Yazılar

Bundan seneler önce Şükrü Erbaş’ın “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?” şiiri yayımlandığı vakit toplumda büyük ses getirmişti. Şaire dava açanlar, imzasız tehdit mektubu yollayanlar, ölüm tehditleri peşini bırakmamıştı. Öyle ki Süleyman Demirel bile bir eleştiri yazmıştı bu şiir hakkında. Oysa hedef köylülerden ziyade zihniyetti. Şair de Süleyman Demirel’in eleştirisinden sonra şu cevabı vermişti:

Bu şiir, başımın belası bir şiir. Tarihsel ya da sosyolojik açıdan dünya kadar söz söylenebilir. Şiirde söylediklerimin dışında -şiirin açıklaması olarak değil elbette- çok kısa şunları söyleyebilirim: Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen; dinini mülke, mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke, tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar, bu düzeysizliğin egemenlik alanı hâline geldi. Gerisinde bu bakışın yattığı bir tepki şiirdir “Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?”. Kendim için, onlar için, insan onuruna yakışır bir yaşama biçimini tersinden söyleyen bir dili, kurgusu vardır. Sevmediğimiz değil, sevdiğimiz insanlar bize dert olur değil mi? Yargılanan aslında feodalizm, gelenekler.

Bizler de şimdi üzerine bir şiiri henüz yazmasak da başlığı atıyoruz: Devleti niçin öldürmeliyiz?

Devleti öldürmeliyiz çünkü yaşanan her felaketten aklanarak çıkmayı başaran ve vatandaşlarını suçlu çıkarabilen ilk yapı kendisi. Beraberinde ise birçok insanın ölümünde parmağı olan para babalarını yanında taşımayı ihmal etmeyen bir yapı.

Birkaç gün önce İzmir depremi ile beraber sarsıldık hepimiz. Sadece binalar değildi sallanan, beklenen İstanbul depremini hatırlattığı için geleceğimiz de sallandı. Yıkılan sadece 17 bina değildi, devlete olan inancımız, devletle vatandaşın karşılıklı imzalamış olduğu bağlılık sözleşmesi de yıkıldı. Hepimiz sorguluyoruz artık. Bizler enkazdan kurtarılan her can için sevinirken bu insanlar neden bu enkaz altında bu dehşeti yaşadılar; neden evlerinden, hayatlarından bağları koparıldı, diyoruz. Yaşamalarına seviniyoruz elbette ama ya ölenler? Yarım kalan hayatlar? Darma duman olmuş aileler? Bunların eksiklikleri nasıl giderilecek? Bu ülkenin bakanları bölgeye “cumhurbaşkanının talimatıyla” gidip dakikalarla yarışılırken görevlinin elinden telefonu alıp kameralar önünde bizleri şoka sokarken devletin yıkılmadığını kim söyleyebilir?

Yetkililer yıllardır gerek ekranlarda gerek konferanslarda deprem gerçekliğini gündeme taşımaya çalışırken, siyasiler meydanlarda keyif çayı fırlatırken vatandaşa kim bu devletin AKP devleti değil de Türkiye Cumhuriyeti Devleti olduğunu söyleyebilir? Gündemimiz afet kriz yönetimi olmalıyken, gazetecilerimiz müteahhitleri ve şirket sahiplerini soruları ile köşeye sıkıştırmaları gerekirken kalemi güçlüden yana olanlar çıkıp “Emine Erdoğan’ın çantaları imitasyon” diye haber yaparken kim bu devletin vatandaşın sahibi değil de güvencesi olduğunu söyleyebilir?

İzmir depreminin arama kurtarma çalışmaları henüz tamamlanmamışken, hayatlar kurtarılmaya çalışılırken bir ilin belediye başkanı çıkıp utanmadan yüzsüzce “Her şeyi devletten beklemeyin. Biraz para verin sıfır ev alın.” diye açıklama yaparken ve bu olağanmış gibi davranırken kim siyasetin ve devletin bir ahlakı olduğundan söz edebilir?

Bizleri temsil etsinler diye oy verdiğimiz vekiller depremden kurtulan canlar üzerinden edebiyat yapıp Allah’ın mucizesi demekten öteye geçemeyip mafyalaşmış müteahhitlere, denetim yapmayan devlet kurumlarına hesap sormazken kim bu devletin devlet olduğunu söyleyebilir?

Başımızda bir “devlet” olduğu tartışmalı iken sosyal devlet olduğumuzu söylemeye cüret edecek olanları şimdiden kenara not edelim. Zira sosyal devlet olma yolunda atılan adımlar sosyal devlet olma sorumluluklarının yanına henüz yaklaşamıyor. Vatandaşlar, deprem vergisi nerede, dediği vakit sanki hainmişiz gibi cevap verenler demokratik lider gibi davranmaktan ziyade tiranlıkları sorgulandığı için adeta öfkeden deliye dönüyor.

Devleti öldürmeliyiz.

Şehit düşmüş silah arkadaşının cenazesinde fotoğrafını taşıyan erin fotoğrafı, şehit olduğunda taşındığı vakit devleti öldürmeliydik.

Devleti öldürmeliyiz.

Her şeyden habersiz evine giderken bir psikopat tarafından öldürülen Ceren’in ardından ‘Şiddete dur de!’ diyen Pınar, birkaç ay sonra bir cinayete kurban gittiği vakit devleti öldürmeliydik.

Devleti öldürmeliyiz.

Yurdundan uzakta hayalleri için bu topraklara gelen Nadira bir milletvekilinin evinde ölü bulunduğunda deliller karartılıp vekil aklanmaya çalışıldığı vakit devleti öldürmeliydik.

Devleti öldürmeliyiz.

Katili belli bir cinayete kurban giden Rabia Naz’ın babası bu cinayetin peşini bıraksın diye üzerine gidilip deli raporu alması için zorlandığı vakit devleti öldürmeliydik.

Devleti öldürmeliyiz.

Elazığ depreminin ardından sosyal medyada ‘Deprem vergisi nerede?’ diye soran Ali Kaygusuz’un cansız bedeni İzmir depreminde enkaz altından çıkartıldığı vakit devleti öldürmeliydik.

Bu ülkenin insanları bunları hak etmiyor. Bunca adaletsizliği, bunca yolsuzluğu, böylesine pişkince değersizleştirilmeyi hak etmiyor. Bizler kendi ülkemizde insanca yaşamak, hak ettiğimiz refah hayatı sürebilmek, geçim kaygısı gütmeden yaşamımızı devam ettirmek istiyoruz. Bizler seçim için sandık başına gittiğimiz vakit kötünün iyisini seçmek istemiyoruz artık. Bizler fakirliğe zorlanıp bunun Allah’ın bir imtihanı olduğu yalanına inandırılmak istemiyoruz. Zira Allah’ın iktidardakilere ve yandaşlarına ayrıcalık tanıyan bir “AKP”li olduğunu düşünmüyoruz. Doğduğumuz topraklardan gitme hayali kurmak değil burada bize ait olan bu ülkede ideallerimizi, hayallerimizi gerçekleştirebilecek imkânlara araya birilerini sokmadan hak ettiğimiz şekilde ulaşmak istiyoruz sadece.

Her gün yaşanan adaletsizlikler sonrası umudumuz tükenmesin, hayallerimiz daha fazla yıkılmasın diye devleti öldürmeliyiz. Bu ölüm ki bir umuda, yeni bir başlangıca gebe olabilir ancak.

Esenlikler.

Sinem Saka

Editör: Elif Berra Kılıç