Yazılar

“Anne! Burnumu nereye koydun?”

          “Hangi burnunu?”

          “Kırmızı olanı.”

           Annem, bu soruyu her sorduğumda aynı şaşkınlıkla cevap verir. Mutfaktan çıkıp, köpüklü ellerini kazağına silerek yanıma geldi. Elbise dolabımdaki en üst rafın arka taraflarından küçük kırmızı süngeri bulup masamın üstüne koydu. Mutfağa gitmek üzere arkasını dönüp yürümeye hazırlanırken birden durup yüzüme baktı.

        “Makyajını  yapmadın mı sen?”

        “Gittiğimde yapacağım. Baksana dışarıda yağmur yağıyor.” diyerek işaret parmağımla  pencereye vuran yağmuru gösterdim. Annem pencereye yaklaşıp tamamen kapalı olduğuna emin olduktan sonra, alçak bir sesle “Yine de babana gözükme sen.” deyip mutfağa döndü.

      Eşofmanımı çıkarıp kostümün sarı renkli altını bacaklarıma geçirdim. Hava soğuk olduğu için yün içliğimi içimden çıkarmadım. Kostümün üst kısmını giydikten sonra aynanın karşına geçip küçük kırmızı süngeri burnuma yerleştirdim. Uzun zamandır kullandığım için biraz gevşemişti ama yine de burnumdan düşmüyordu. Saçlarımı tepemde sıkı bir topuz yapıp bağladım. Elimle yüzümü yokladıktan sonra tıraş olmaya lüzum görmedim. Sakallarım makyajımı engelleyecek kadar uzamamıştı henüz. Birkaç farklı kostümüm olsa da genellikle hep aynı kostümü giyerim. Yakamdan göğsüme kadar kocaman, mor bir fırfır kıvrılıyor. Turkuaz rengindeki kolları büklüm büklüm inerek avuçlarımın ortasına kadar uzanıyor. Süs olsun diye turuncu renk üst kısmın üzerine iki tane beyaz düğme dikilmiş. Kırmızı süngeri burnumdan alıp cebime koydum. İçinde pompanın, balonların, iplerin, sünger ayakkabıların, peruğun, tel tokaların ve boya kalemlerinin olduğu ufak çantayı alıp ayakkabılarımı giymek üzere kapıya doğru yürümeye başladım. Yürürken olabildiğince ses çıkarmamaya çalışıyordum. Annemin dediği gibi salonda televizyon izleyen babama hiç görünmedim. Ayakkabılarımı giyerken televizyondaki üç kişinin tartışma sesleri geliyordu. Moderatöre ait olduğunu tahmin ettiğim bir ses, araya girip onları sakinleştirmeye çalışsa da pek başarılı olamıyordu. Kapıyı çekip dışarı çıktım.

       Gideceğim yer çok uzakta olmadığı için yürümek istedim. Otobüsteki garip bakışlardan kurtulabilirim böylece. Sokakta yürürken de benzer bakışları hissediyorum, ama insanlar aceleyle koşuşturdukları için bana pek de dikkat etmiyorlar çoğu zaman. Patron; kostümü giyinip gitmemi, müşterinin öyle istediğini söylemişti. Müşterinin makyaj yapmadığım için sorun çıkarmamasını umarak yürümeye devam ettim.

       Biraz yürüdükten sonra önündeki demir raflarda edebiyat dergilerinin ve günlük gazetelerin satıldığı büfenin önünde durdum. Büfeden sokağa doğru bir tente uzandığı için dergiler ve gazeteler ıslanmıyordu. Bazı dergileri jelatinle kaplamışlar. Rastgele, jelatin kaplanmamış olanlardan birini elime alıp sayfalarını karıştırmaya başladım. Sayfanın sol üst köşesindeki resminden henüz epey genç olduğu belli olan bir yazarın yazdığı hikayede karar kılıp okumaya başladım. Büfecinin ters ters bakmasına aldırmadan hikâyeyi bitirip dergiyi yerine geri koydum. Saatime baktığımda eğer koşarak gitmezsem geç kalacağımı fark ettim. Büfeden ayrılıp koşmaya hazırlanırken gözüm günlük gazetelerden birine takıldı. İlk sayfasında iki ülke lideri, iki uzak köşeden birbirine bakıyordu. Tankların ve tüfekle nişan alan askerlerin önündeki manşette, sayfanın yarısını kaplayan harflerle, “ SAVAŞ BAŞLADI!” yazıyordu. Diğer gazetelere baktığımda da buna benzer manşetler gördüm. Liderlerin suratlarında gururlu bir gülümseme vardı. Hayatımın şimdiye kadar yaşadığım kısmında ölümlerde ve cenazelerde ağlandığını görmüştüm hep. Karşımda duran iki kişi gördüklerimle  büyük bir tezat oluşturuyordu. Savaşta kaybedilecek onlarca canı düşündükçe yüzlerindeki ifade gittikçe çirkinleşti, kapkara bir hâl aldı gazetenin üstünde.

        Kapı daha  açılmadan yukarıdan çocukların seslerini duyabiliyordum. Kolundaki altın bilezikleri şıngırdatarak kapıyı açan kırmızı saçlı kadın, beni görünce kafasını yukarı kata çevirerek “Çocuklar! Palyaço geldi!” diye bağırdı. Çocuklar yukarıdan çığlık çığlığa inip meraklı gözlerle beni incelemeye başladı. İçlerinden biri “Senin yüzün niye boyalı değil?” deyince kırmızı saçlı kadın da aynı soruyu sorar gibi suratıma baktı. Lavabonun yerini sordum hemen. Makyajımı yapmak için lavaboya giderken sesimi inceltip, biraz da peltekleştirerek çocuklara beni yukarıda beklemelerini söyledim. Çantamdan birkaç tane yüz boyasını alıp makyajımı yapmaya başladım. Önce beyaz boyayla yüzümü bir çemberle çevirdim, içini yine beyaz renkle doldurdum. Kırmızı kalemle dudaklarımdan çeneme kadar yarım bir daire çizdim. Böylelikle yüzüme kaybolmaz bir gülüş kondurmuş oldum. Gözlerimden birinin etrafını mavi, diğerini turuncu renkle göz kapaklarıma kadar boyadım. Tel tokalarla peruğumu tepede topuz yaptığım saçıma tutturup cebimdeki kırmızı süngeri burnuma yerleştirdim. Gökkuşağının bütün renklerine sahip peruğum, kıvırcık bukleleriyle beni oldukça gülünç gösteriyordu. Kırmızı beyaz damalı sünger ayakkabıları da ayağıma geçirip yukarı kata çıktım.

         Körebe, saklambaç, birdirbir, Ali Baba’nın çiftliği gibi birçok oyun oynadık. Çocuklar; Ali Baba’nın çiftliğini oynadığımız sırada miyavlarken kırmızı saçlı kadın elinde doğum günü pastasıyla içeri girdi. Yanında diğer çocukların anne ve babaları da vardı. Hepsi “İyi ki doğdun Emre!” diyerek neşeyle haykırıyor bir yandan da alkış tutuyorlardı. Onların bu coşkusuna çocuklar da katıldı bir süre sonra. Hediyeler Emre’ye verilirken çokça fotoğraf çekinildi. Birkaç fotoğrafta Emre’nin yanında beni de göstermek istediler, ellerimi açarak poz verdim. Canım çektiği hâlde pastadan yiyemedim. Yüzüme sürdüğüm boyaların berbat tadını ilk işimde yemek yerken tecrübe etmiştim. O günden sonra dudaklarımda boya varken ağzıma bir şey almadım. Anne ve babalar içeri geri gittiklerinde boya kalemlerimi kucağıma serip çocukların yüzlerini boyamaya başladım. Kiminin yüzüne uğur böceğinin kırmızı beyaz renklerini sürdüm, kimine de kedi bıyıkları çizdim. Birkaçını süper kahramanlara dönüştürdüm. Uğur böcekleri odanın dört bir tarafına uçuştu. Kedi bıyıklarına sahip olanlar dört ayakları üzerinde miyavlayarak dolaşıyordu. Süper kahramanlar kendi aralarında kimin daha güçlü olduğunun kavgasına çoktan tutuşmuştu bile.

        Boya kalemlerini çantama kaldırıp balonları ve küçük hava pompasını çıkardım. Önümde sıraya geçen çocuklara vermek için balonları kıvırmaya başladım. Köpekler, kılıçlar, kelebek kanatları, kurbağalar, kuğular, şapkalar… Balonunu alan çocuk hemen başka bir çocuğun yanına balonunu göstermeye gidiyordu. Mavi bir balonu kılıç şekline getirmeye çalışırken büfedeki gazete geldi aklıma: Ellerinde tüfekle nişan alan askerler. Kılıcı bitirdikten sonra elimde tutarken kendimi onlardan biri gibi hissettim. Ha tüfek ha kılıç ne fark eder? İkisi de öldürmüyor mu? İkisi de silah değil mi?  Sonra karşımdaki çocuklara baktım, en büyüğü on yaşında. Biz büyükler, ufacık çocukların ellerine silahların oyuncaklarını vererek ne yapıyorduk ? Büyüdükleri zaman da ellerine gerçeklerini verip öldürmelerini, gerekirse ölmelerini istiyorduk onlardan. Çocuklara fark ettirmeden sağ işaret parmağımın tırnağıyla kılıcı patlatıp yok ettim.

        Önümde yedi sekiz yaşlarında, haki yeşili kıyafetler giydirilmiş, sarışın bir çocuk vardı. Kılıcı yok ettikten sonra poşetten başka bir balon alıp şişirmeye başladım. O sırada sesimi yine peltekleştirip “şirince” konuşmaya dikkat ederek sordum.

       “Senin ismin ne bakalım?””

       “Yavuz.”

        Şişirmem bittiğinde upuzun olan balonu elimde dolaştırırken gülümseyerek “ Sana kelebek kanadı yapmamı ister misin?” dedim. Yavuz çevresine baktı, “Bana kılıç yapar mısın? Kelebek kanatlarını kızlar takıyor hep.” dedi. Gözlerimi odanın geri kalanına çevirdiğimde ellerinde kılıçları olan erkekler, sırtlarına kelebek kanatları taktığım kızları kovalıyordu. Biraz düşündükten sonra “Kelebekler istediği her yere uçabilir. Sen uçmak istemez misin?” dedim tekrar gülümseyerek. Söylediklerim Yavuz’un hoşuna gitmiş olsa gerek hemen sırtını dönüp kanatlarını takmamı bekledi. İkinci bir balonu şişirip ufak bir iple kanatları sırtına bağladım. Yavuz oradan oraya zıplayıp bir koltuğun üzerine bir sandalyenin üzerine kondu. Biraz sonra kanatlarını annesiyle babasına göstermek için aşağı kata, daha uzaklara uçtu. Yüksek bir dağı aşıp zirveye ulaşmış gibi içim rahat bir şekilde gülümsedim kendi kendime. Balondan yapılmış bir kılıcı yok ederek dünya barışını sağlamaya ufak da olsa hizmet ettiğimi düşünmekti beni gülümseten.

        Yavuz, gözyaşlarını silerek babasıyla içeriye girdiğinde pembe tütülü sarışın bir kızın patlayan köpeğinin yenisini yapıyordum.Yavuz’un sırtında kanatları yoktu. Babasının hemen arkasındaydı. Uzun boylu gür kaşlı adam yanıma geldi, parmağıyla Yavuz’u göstererek konuşmaya başladı.

      “Palyaço abisi Yavuz’a kılıç yapar mısın?”

      “Kanatları beğenmedi mi?”

      “Beğenmedi, sen ona kılıç yapıver.”

        Yavuz, babasının arkasından çıkıp “Ben beğendim palyaço abi. Babam beğenmedi, patlattı kanatlarımı.” dedi. Adam gözlerini yuvalarından çıkarcasına büyüterek öfkeyle Yavuz’a bakmaya başladı. Canım sıkılmasına rağmen gülümseyerek “Gel o zaman yeni kanatlar yapalım sana. Hem öncekinden daha büyük kanatların olur.” dedim. Uzun boylu adam parmağını yüzüme doğru sallayarak bağırdı.

      “Erkek çocuğu kanat mı takar? Kılıç yapacaksan yap, başka bir şey istemiyorum.”

      “Yapmıyorum kılıç falan, çocuk kanat istiyor.”

        Sesimde ne incelik vardı ne de pelteklik. Çocukların sesi bir anda kesildi ve korkuyla bana baktılar. Onlara tekrar gülümsemeye çalışırken çenemin sağ tarafında bir şeylerin kırıldığını hissettim. Ayaklarımın yerden kesildiğini, havalandığımı hatırlıyorum… Yavuz’un babası ben yerdeyken hâlâ bağırıyordu.

     “Sen kimsin de bana bağırıyorsun ucube!”

      Ayağa kalktım. Ağzımı açınca azı dişim elime geldi. Anneler ve babalar, çocukların çığlıklarını duyup üst kata, yanımıza koştular. Yavuz’un babası bağırıp tehditler savururken eşyalarımı toplayıp lavaboya elimi yüzümü yıkamaya indim. Dudağımdan akan kan yüzümdeki boyayla birleşmişti. Palyaçoların komik gözükmesi beklenir fakat aynadaki görüntüm gerçekten korkutucuydu. Yüzümü yıkadıktan sonra havluyla kurularken Yavuz, ufak çekingen adımlarıyla yanıma geldi.

    “Palyaço abi özür dilerim.”

    “Sen bir şey yapmadın ki, sıkma canını Yavuz.”

    “Babam benim yüzümden dövdü seni, kanatlarımı da patlattı.”

     Kırılan dişim ağrımasına rağmen gülümsemeye çalışarak Yavuz’un önünde dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerimle sırtına lastik balonları bağlıyormuş gibi hareketler yaptım. Yavuz ne yaptığımı anlamaya çalışırken “Artık görünmez kanatların var Yavuz. Baban göremez, o yüzden patlatamaz. İstediğin gibi uçabilirsin, özgürsün!” diyerek ellerimle kanat şekli yapıp havada birkaç kez kanat çırptım. Yavuz, sırtındaki kanatlarına dokunup yokladıktan sonra üstüme uçtu, sarıldı.

     Evden çıkarken yağmur daha da şiddetlenmişti. Yavuz’a taktığım görünmez kanatlardan bir çift de bende olsaydı keşke diye geçirdim içimden. Sonra gülümseyip “En azından elimde kılıç yok.”  diyerek evime giden yolu takip ettim.

Mustafa Çetin