, herkes gibi olmak değil; herkese bizim olanı anlatmak milli ödevimizdir.
Burada bir irade koymak yerine başa gelen çekilir deyip bir köşeye çekilmek, kusura bakmayalım Napoleon’un dört gazetesi, saniyede binlerce kişinin erişebildiği bir Trump Tweeti ile boy dahi ölçüşemez.
Gözümüzü çağın gereklerine kapatmış olmamız güneşin doğduğu gerçeğini
değiştirmeyecektir. Belki gazeteler artık tabletten okunuyor ama atalarımızın sözleri hâlâ ilk günkü tazeliğinde kulaklarımızı çınlatıyor.
Güneş balçıkla sıvanmaz! O zaman Rocky’i efsane yapan kitle iletişimin gücünü, peygamber övgüsüne nail olan Fatih Sultan Mehmet için yaşatılabilir hâle getirmek gerekir. Süperman’e hayran çocuklarımızın Hezarfen’i tanıması için bir şeyler yapmak herhalde uçmaya çalışmaktan
daha zor değildir! Bize sunulandan bizim olanı üretmek için bugünün yöntemlerini bizselleştirmek gerekli görünmektedir. Yoksa korkarım herkes gibi olurken karakterini yitirmek tehlikesi, tehlike olmaktan çıkacak kimliğimiz olacaktır.
Henüz balçıkla sıvanmadan güneş,
Ufuktan yeniden doğmasına kala,
Yürüyelim arkadaşlar!

Murat PEHLİVANOĞLU

1_8NdY6-LK7J6sHxAflCSYKA

I

Başımızdan geçenlere şöyle bir bakalım:

Bakalım bakmasına ama nereye bakacağız?

Başımızdan geçenler, geçmiş zamanda. Geriye baktığımızdaysa görmek istediklerimizden çok görmek istemediklerimiz gözümüzün önüne gelecektir. Bu, elbette bizi geriye bakmaktan alıkoymamalı. Peki, bunun için ne yapmalıyız?

Ders çıkaracağımız sonuçları aramak uğruna binlerce müsvedde kağıdıyla karşılaşacağımız bir gerçek. Bunlarla başa çıkmanın yolu ise onları görmemek değil. Aksine onlara odaklanmak. O müsvedde kağıdını bir hatırlasınıza… O, sizin ne umutlarla karalamış olduğunuz bir kağıt değil mi? Derinlerde ne umutlar, ne ışıklar barındıran bir karalama…

Eğer ki geçmişe düşmanlıkla değil de asıl hâliyle bakarsak işte o zaman aradığımızı buluruz. Çünkü sıkılmayız. Anılar bizi daraltamaz. Bugüneyse yarım bir tebessüm, hafif bir iç çekme, aradığımızı bulmanın verdiği huzur, belki bir de o günlere duyulan özlem ile döneriz. Sanmayın ki geçmişe dönmek o özlemi körükledi, geçmişine düzenli olarak özlem duymayan insan zaten hiç yaşamamıştır.

Yaşayın! Zira bu size yakışıyor. Dünle, bugünle, yarınla yaşayın. Bugün için, dün için ya da yarın için değil! Yaşamak için yaşayın! Çünkü yaşamak, bir fiilden öte anlamlar barındıran bir kelime.

Evet, haklısınız. Hepimiz hayattayız. Ancak yaşamak, aldığımız nefesin soluk borusundan akciğere inerken çiçekli yollar görmesiyle var olur. Yaşamak, en büyük acıda bile umut bulanların ekmeğidir.

Bugün erken uyanın. Mehtaba karşı pencerenizi açıp o temiz havayı içinize çekin. Bırakın soluk borunuzda çiçekler açsın. Kırağı aydınlatsın yüreğinizi.

II

“Umut, fakirin ekmeğidir.”

Bizler bu dünyada gurbetçiyiz. Her ne kadar maddi veya manevi olarak zenginliğiniz doruklarda olsa dahi bir gurbetçi olduğunuzu aklınızdan çıkarmayın. Vatanımızdan kovulduk! Ne çabuk unuttunuz? Zenginliklerimizin önemi yok! Vatanımıza kavuşamadıktan sonra bu evrenin tamamına hükmetsek ne yazar? En zengin halimizde bile fakiriz. Bu yüzden umut etmemiz şart, yoksa ekmek yiyemeyiz.

Derler ya hani, oruç fakirin halinden anlamak içindir diye… Yalaaan! Tabii ki yalan! Oruç fakir olduğumuz için tuttuğumuz bir şey, fakirleri anlamak için değil!

Fakir insanlar günü gelir yemek yemez öteki güne de yemek çıkarabilmek için. Pekâlâ bizler ki ucunu bilmediğimiz bu gurbet hayatında bir gün öteye yemeğimizi saklamazsak ne hâle geliriz? Oruç dediğimiz şey bir ibadetten öte, bize ne olduğumuzu hatırlatmaya çalışan bir ritüeldir. Umut etmeyi öğretir. Peki bunca yol tabelasının içinde neden hâlâ yol aramaktayız? Umut etmek, sonu boşa çıksa bile en güzel eylemlerdendir. Umutsuz olmak demek, “İlla ki üzüleceğim, niye mutlu olayım ki?” demeye benzer. Hayat, tek başına bir şeye benzemez. Yaşamak lazım, tüm duyguları yaşamak, yaşamayı hissetmek.

Biraz önce dediğim, bu sabah mehtaba karşı yapacağınız ritüeli aman ha ihmal etmeyin!

18 Şubat 2018
Akşam vakti, saat kaç bilmiyorum. Dolunay var işte havada! Bu saati betimlemeye yetmez mi size? Daha hayatımın ilk senelerindeyim, arada bir kimileri soruyor, “Kaç yaşındasın?” diye. Diyemiyorum ki “Daha konuşmayı yeni öğreniyorum, yaşımı nasıl sayayım?” diye.
Henüz annemin karnındayken duyduklarıma kadar birçok şeyi hatırlıyorum. Hatta anlatayım bir şeyi: Annemle babam tartışıyorlardı. Ortalık iyice kızışacak gibi olduğunda anneme içeriden bir tekme attım, annemin canı acımıştı galiba, biraz acıyla inlemişti de. Hızımı zar zor ayarlıyordum, ne bileyim canının acıyacağını. Canım annem… İşte sonra sanıyorum ki oturdu bir yere, onu da annemin vücudunun şeklinden anlamıştım. Sonra babam önden kulağını koydu, o değdi mi hissediyordum. Anlıyordum ki bir tekme daha bekliyor. Ve bir kez de yavaşça, annemi incitmeden vuruyordum. Tartışma iyice yok oluyordu ve şenleniyordu ortalık.
Neyse, bugüne geleyim tekrar. Annemle az evvel oyun oynadık. Çok eğlenceliydi! Tabii, size saçma gelecek şeyler ama olsun. Ben eğleniyordum. Annem de benim eğlenmeme eğleniyordu. Büyüyünce ne garip oluyoruz!
Bir yoldayız ama nereye gidiyoruz bilmiyorum. Şu araba yolculuklarında hep bir uyku bastırır beni. Bu arada annem komşu teyzeye söylerken duydum, üç yaşındaymışım. Çok çabuk büyüyormuşum, yani öyle dedi teyze. Anlamıyorum ki! Büyüyorum işte, başka işim gücüm mü var sanki? Yat, kalk, yemek ye, oyun oyna ve tekrar aynısı. Rutin hep, hiç planlanmadık bir şey olmuyor ki!
Allah be! Araba durdu. Bu ne ya hu? Gürültüler kulaklarımı tırmalıyor. Bak iyice yaklaşıyoruz. Düğün müymüş, neymiş bu. Yetişkinlerin saçma sapan işleri işte. İçeri girdik, oturduk. Annemler falan çıktı, göbek atıyor. Ben de takılıyorum öyle kendimce. Bir amca geldi az evvel, sevdi beni. “Sen ne güzelsin öyle Maşallah.” falan dedi. Klasik laflar işte. Bebek sevmek için yok mu yeni bir lafınız? Bak yine o amca geldi. Kucağına aldı beni. Anladı herhalde sesten rahatsız olduğumu, arkadaki odalardan birine gidiyoruz. Amca üstümdekileri çıkardı. Sıcak değildi oysaki, anlamadım ki! Amca kendisi de soyundu, banyo mu yaptıracak acaba? Amca bana bir şeyler yapıyor, bezimi değiştirir gibi ama öyle de değil, çok acıyor. Bildiğim üç-beş kelimeyle haykırasım geliyor. Tam bağıracağım ağzımı kapıyor ama o ele rağmen bağırmaya çalışıyorum. Canım çok yanıyor. Bağırıyorum… Kulaklarımda da bir acı başlıyor ama bu acı amcanın bana yaptığının yanında hiçbir şey! Yavaş yavaş kendimi kaybediyorum ve güçsüz düşüyorum. Güçsüzlükten yarı baygınken o amca devam ediyor. O acıyı hissediyorum. Her geçen saniye katlanıyor acı. Bir süre sonra amca gidiyor. Odaya bir teyze giriyor, göz ucuyla görüyorum her şeyi. Elleriyle ağzını kapıyor. Korkmuşçasına bir ses çıkarıyor. Daha sonra başıma toplanıyor bazı kişiler, belki annemler, bilmiyorum. Daha sonra bir ambulansa bindiriliyorum. Sonra bir iğne yapıyorlar, daha önce yapılan iğneler çok acıtmıştı ama bu umurumda bile olmuyor. Sonra yavaş yavaş uykuya dalıyorum. Artık gözümü açmak istiyorum ama nafile, olmuyor. Ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Yanıma iki kişi geliyor. Beyaz kıyafetli, beyaz suretli, nur içinde iki kişi… Melek galiba bunlar. Ne işleri varsa benle! Selam veriyorlar, selamlarını alıyorum. Bana ne olduğunu ve onların benimle ne işi olduğunu soruyorum. Söylüyorlar… Ölmüşüm.

21 Şubat 2018

Annem mezarımın başında. Suskun, ağlamaya bile mecali kalmamış. Babam hâlâ öfkeli, bana dert yanıyor. O canavar ölmemiş. Öldürmek istemiş ama polis gelmiş. İyi ki ölmemiş. Aynı toprağın altında yatacak olmanın düşüncesi bile ruhumu titretiyor.

14 Ocak 2019

Bugün babam geldi. Bir kardeşim olmuş. Sevine sevine anlattı onu, bir fotoğrafını bıraktı toprağıma. Sonra telefonu çaldı. Açtı. Konuşmadan ağlamaya başladı hüngür hüngür. Kızım dedi, bu böyle olmaz. Ne böyle olmazdı? Kardeşim olmuştu, her şey olması gerektiği gibiydi. Ne olması lazımdı ki?

18 Şubat 2019

Annem ağlıyor. Kardeşimin ağlayışıyla karışıp ağaçları söküyor yerinden. İmkanım olsa çıkıp sileceğim gözyaşlarını. Babam… Hapse girmiş. Kanım yerde kalmamış. Huzur içinde uyuyabilirmişim. Mahkeme tutuksuz yargılama kararı vermiş bana bunu yapana. Babam da çareyi kendinde bulmuş.