Ankebut

Daha önce yayımlanan ilk parçaya erişmek için: Ankebut – I

İkinci Parça

Bölüm VII

Hiçbir emel gönülde karar etmiyor bugün
Ermektedir şitaya hazin sonbaharımız

Çarmıha gerilen bedeninden ruhu ayrılan İsa Peygamber göğe yükselirken dönüp baktığında annesini ve Yuhanna’yı görmüş. Bizzat kendisinden dinlediğim kadarıyla oldukça üzgün olan halk arasında o ikisinin yüzünde bir ferahlık varmış. “Sanki canımın yanmadığını biliyor gibilerdi” diyor İsa Peygamber. Ne kadar dramatik bir hikâyesi olduğunu zaten tüm dünya duyduğu için bir de kendisinden dinlemek beni yorar diye müsaade isteyip Yunus Emre ile Nesimi’nin tavla müsabakasına bakmaya gitmek için yanından ayrıldım. Uzun krem rengi elbisemin eteklerini savurarak yürürken yan taraftaki banklarda oturan küçük bir kız çocuğuna gözüm takıldı, yeni gelmişti herhalde buraya. Yanına gidip, banka oturdum. Çocukları oldum olası severdim, sevmediğimi söylerdim ama çok severdim. İnsanlara çocuk sevdiğinizi söylediğinizde bir kabile gibi çoğalmanızı beklerler ve çocuklarını size rahatlıkla bırakabilirler. Biraz tedbirli olun yaşayan dostlar. Küçük kızla aramızda sessiz bir anlaşma var gibiydi, bir süre öyle oturduk. Gözlerini bana çevirdi. Bakıştık, “yeter artık, sıkıldım” dedi ve elime oyuncak bir örümcek bıraktı.

Bunları yaşadıktan sonra ırmağa gitmiş, kendi ölümümü öğrenmiş ve hatıralarım aklıma üşüşmeye başlamıştı. Oyuncak örümcek hala cebimdeydi, istemsizce elim ona gitti. Eğer arafta ölü olan bir ruh varsa ve o bu kızsa şu an annesinin arkasına saklanan kimdi? Eğer o başka bir ruhsa bu kız kim? Başımdan cidden ateş çıkacaktı birazdan. Erkin’ler mezarlığa giderken ben İlay’ın evinde kaldım. Ortamı biraz izlemeye başladım, anne yemek yapıyor, İlay da televizyonda çizgi film izliyordu. Biraz onunla televizyona baktım, rutin hayat dışında bir şey göremedim. Akşam baba eve geldiğinde İlay’ı kucağına aldı, yemek sofrasına oturdular. Babası sordu “Neler yaptı melek kızım bugün” Öyle güzeldi ki gözlerim dolmuştu. Bir insana koşulsuz anne baba sevgisi hissettirmenin önemi çok büyüktü, birçok travmanın önüne geçebilirdi bu, hem de çocuk özgüveni yüksek bir birey olurdu. İlay, arkadaşlarıyla yaptıklarını anlatıyor, gülüyorlar. Komşunun çalınan tavuğunu damda bulduklarını, tavuğun gelmek istemediğini söylüyor hep beraber kahkaha atıyorlardı. Ailemi özledim diye bağıra bağıra ağlamama ramak kalmıştı şimdi. En son anne Erkinlerin ziyaretinden bahsetti. Babanın suratında üzgün bir ifade belirdi, “Allah rahmet eylesin valla zor, anlıyorum o çocuğu ben” dedi. Andris ve İlona, İlay’ı evlat edinemeseler bile tüm eğitimini karşılayacaklarını söylemişler. Babanın gözlerinin dolduğunu gördüm. Akşam İlay uyuyunca karı koca bir abdest alıp ruhuma Yasin okudular. Onlarla birlikte okudum ben de. İçim ferahladı.

Araf’a geri döndüğümde küçük kızı aradım hemen köşede oturuyordu diğer çocuklarla. Barış Manço onlara bir şeyler anlatırken şen kahkahaları her yeri aydınlatıyordu. Yanına gidip ürkütmemeye çalışarak eğildim. Başımla dışarıyı işaret ettim, çok karizmatik bir şekilde Barış abiye selam verip dışarı çıktı. “Ne istiyorsun yine?” dedi bilmiş bilmiş. Tepem atmaya başlamıştı. “Kızım sen kimsin, sen sensen eğer ailenin evindeki kim ve neden seni bana benzetiyorlar üç saniyen var cevaplamak için” diye sıraladım. Oflayarak yürümeye başladı, harbiden bana benziyordu. Ben de sürekli oflar ve zıplayarak yürürdüm. Çok güzel içecekler hazırlayan bir yer vardı burada, oraya girdik birlikte. Burada çalışanlar yine inanılmaz meyvelerle hazırlanmış yeni bir tarif bulmuşlardı ve onu denememizi istiyorlardı. İçecekler gelene kadar konuşmadık, gelince de küçük kız hemen tadına baktı. “Fenaaaa” dedi. İmtihanımız ne yeryüzünde ne de Araf’ta bitmiyordu işte. Bu tam benim tepkimdi. “Öncelikle Nihal abla ben İlay’ın kendisiyim ama büyük bir problem yaşandı. Sen öldüğünde İlay doğdu, yaşamayacaktı, sen gittin onu kurtarmak için elini uzattın. E sen zaten ruhsun, onun ruhu uçtu gitti, senin ruhun girdi mi bebeğin içine. İlay’ın ruhu da geldi buraya ağlıyor annemi isterim annemi isterim, ben de üzerine afiyet yeni ölmüştüm, dedim ki gel kız sen benim bedenime gir, iyi insanlara benziyor benim ailem. İlay’ı gönderdik bizim eve. Seni yani İlay’ı, Erkin Nihal’in mezarına götürdü, mezara dokununca, yine bedeninden çıktın, buraya geldin, hiçbir şey hatırlamadığın zaman işte. Bu arada gerçek İlay benim yerime geçmişti ya yine ölmüş depremde. Kıza ömrümüzü veriyoruz, yine yaşayamıyor beceriksiz. Buradaydı aslında ama sana denk gelmedi tabii. Her neyse sen bedeninden çıkınca İlay da kendi bedenine dönmek için fırsat bulmuş oldu. Örümcek nasıl ağ örerse öyle örülmüş bu döngü anlayacağın.” Hiçbir şey anlamamıştım.

-İlay nerede şimdi?

-Evinde.

-Sen kimsin?

-İlay’la ruhunu değiştiren kişi.

-Nasıl bu kadar benziyorsunuz?

-Araftayız Nihal abla, sence birinin bedenine benzemek çok mu zor?

-Onun gibi mi olmak istiyordun?

“Hayır, sen korkmadan olanları anla istiyordum. Artık değişebilirim.” dedi ve yine çok tatlı bir kız çocuğu geldi karşıma. İlay’la alakası yoktu. Beni bu kadar önemli kılan neydi acaba? Sen korkma diye. Korksam ne olacak zaten ölmüşüm. Sinirlendim, sağa doğru çevirdim sandalyemi. Ruhum neden İlay olduğu zamanları hiç hatırlamıyordu acaba. Erkin’le geçirdikleri günleri hatırlardım belki. Demek ki Erkin, İlay’ı benim mezarıma götürmüştü, o da şüpheleniyordu tabii. Ama mistik şeylere asla inanmadığı için bu ihtimaller aklına gelmezdi. Küçük kıza döndüm “Peki senin adın ne?” dedim. Duraksadı. “Adım mı? Yok ki. Ad koyamadan ölmüştüm zaten” dedi şaşkın bir ifadeyle. Omuz silktim, “Neyse boş ver, Zerefşan olsun seninki de” dedim.

Bölüm VIII

Yine aklımda bugün sen varsın
Yine derdinle hayalim hasta
Bürüsün kalbimi derdin sarsın;
Bir ümit var bu tükenmez yasta.

Hayatına giren kadınların hiçbiriyle bir sonraki günü göremiyordu. Kapana kısılmış gibi geliyordu, her ilişki her temas üzerine bir yüktü. Nihal’i kaybettikten sonraki ilk sene ayık gezdiği gün yok gibiydi. Onu öldürenleri bulup parçalamak istiyordu ama hiçbir şekilde ulaşamıyordu. Kameralarda görünmelerine rağmen kayıtları yoktu. Ülkeye kaçak girmişlerdi. Memleketin her yerindeki arkadaşlarına, polislere tembih etmişti. Herkes arıyordu ama yoklardı, yer yarılmış içine girmişlerdi. Polislerin de elinden bir şey gelmiyordu, kendi çözümleri de işe yaramıyordu. Dipteydi. Öyle bir dip ki burası geceyle gündüzün arasında hiçbir fark yoktu. İşle ilgilenmiyordu, parası tamamen bitecekmiş, her şey daha kötü olacakmış umursamıyordu. Ailesi ve arkadaşlarının zoruyla psikoloğa gitmeye başladı. 2.seneydi bu. Mezarlıkta sabahlamıştı. Psikolog intikam hissinin yoğunluğuyla uğraşmıştı bir dönem. Sonra içindeki kinle… Üç senede bir kadınla görüşmüştü, öyle bir yerde otururken ortak arkadaşları tanıştırmıştı. Sohbet güzel ilerlemiş bir süre de görüşmüşlerdi. Neden bittiğini hatırlamıyordu ama kadının çok sinirli bir şekilde masadan kalkıp gittiğini hatırlıyordu. İşine dönmüş, tamamen odaklanmış bir an önce akşam olsa da içip sızsam diye düşünür hale gelmişti. Bazen birileriyle görüşüyor, bazen görüşmek isteyen olsa bile umursamıyordu. Nihal’in en yakın arkadaşı Efsun’un göğsünü yumruklayarak “gördün mü öldürdün onu sonunda” deyişi aklından çıkmıyordu. Onlarla hiç görüşmemişlerdi. Daha doğrusu Erkin bir kere görüşmek istemişti ama Efsun’un eşi iyi bir tepki almayacağını söylemişti. Yalnızlıkla imtihan ediyordu kendini bir bakıma. Biriyle bir gece geçirmek, cinsel ihtiyaçlarını gidermek bir şey ifade etmiyordu artık. Uzun uzadıya geçen konuşmalar, romantik bakışmalar, sarılmalar… Hepsi birer film karesi gibiydi onun için. İki yıl kadar önce iş vesilesiyle biriyle tanışmıştı. Cıvıl cıvıl bir kızdı, enerjisine herkes hayrandı. Erkin’den hoşlandığını belli ediyordu ama Erkin’in birinin ışığını daha söndürmeye niyeti yoktu. Bir şekilde yan yana geldiler, nasıl oldu anlamadan ilişkiye başladılar. İlk başlarda sorun yoktu ama sonra yatak odasında Nihal’in fotoğrafının kalktığını fark etti. Ve tüm evdekiler yavaş yavaş çekmecelere konuyordu. Psikolog fotoğrafların onu hapsedebileceğini söylemişti gerçi ama bu sorulmadan yapılacak bir şey de değildi. Nihal’in başına gelenleri herkes gibi o da biliyordu. Gittikçe Erkin’in mutsuzluğu, baskın olmaya başladı. Kızın her hareketinde bir şey arıyordu sanki eskiye dair, ilk başta neşesi ona çekici gelmişti çünkü Nihal de böyleydi. Bunu da zamanla anladı, Nihal’e bu kadar benzediği için gidiyordu bir şeyler. O da yapıcı davranıyor, tartışmalarda şirinlik yapıyordu ama bir fark vardı hayatına Erkin’i dâhil etmiyordu. Etrafındaki hemen hemen hiç kimse onun Erkin’le birlikte olduğunu bilmiyordu, karşılaştıklarında da sevgilim diye tanıştırmıyordu. Kırkına merdiven dayamış iki insan için belki de gençlerin kafaya takacağı bir şeydi bu ama Erkin’in kafasını kurcalamaya başlamıştı. Mesela Nihal, tartıştıkları gün, günü geçiremez onu sonuca bağlamak isterdi. Hep derdi ki “ayrılıyorsak bile o an bilmem lazım” yoksa öylece oturur hiçbir iş yapamazdı. Belirsizlikten nefret ederdi. Bir şey ikilemde kaldı mı o gece uyku tutmazdı. Bu kız ise, umursamıyordu, yüz yüze tartışırken şirinlik yapıyordu ama telefonda tartıştılarsa günlerce aramaz, sormazdı. Umursamıyordu. Konu açıldığında da “konuşmak istemedim” der geçerdi. Kıyaslamak istemiyordu ama Nihal her şeyiyle açık bir kitap gibiydi, şüphe uyandırmazdı. Çizgileri netti. Bu ilişkide ise hep bir muallak vardı. Bir zaman sonra da kız kendisinden ayrıldı, bir ay geçmeden de nişanlandı. O da böylece uzun ilişki olayına tövbe etmiş oldu.

Şimdi deodorant elinde duruyordu. Bütün bunlar aklına gelmişti çünkü o kızdan kalma bir deodoranttı bu. Varlığını bile bilmiyordu, görünce tanımıştı. Kalkıp banyoya gitmeye dermanı yoktu, biri onu öldürmeye ya da soymaya geldiyse hay hay hiç umurunda olmazdı.

Yatağa sırt üstü uzanıp gözlerini kapattı, bir koku gelmeye başladı, çok tanıdıktı. Gözlerini açmaya korktu, bu kokunun gitmesini istemiyordu ama merakına da engel olamadı. Gözlerini açtığında Nihal onun üstüne doğru eğilmişti.

Bölüm IX

Uzak uzak ülkelerden döndüm seferden
Yaralarım ağır ama mestim zaferden

 Aklımın almadığı iki şey vardı bu hayatta biri aşk diğeri de içimden ne zaman bir şey geçirsem onun gerçekleşmesiydi.

Gerçekleşeceğini bildiğim halde bu huyumdan vazgeçemezdim. Öleceğimi rüyamda görmüştüm, zor bir dönemdi benim için. Erkin iyi değildi, onun yanında olmak istiyordum, izin vermiyordu. Beni resmen itiyor, kalbimi kırıyordu. Bunu aşmak için çok çabalamıştım yine de onu bırakmak, ondan vazgeçmek aklımın ucundan bile geçmemişti. Böyle bir dönemde rüyamda kendimi kanlar içinde yerde gördüm. Kan rüyayı bozar diye inandım ama içten içe hiçbir kötü rüyada uzun süre durmadığımı, anında uyandığımı, bunun diğer rüyalarla aynı olmadığını biliyordum. Aklımdan çıkarmaya çalıştım yıllar boyunca, bunu anlattığım bir arkadaşım bana “Kendi kendini mezara koymuşsun” demişti. Müthiş bir tespitti bana göre. Çünkü ben bana acı vermesine, değersiz hissettirmesine aldırmadan delice âşıktım. Aşkın gözü kör ettiği hikâyesi doğruydu yani. Onun uykusuzluğunu, yemek yiyip yemediğini, yorgun olup olmadığını dert ediyordum. Görmek istiyor, konuşmak istiyor, sesine bile özlem duyuyordum. Hayatımın en zor anını bir gece kendimi dışardan izlediğimde yaşadım. Kanepede uyuyakalmıştım, kötü bir rüya gördüm yine. Rüyamda Bir Tereddüttün Romanı’ndaki hançer elimdeydi, üstünde de “bir kalbe gireceğim yazıyordu.” Mutfak sandalyesinde oturmuştum. Hançeri kalbime doğru götürüyor, geri çekiyordum. Tereddütteydim. Erkin mutfağa girdi, beni öyle gördü, buzdolabını açıp bir şeyler aldı ve geri gitti. Kalbime hançeri sapladım. Sıçrayarak uyandım, ter içinde kalmıştım. Seslendim, Erkin evde yoktu. Aramamıştı, mesaj atmamıştı. Ben buradaysam ve iyiysem ona bir şey oldu diye düşündüm. Titreyerek telefonu aldım. Bir, iki, üç… Cevap yok. Aklımı yitirecek gibi oluyordum, evin içinde dönüp duruyordum. Nereye gidersem gideyim bulamazdım. Arkadaşını aradım kapalı. Bir saat sonra benim artık stresten sinirden ve korkudan ateşim 40’a çıktığında Erkin eve geldi. Sarhoştu, gülüyordu. Haber vermek aklına gelmemişti, ne vardı bunda. Arkadaşlarıyla eğlenemez miydi, zaten çok bunalıyordu, her şey üstüne geliyordu. Gözlerim kararmaya başlamıştı. O odaya gidip yattı ben de taksi çağırıp hastaneye gittim. Nefes alamıyordum, taksici koluma girip sedyeye yatırdı. Panik atak ve müthiş bir ateş vardı. Doktor bile önce hangisiyle ilgilense şaşırmıştı. Kime haber vereyim diye sordu. Efsun diyebildim sonra bayılmışım. Sabah gözümü açtığımda, Efsun, kucağında bebişiyle yan tarafta uyuyordu.  Çok kızdı, çok bağırdı bana. Nasıl kendine bunu yapıyorsun diye söylendi durdu. Bir ton tahlil yapıldı, bir şeylere bakıldı. Erkin, benim tüm işlemlerim bittikten sonra hastaneye geldi. Efsun, Erkin’i alıp dışarı çıktı. Hiçbir şey hissetmiyordum, kızgın ya da üzgün değildim. Bu ilaçlar harikaydı, bunlardan vermeleri için doktoru ikna etmem lazımdı. Eve dönüşte kimse konuşmadı. Erkin, bir yandan araba kullanıyor bir yandan elimi tutuyordu. Çok üzülmüştü, farkındaydım. Suçluluk onu yer bitirirdi şimdi. Şişeden su içme desem bile bu yüzden ona tahammülüm kalmadı diye düşünecekti. Kendi kötü halimde bile onun kötü hissetmemesi için bir şeyler düşünüyordum. Acıdım kendime ama bu kadardı. Bir zamanlar kalpten iman ederek kendimce etrafıma çember bellediğim sevgi perdesini yırttım. İnsanın en zor anı kendini dışarıdan görebildiği anmış. Artık sevginin aciz kıldıklarından olmaktan imtina ediyorum. İçimden geçirdiklerim bunlardı.

Harika ötesi mistik hikâyemizin sonucunda ben Erkin’le konuşmaya karar verdim. Geçmişte yaşanan olumsuzlukları hatırlamak hiçbir şey kazandırmıyordu. Bu adam beni dünyanın en mutlu kadını da yapmıştı. Gözlerimin içine baktığında ayaklarımın altından yeryüzünün kayıp gittiğini de hissetmiştim. O böyle bir insandı, ben onu böyle sevmiştim. Değişmesini istediğim şeyler vardı ama karakteri değişsin değildi bunlar. Bana olan tavrında değişiklikler istemiştim. Oldu veya olmadı sonuç olarak ben gittikten sonra bile benden bir parçaya tutunmak istiyordu. Evine gittim, kendimi nasıl belli ederdim bilmiyorum. Bir tane deodorant buldum banyoda, kadın deodorantıydı onu fırlattım. Eline aldı, bekledi. Umursamadı, yattı. Beni hiçbir şekilde fark etmeyecekti herhalde. İçim umutsuzlukla doldu. En azından gidip öpeyim dedim. Üstüne doğru eğildiğimde gözlerini açtı, bir süre öyle kaldık. Beni görüyor muydu? Anlayamadım. Yüz ifadesi değişti, şaşkınlıkla korku arasında gidip geldi. Görüyordu, şükürler olsun. Doğruldu, gözlerini ovuşturdu. Biraz durup tekrar baktı. “Nihal” dedi. Uzanıp sarıldım ne kadar öyle kaldık ne kadar ağladık bilmiyorum. Rüya sanıyordu, sanırım “gözlerimi kapatırsam gidecek misin” diye sordu. “Hayır, bu gece gitmeyeceğim” dedim.

Ben 8 yılı Araf’ta geçirmemiştim bir çocuğun bedenindeydim o yüzden ondan çok ayrı kalmışım gibi gelmiyordu ama o bana yıllardır hasretti. Çok yoğundu her şey. Ona her şeyi anlattım, anlatmamam gerekiyormuş meğer bunu bana sorumlu Melek ya da başka biri söylemedi. Sabah korkunç bir ses hemen dönmemi söyledi kulağıma. Yerimden fırladım, gitmem lazım dedim. Erkin, yine geleceğimi düşünüyordu ama bu sesin tonu bana bir daha yeryüzüne gelemeyeceğimi anlatıyordu. “Gelemeyebilirim tekrar, seni çok seviyorum. Hiçbir şey için kendini suçlama. Bin tane ömrüm olsa yine senin kollarında olmak isterdim.” dedim. Yüzünde garip bir ifade vardı, çözemedim. “Ben de seni çok seviyorum” dedi ve öptü beni. Sarıldıktan sonra ben yine banyoya girip geldiğim yere döndüm. Sıkı bir azardan sonra bir daha dünyaya gidememe cezama üzülüp ağlamak için ırmağa doğru giderken Hallacı Mansur laf attı. “Ne oldu kızılcık şerbeti, sen de mi bu cihana sığamadın” Sanırım, müsabakayı Nesimi kaybetmiş, Yunus Emre kazanmıştı. Gülümsedim, selam verip yoluma devam ettim. Bir daha Erkin’i, ailemi, arkadaşlarımı göremeyecektim. Neyse ki içim sızlasa da ona güzel veda etmiştim.

Aradan 2 yıl geçmişti. Cezamı kaldırmıyorlardı hiçbir şekilde. “Sorumsuzca davranmak kötü bir şeydir Nihalciğim” diyorlardı. Her seferinde deniyor, lütfen ne olur diyor yüz eğdiğimle kalıyordum. Ruhsar gibi gidip gelsem ne olurdu yani. Bahçede otururken bizim Zerefşan koşarak yanıma geldi. “Nihal abla bir şey diyeceğim ama bak aramızda.” dedi ciddiyetle. “Buraya bir kız geldi senle yaşıt, öleli 5 dakika ya da oldu ya olmadı. Şu an gidersen olabilir yok gitmezsen daha şansın olmaz” dedi. Düşünmedim bile, koşmaya başladım. Kapıda gözlerimi kapatıp, kızın öldüğü mekâna geçtim. Kız pek beni andırmıyordu gerçi ama olsun epey güzeldi. Eğilip dokundum. Uzun süren fizik tedavi sonrasında yürümesi oldukça gelişen bu kızcağız -yani bedenen o, ruhen ben- kariyerinin zirvesinde bir iş kadınıydı. Kendine ait bir şirketi vardı, bir marka yaratmıştı. Eczane ürünlerinin muadilleriyle uğraşıyordu. Yazdıklarını, notlarını okudukça harika biri diye düşünüyordum. Bakımlı, aklı başında, net biriydi. İlişki işlerine girmiyordu, bir kere canı yanmış kariyerine odaklanmıştı. Tek farkı Türkiye’de yaşamıyordu. Benim ise biricik eşim canım sevgilime kavuşmam gerekiyordu. Türkiye’de bir şirketle bağlantı kurup, iş bağladıktan sonra hemen uçak bileti aldım. İlk buluşma heyecanı vardı üzerimde. Uçaktan indikten sonra koşarak gittim resmen Erkin’in evinin önüne. Zili çaldığımda beni tanımayacağını biliyordum ama onun için geri döndüğümü görünce çok mutlu olacaktı. Kapıyı bir kadın açtı. Erkin’e bakmıştım dedim sesim titreyerek. Kadın “Erkin, misafirin var” diye seslendi. 8 yıl durdun durdun da 2 yıl duramadın mı be yazıklar olsun dedim içimden. Kapıya geldi, göz gözeydik. “Buyurun” dedi. “Karıştırdım sanırım, af edersiniz” dedim. Merdivenlerden seri bir şekilde inmeye başladım. Erkin arkamdan seslendi “Nihal.”

İşte yeniden başlıyoruz…

Bölüm X

Bakanlar bana
Gövdemi görürler
Ben başka yerdeyim
Gömenler beni
Gövdemi gömerler
Ben başka yerdeyim

Kendinde bir gençlik ölümü saklayanlar iyi bilir ki bir kere bu şiddetli gerçekle yüz yüze gelirsen bir daha eski sen olamazsın. Erkin kendini toplayamıyordu. Nihal’in bir gecelik ziyareti onu paramparça etmişti. Ne yana dönse o geceki anıları canlanıyor, günler geçmek bilmiyordu. İntihar etmeyi düşündü önce ama Nihal ona üstüne basa basa zamanın gelmeden ölemezsin demişti. Nihal’i buraya göndermiyorlardı e o da gidemiyordu. Eli kolu bağlanmıştı sanki. Her şeye rağmen aklındaki tüm soru işaretleri gitmişti, Nihal onu suçlamıyordu.  En kötü anında bile, sevginin aciz kıldıklarından imtina ediyorum dediğinde bile yine onun göğsünde ağlamıştı. Kızgın değildi, kırgın değildi. Bunlar içindeki vicdan azabını hafifletmişti. Bir ay, iki ay, üç ay derken 2 sene geçti üstünden. Nihal gelemedi, Erkin de gidemedi. Bu sırada İlay’ın babaannesi rahatsızlandı. Ailesinin köye gitmesi gerekiyordu, Andris ve İlona, Macaristan’a dönüp, ata topraklarında ölmek istediklerini söyledikten sonra bankadaki birikimlerinin büyük bir kısmını İlay’a bırakmışlardı. İlay şu an Erkin’in evine 10 dakika mesafede özel bir okula gidiyordu. Köye giderken İlay’ı, Erkin’e emanet etmişlerdi. İlay’ın özel dil hocası vardı, Erkin’in arkadaşıydı. O gelip gidiyor onlar dersteyken Erkin mutfakta takılıyordu. Bir çocuğu olmamıştı ama İlay tüm eksikleri doldurmaya yeminli gibiydi. Nihal’in bir fotoğrafını çizmişti mutfak dolabına asmışlardı. Özel çerçeveler almışlar en güzel fotoğraflarını evin etrafına yerleştirmişlerdi. Bir gün “Nasıl gülüyordu görmek istiyorum” diye tutturmuş bilgisayardaki tüm arşivi izlemişlerdi. Eskiden bu görüntüleri izlemek Erkin’in ruhunu daraltırdı, onun gülüşü solunca dünya da solmuştu çünkü. Şimdiyse çok güzel anılarmış diyordu içinden.

Sabah İlay’la kahvaltı yaparken favori dizilerinden bir bölüm izlemişler sonra da öğretmeni gelene kadar oyun oynamışlardı. Öğretmeni gelince Erkin arka odaya çekilmiş, bilgisayara odaklanmıştı. “Erkin, misafirin var” sesine ayaklandı. Kimse haber vermeden gelmezdi aslında, kargo falandır diye düşündü. Güzel, hem de oldukça güzel bir kadın vardı karşısında. Ama garip bir his verdi ona, tanıdık bir histi bu. “Buyurun” dedi. Kadının gözleri dolmuştu. “ ’Karıştırdım sanırım, af edersiniz” dedi sesi titreyerek. Merdivenlere yöneldi, hızlı hızlı inmeye başladı. Erkin şaşkınca ve asla ihtimal vermeyerek “Nihal” diye seslendi. Kadın döndü, bir saniyeliğine göz göze geldiler. Oydu, nerede olsa tanırdı sevdiğini artık. Merdivenleri koşarak indi, sarıldılar. O kadar uzun geldi ki bu bir süre sonra İlay ve öğretmeni kapıya gelmiş onlara bakıyorlardı. Nihal, kendini toplayarak, geri çekildi. “Hoş olmadı böyle akrabam falan de bari” diye mırıldandı. Erkin, Nihal’in ölüyken bile kıskançlık yapmasına bir kahkaha attı. İnsan mezara da girse aynıydı işte. Elinden tutup yukarı çıkardı. İlay’ın öğretmenini tanıştırdı. Kısa bir özet geçti. Nihal’in içi ferahlamıştı. Birlikte birer kahve içip, Nihal’e ait olmayan hayat hakkında konuştular. Öğretmenin eşi almaya gelince kapıda el sıkıştılar. “Sizinle hiç daha önce oturmuş olamayız değil mi?” dedi öğretmen. Nihal hatırlayamadı. “Bana çok tanıdık geliyor bir şeyler, mistik olaylarla ilgili misiniz?”

“Evet”

“Dejavudan daha derin bir his sanki bu, sanki farklı bir dünyada birlikte kalmışız gibi”

“Belki de öyle olmuştur, döngülerden ibaret hayat. Bir örümcek ağı gibi her aşamasında incelik var.”

Öğretmen gülümsedi, vedalaştılar. Erkin durup durup sarılıyor, öpüyor zaten dikkat çekici olan durumu daha da beter hale getiriyordu. Yemek hazırlarken İlay “Sen o taraftan buraya gelebiliyorsan, arkadaşım da gelebilir değil mi?” dedi.

“Arkadaşın kim?”

“İsmi yok”

“Nereye gitmiş peki?”

“Senin gittiğin yere”

“Sen benim nereden geldiğimi biliyor musun?”

“Evet, ben de oradaydım.”

Erkin mutfağa girince ikisi de sustu. Yemeğe oturmuş, güzel bir aile tablosu çiziyorlardı ki siren sesleriyle ev ayağa kalktı. Olağanüstü hâl ilan ediliyordu, “direnişçiler” diyorlardı megafondan “direnişçiler görüldükleri yerde öldürülecek, vatandaşlarımız sokağa çıkmasın.”

Daha ülkeye ayak basalı bir gün olmamıştı bu ne bahtsızlıktı. Anladığına göre, yabancılara peşkeş çekilen önemli bir bölge vardı ve halk burayı vermek istemiyordu. İlay büyük bilmişlikle “Geleceğimiz bunların elinde işte” dedi. Nihal hiç ses çıkarmadan yemeğini yiyordu. Erkin’le göz göze gelmek istemiyordu, mutlaka silahını alıp dışarı çıkmak isteyecekti, başına bir şey gelecekti. Hiç uğraşamazdı. Erkin masanın altından elini sıktı, kafasını çevirip gözlerine bakınca anladı, tabii ki gidecekti. “İyi o zaman” dedi Nihal, çatalını tabağına bıraktı:

Gidelim ve direnelim. Ölürsek bahtımıza…

Son

YAZAR

Mişa Dirahşan

Örümcek ağının içinde

EDİTÖR

ekrem müftüoğlu

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir