Yazılar

Uzaklık kavramının günümüzde geçmişteki anlamından sıyrılıp yepyeni bir anlam kazandığı açıktır. İnsanoğlu, kurduğu medeniyetin sürekliliğini sağlamak amacıyla var oluşunun en başından beri uzakları yakın etmeye çalıştı. Sümerlerin tekeri icadıyla bambaşka bir boyuta bürünen bu durum günümüzde de şaşırtıcı yeniliklerle serüvenine devam etmekte. En başından beri gösterilen bu çaba, ortaya devamlı gelişen bir teknoloji kavramını çıkardı. Tekerlek denen basit bir nesne günümüzde halen hayatı kolaylaştıran eşsiz bir parça olmakla beraber, büyük katkıda bulunduğu teknoloji gelişimi sayesinde ulaşım kolaylaşmış, geçmişe kıyasla hayal edilemeyecek bir seviyeye ulaşılmıştır. Dünya küçülmüş, insan ufku genişlemiştir. “Kişinin sürekli olarak yaşadığı yer dışında ziyaret ettiği yer” olarak tanımlanabilecek bir turizm kavramı olan “destinasyon”un özelliklerinden biri olan “erişilebilirlik” yani; uygun ulaşım imkanlarının varlığı günümüzde, gelişen ulaşım teknolojileriyle daha kolay elde edilebilir bir özellik haline gelmiştir.

Geçmişte ulaşılması, hatta varlığından dahi bihaber olunan yerler artık bir uçak ile gün içinde ulaşılabilir hâle gelmiştir. Bu sebepten dolayı dünyanın birbirine karışması kolaylaşmış ve herhangi bir yerde oraya ait olmayan bir şeyi görmek şaşırtıcı bir durum olmaktan çıkmıştır. Örneğin; Wyoming’in Riverton şehrindeki herhangi bir evde, bir Türk halısı görmek yahut Melbourne’de Maraş dondurması yiyebilmek artık olağan bir durumdur. Fakat özellikle uçağın ve motorlu araçların icadından önce uzakları yakın edebilecek tek yolun, o dönemde pek de erişilebilir olmayan deniz yolu olması işleri zorlaştırıyordu. Günümüzde Çin’den Avrupa’ya ulaşmak sadece bir uçağın saatler içerisinde halledebileceği bir işken geçmişte İpek Yolu aracılığıyla Avrupa’ya ulaşmış olmak bile şaşırtıcı derecede güç bir işti.

Türkler tarih boyunca göçebe bir kavim olmanın da etkisiyle farklı coğrafyalara yayılmıştır. Uzak Asya’dan Avrupa’ya ve hatta Afrika’ya kadar bu geniş coğrafyanın çeşitli yerlerinde eski veya hâlâ yaşayan bir Türk yurduna rastlamak mümkündür. Hatta bazen hiç beklemediğiniz yerlerde bile atalarımızın izlerine rastlayabiliyoruz.

Ömer Seyfettin şöyle der: “Benim vatanımın sınırları Edirne’den başlayıp Hakkari’de bitmez, benim vatanımın sınırları Türkçe konuşulan yerde başlar, Türkçe konuşulan yerde biter.”

Ben de bu sözden esinlenerek yazımın başlığında ana yurdundan çok uzaklara, Baltıklar’a uzanmış Karay Türklerinin “vatan” dedikleri Trakai şehrinden bir Türk yurdu olarak bahsettim.

“Trakai Kalesi”

Trakai; Litvanya’nın başkenti Vilnius’tan 30 kilometre uzaklıkta, özgün kültürel yapısını koruyan küçük bir şehir. 5000’den az nüfusu olan bu turistik şehir, belirli bir bölgede korunan mimarisi ve hazine niteliğindeki kültürünü sergileyen müzeleriyle ilgi çekiyor. Şehirde coğrafyanın da etkisiyle Litvanyalıların yanı sıra Ruslar, Yahudiler ve Lehler yaşamış. Fakat bunlardan farklı olarak, özellikle ilgimi çeken şey burada Tatarların ve Karay Türklerinin yaşamış olması. Akrabalarımızın buraya geliş tarihlerine baktığımızda o zamanların teknolojisinde gerçekten ulaşması güç denebilecek bir yer olması ve göçmek için görünürde pek bir sebebin olmaması buraya olan merakımı artırdı.

Vilnius’tan sabah erken saatlerde trenle vardığımız Trakai, başta doğal dokusuyla dikkat çekiyor. Sulak bir alanda kurulu olan şehir, çok sayıda irili ufaklı göl ve yeşil alana ev sahipliği yapıyor. Tren garından küçük şehir merkezine yürümek fazla zamanımızı almıyor. Genel olarak nüfusu az bir yer olduğu için caddelerde insana rastlamak pek mümkün değil. Şehrin müzelerinin ve kalesinin olduğu kısma ilerlerken oldukça huzur verici yollardan geçiyorsunuz. Bazı sokak tabelalarının çift dilli olması dikkat çekiyor. Yol üzerinde çoğunun Karay Türkleri’ne ait olduğunu öğrendiğimiz ahşap kaplamalı renkli evler görülmeye değer.

Sonunda Trakai Kalesine varıyoruz. Muhteşem bir adaya inşa edilmiş bu kırmızı tuğladan kale, içerisine girildiği andan itibaren ait olduğu Orta Çağ hissini kişiye olduğu gibi yansıtıyor. Bu çok sayıda bölümü olan kale müzecilik anlamında gördüğüm en iyi yerlerden biriydi. Her alan özenle düzenlenmiş ve hepsinin başına bir görevli konmuş. Kalenin orta kısmına geçtiğimizde o dönemde kullanılan bir çok nesnenin güzel bir şekilde sergilendiğini görüyoruz. İlerlediğimiz zaman asıl dikkatimizi çeken kısma yani orada yaşamış olan Müslüman Tatarların ve Musevi Karayların kültürünün sergilendiği kısma geçiyoruz. Ülkemizden bu kadar uzakta bize hiç de yabancı olmayan bir kültürün, yaşamın izlerini burada görmek sanıyorum kültürüne yabancılaşmamış herkesi duygulandıracaktır.

Hazar boyundan geldikleri düşünülen Karayların bu coğrafyaya gelişleri 14. yüzyılın sonlarına dayanmakta. 1397 ile 1398 yıllarında Karadeniz kıyılarına giden Litvanya dükü Vytautas, buradan ülkesine Müslüman ve Musevi Kırım Tatarı göçmenlerle döndü. Çoğunluğu Müslüman olan bu göçmenlerin arasında bulunan 300 Musevi Karay Vytautas’in, Trakai’daki sarayına yerleştirildi. Bu Karaylar günümüzde hala varlıklarını sürdürerek Trakai şehrinin yerli halkı haline gelmişlerdir.

“Karaylarla beraber Trakai’a göçmüş fakat şu an orada olmayan Tatarlara ait müze bölümü”

Yapılan bir araştırmada Karayların Litvanya’ya gelişlerini anadilleriyle şu şekilde ifade ettikleri görülüyor:

Vatat Biy sofunda ondórtúnčú yúzyïlnïn da bašlaýïnda onbešinči yúzyïlnïn tirildi, yomaxlarïna kórà bar dunyanïn ol keltirdi karaylarnï Krïmnïn yanïndan, Kara Tengiznin yanïndan, da olturyuzdu karaylarnï bunda Troxta. Berdi karaylarya kóp yer ki bolyey nesindàn tirilmà karaylarya.

Kale ziyaretimiz sona erdikten sonra dönüş yoluna bıraktığımız diğer yerleri görmek üzere yola çıkıyoruz. Yol üzerinde, daha önce burada yaşayan Karayların milli yemeği olan “kıbın” yemek için “kybynlar” adlı yemekhaneye giriyoruz. Burası hala Trakai’da yaşayan 300 civarı Karay’dan birinin işlettiği bir yer. İçeri girdiğimizde yemekhanenin Türk kültüründen esinlenerek düzenlendiğini görüyoruz. Verilen seçkede de yemeklerin (biber dolması, sarma vs.) bize tanıdık geldiğini görmek bizi daha da şaşırtıyor. Sipariş ettiğimiz kıbınları yedikten çıkıyoruz. Çıkarken dükkan sahibi elimize Türkçe yazılmış birer broşür de veriyor. Burası artık Türk tur şirketlerinin de güzergaha eklediği bir yer haline geldiği için artık bize aşina olduklarını görebiliyoruz.

Yol üzerinde, Karayların ibadet yeri olan Knessa’yı görüyoruz. Kendi dinlerini Museviliğin bir kolu fakat tam olarak Musevilik olarak görmeyen ve anadillerinde ibadet eden Karaylar kendilerine özgü ibadethaneye sahipler.

“Knessa”

Seraya Şapşal, Firkoviç, Gabay gibi ünlü Türkologlar yetiştirmiş, Anadolu Türkçesi’ne en yakın dili konuşan Musevi Türkler olan Karaylar kültürlerine sıkı sıkıya bağlı ve onları yaşatmak için çeşitli dernekler kurarak çalışmalar yapmakta. Yine dönüş yolumuzun üzerinde Türkolog Seraya Şapşal müzesini ziyaret ediyor ve burada gördüklerimizden yola çıkarak Karayların o dönem Osmanlı Devleti ile iletişim halinde olduklarını görüyoruz. Bu, sergilenen mektuplardan ve nesnelerden anlaşılabiliyor.

Şehirde son olarak bir Orta Çağ müzesini ziyaret ediyoruz. Özellikle bu döneme ilgi duyanların ziyaret etmesini tavsiye edeceğim bu müze fazla ziyaretçi almamasına rağmen şaşırtıcı derecede görülmeye değer. Orta Çağa ait yapılar özellikle Baltıklar’da sık karşılaşabileceğiniz şeyler. Nüfusun az olması ve kırsalda nispeten izole bir yaşam sürmeleri kültürlerini çok iyi muhafaza etmelerini sağlamış. Ayrıca günümüzde bu bölgenin daha ekonomik olması meraklılarına gezi yapmak için önemli bir avantaj sağlıyor.

Yazımın başında bahsettiğim duruma dönecek olursak; Türkler öylesine engin tarihe ve kültüre sahip ki, dünyanın büyük bölümünde bir Türk izi bulmak oldukça mümkün. Bizlerse günümüz Türk nesli olarak bu engin Türk deryasını keşfetmek ve korumakla yükümlüyüz.

“Sağ taraf Tatar, sol taraf Karay Türkleri’ne ait

Çok gezen mi bilir, yoksa çok okuyan mı bilemem; ama şundan eminim ki çok gezen mutlaka öğrenir. Burayı hiç ziyaret etmeseydim burayla ilgili muhtemelen hiçbir fikrim olmayacaktı. Fakat gezip görmek bir merak doğurdu ve şu an, bizden çok uzaklarda, soğuk bir iklimin ücrâ bir yerinde “bize” dair bir şeyler olduğunu gördüm. Eğer ben de, sizde buraya dair merak uyandırabildiysem daha detaylı bilgiler için zaman yolcusu Ahmet Yeşiltepe’nin “Türklerin İzinde/Musevi Türkler; Karaimler” adlı belgesel bölümünü izlemenizi, Prof. Dr. Timur Kocaoğlu’nun Karay dili üzerine yazdığı “The Trakai Dialect” adlı eserini ve Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın seyahatnamesinde Trakai’dan bahsettiği Litvanya bölümünü okumanızı tavsiye ederim.