hikâyenin sonunda züleyhâ intihar ediyor

seni sevip çekildim dedim dünyâ bu kadar

хамиш’э…

ben ilk seni gördüm
âdem’in izi tozu yoktu henüz dünyâda
sen ilk beni gördün
iblis, havvâ’yı sürüklememişti daha günaha

denizlerinin ilk dalgası benimdir
gözlerinde ışıldayan ilk tebessüm
yanağına süzülen ilk damla yaş
gönlünü yakan ilk ateş
numan baba’ya götürdüğün ilk yürek
yoluna serilmiş ilk ömür bana âittir
“doğrularının” yanlışlığını bir gün
fark eder misin bilmem
fakat yine de hep
güzel hatırla beni
hatırla seni nasıl sevdiğimi

sana çok şey vaadetmedim
ama sana çok şey verebilirdim
hatırla sana gelmiştim
elimdeydi yüreğim
senin için atan bir yürekten
daha değerli ne olabilirdi, bilemedim
affet, ben nasıl sevilmek istediysem
dâimâ öyle coşkun ve tertemiz sevdim

ah! kendimle kavgalıyım
ne acı, ellerinden,
başı taşla ezilerek tecâvüz edilmiş
edilecek kız çocuklarımızın
boşu boşuna hayâtının baharında
yitip gitmiş delikanlılarımızın
ığıl ığıl kanı damlayan
üzgün bir melek olarak
giriyorsun rüyalarıma artık
paramparça uyanıyorum
kan revan içinde kalıyorum

seni düşünmek beni mahvetti
oraya gidişin bence vatana ihanetti
perişan oldum, sana dâir avuntulara
inandırmaya çalışmaktan kendimi
bana seni sevdiren
benim tüm ümitsizliğime rağmen
senin bu ülkeye olan sevgindi
“ben olmasaydım başkası” diyorsun
ah sen değil de başkası etseydi keşke bu ihâneti
ah sen çıkmazında bin yerimden vurdun beni
söyle ben seni nasıl seveceğim şimdi
hak muhammed ali rızası için
neyin ne olduğunu hiç düşünmedin mi
ah ben isterdim ki
onların kanına ekmek doğrayacaklara değil
pırıl pırıl Türk çocuklarına öğret dilimizi

hamdolsun evlâdım gibi
yüzü aşkın kardeşim var
iki aya kalmaz iki yüz olurlar
hepsine tek tek öğretiyorum
öğrenmeleri gerekeni, hakikati
“iyi niyetli
sevgi tohumu” ekmeli ihânetleri
anlatıyorum meselenin
insâniyetle de, islâmiyetle de alâkası olmadığını
ve tuzağına düşürüldüğümüzü emperyalizmin
ve dua ediyorum
güpegündüz herhangi bir sokakta, caddede
sizin daha kolay Türklük hakkına erişebilmesi için
dil öğrettikleriniz tarafından öldürülmesinler diye

sen günahını güzellemektesin
halbuki kâtillerimizi meşrulaştıran bir hıyânetin
tam göbeğinde, en ön cephesindesin
her yitirdiğimizin
kanı senin de elinde olacak
ve anaların âh u zârı, senin de omzuna vurulacak
ayrıntılarla avunup korkunç gerçeği görmemek derdindesin
bunun farkında değilsin yâhut bilinçli bir ihânet içindesin
beni boş ver, beni geç, ben tanrımın inâyetiyle hallederim
ama sen ömür boyu çekeceksin vicdan azâbını
vatana olan bu “büyük hizmetlerinin”
yâhut bilmiyorum belki de çekmezsin
kendini, kendinin bile inanmadığın yalanlarla
avutmaya devam edersin

inandır kendini kötü bir şey yapmadığınıza
gördün, görüyorsun, göreceksin
ektiğiniz “sevgi tohumları”
nasıl patladı reyhanlı’nın
ankara’nın, istanbul’un bağrında
dün a’zap suyunun karşısından gelenler
bugün nasıl belaysa başımıza
nasıl akıttılarsa
ve oluk oluk kanımızı hâlâ nasıl akıtıyorlarsa
yemin ederim yarın bin beteri olacak züleyhâ
“misyonerlik”miş, hah!
emperyalizmin kurduğu tuzağa
ülkeyi var gücünüzle itmek
“Türk misyonerliği” değil
ihânet oğlu ihânettir, anla!
ve târih, ihâneti de
hâinleri de hoş görmez, görmeyeceğiz züleyhâ

sen, körkütük âşık olduğun birinden
nefret etme ihtimâli ne kadar korkunçtur
bilemezsin züleyhâ
kendimi tedâvi etmeye çalışıyorum
başarabilir miyim bilmiyorum ama çabalıyorum
bir gün her şeye bambaşka bir zâviyeden
bakabilir miyim bilmiyorum
ama üzgünüm
bombalar patlıyor dizlerimde, yaptığını hatırladıkça
kînim kabarıyor
ne yazık ki ne yazık
“yaşım yirmi altı, sana kırk senedir âşığım”
ve kısılıp kaldım
sana olan aşkımla
bu ülkeye olan sevgim arasında
ikinizden de sonsuza dek kaçardım elimde olsa

olman gereken yer
o lânetli topraklar değildi
orada, o büyük ihânetin
bir parçası hâline gelmemeliydin
gece gündüz bize diş bileyenleri
meşru hâle getirmemeliydin
her mâsum katlinde
her tâciz tecâvüzde
öfkem her isyan bayrağı çektiğinde
aklıma ilk sen gelmemeliydin
ah! onların kıydığı her canda
otur ve gururla tebrik et kendini züleyhâ

şâir;
“Allah, adamı iddiasından vurur” derdi
bak işte beni de
sana dâir bir inkısâr-ı hayâlle imtihan etti
yine de ben,
belki inan her yanlışını senin
görmezden gelebilirdim
hattâ o yanlışları
sırf senindir diye sevebilirdim
ama başaramadım, hakikat kahretti beni

tanrım mümkünse affetsin
ve bu günahkár âdemi
daha da ağır imtihan eylemesin
hiçbir silah değildir bilirsin
kırık kalplerden
ve düşlerden daha tehlikeli
çok şey söyleyebilirim
fakat -sözüm meclisten dışarı- birisi
içimdeki o beni yıllarca cayır cayır yakan ateşi
nihâyet söndürmüş gibi
-biliyorum, biliyorsun, biliyoruz
aslında söndüremez maalesef gönlümdeki
bu allah’ın belâsı cehennemi
bu mel’un âlemin hiçbir deryâsı denizi-

istemezdim inan ki
istemezdim vallahi seni sevmeyi
lâkin senden kaçıp sana sığındım asırlarca
ve şimdi her ne kadar
senden kaçıp tanrı’ya sığınsam da
yine sana çıkıyor, biliyorum çıkacak her yolum
ve başarabilir miyim bilmiyorum
ama uğraşıyorum
an be an inşirahlar sürüyorum
sarmaya, kapatmaya çalışıyorum
gövdemin soluna bıraktığın
kanlı, azaplı, o çok can yakıcı felâketini

sevdâna bulalı kağıtlara farklı alfabelerle
farklı farklı adlar yazdım senelerce
lâkin ne yazık
her romanım, şiirim, öyküm
koca bir hamiş olarak duruyor
gönlümün
bir türlü kül edemediğim kütüphânesinde
hâsılı “hep aynı hikâye, hep aynı terâne…”

hálbuki şiir
helâl rızık gibidir
hak edilmelidir
fakat nankördür gönül denilen
gözünün yaşına bakmaz
ağlatmaya doymaz da
onu canından çok seveni
gider arar bulur en zâlimini
ve sürükler ardından bîçâre şâiri
ve zavallı şâir
kanıyla, harâb olmuş hayâtıyla
yazar o zâlime en esaslı şiirlerini
bak işte mona roza’nın şâiri
topladı göçünü cennete irtihâl eyledi
hâlbuki etmezdi bin muazzez
cennet mekan üstâdımızın tek bir dizesi

biliyorum kavuşmak
ne gazi paşa’ya
ne bana
ne sırtını yasladığın dağa
ne şâhin’e ne oğuz’a ne umut’a
ne ilelebet neşet baba’ya
ne yavuz bülent ustaya
ne serdengeçti’ye ne necip fâzıl’a
ne mihriban mihriban gözyaşlarıyla
gönlümüzü dağlayan abdurrahim ustaya
hâsılı birkaç şanslı bahtiyar dışında
ne yazık nasib oldu ne ona ne şuna ne buna
ve ben dâimâ
“sözde senden kaçıyorum doludizgin atlarla”

andım adını züleyhâ
anacağım da
merak etme ne seni tanır
ne beni okurlar
ben seni yalnızca
geçtiğim her uğursuz yola
kazıyacağım usul usul usulca
zâten kim okursa okusun beni
inan zerre miskal değil umrumda
ben seni okuyamadıktan
sen elimi tutmadıktan sonra

bilmiyorum
belki de sende ısrar etmekle
haddim olmayarak
farkında olmayarak inatlaşıyorum rabbimle
yazgımız tanrımıza emânettir
ve o, emâneti zâyi etmeyendir
yanlışta ısrar etmekse
yanlıştan daha büyük yanlıştır elbette
her şeyin farkındayım lâkin
şu garip gönlüme söz geçiremiyorum
hattâ hâlâ maalesef
“kendimle konuşurken bile
senin hoşuna gitmeye çalışıyorum”

şimdi bir kavganın ortasında
nasıl olur da
ilelebet senden uzak kalırım davasında
kafa patlatıyorum
eşlik edene kadar sabah ezanlarına
ve neden biraz daha erken doğup da
96’ ağustos’unda, caharkala’da
o şanlı zafere şehâdet ettikten sonra
soykırımı, ihâneti görmeden
gönlümü sevdâ ateşinde kül etmeden
şehâdet şerbetini içip
cennete göçemedim diye, huzurla
yastığımın başucundaki duvarda
gerçek bir şehidin, hakiki bir kahramanın
şâmil komutan’ın fotoğrafına bakarak
utana sıkıla sitem ediyorum Allah’a
-yüce rabbim sen beni bağışla
lütfen daha fazla canımı yakma-

seni düşünmemek
acımı hafifletmek için bir nebze de olsa
meşguliyetler buluyorum başka başka
haberin yoktur bizimkiler 4 attı marsilya’ya
sen yoksun ama şükür ki galatasaray var züleyhâ
senden kendimi kurtarırım umuduyla
bağıra bağıra marşlar söyledim yol boyunca
“…
zâten aşklar hep yalan dolan
sonu hep acı hüsran
bize her sevdâdan geriye kalan
sâdece galatasaray*
hepsi bir yana, insan Allah’a tutunmalı züleyhâ

sen benim en büyük çelişkimsin
ne sarabildiğim ne gidebildiğimsin
içimdeki bin kafadan çıkan
milyon sesin tek sebebisin

yine de teşekkürler züleyhâ
yine de müteşekkirim sana
çünkü beni sevdâya
sevince boğduğun günler de oldu
aşkından uyuyamadığım geceler
neşeden sokaktaki kedi köpekler
ağaçlarla öpüştüğüm vakitler de oldu

her şeye rağmen
iyi ki seni sevdim
iyi ki çektim acını senin
iyi ki senin için
kan çanağına döndü gözlerim
ben sevilmeye değer birini sevdim
kendisine şiirler yazılmayı hak eden
tertemiz birini sevdim
seni kahkahaya boğabilmiş olmak
gözlerinin içindeki cenneti görebilmiş
hayatının bir yerinden geçebilmiş olmak bile
övünçtür benim için
ve lütfen alınma söylediklerime
sen iyi bir şeyler için oradasın elbette
bilirsin işte
böyle gelgitli hasta ruhlunun biriyim maalesef ben de
iyileşmeye çalışıyorum
büyüklerden kalma korkuların kurbanı oldum
hâlim reis,
elini çabuk tutmadığından
sevdiğini elinden kaçırmış diye
darladım boğdum seni
çünkü içten içe
sana kavuşamam korkusuyla kavruldum senelerce
ve daha on birken mezarımı hazırlamam
intihara meyyalliğim, ölüme hasretliğim de
anlıyorum ki güzel, mâsum alef’ten yâdigar
ve çocukluğumdan beri bir türlü anlamlandıramadığım
evden, hattâ ülkeden uzaklaşmak isteğimin
bu çağa, yaşama aidiyet duyamamamın temelinde de
sanırım geçmişten kalma bu acılardan kaçmak çabası var
maatteessüf bir kitaptan yeni öğrendim züleyhâ
kapkara bir mîras olarak
nesilden nesile aktarılırmış meğer travmalar

her neyse işte
değmez diyemem değerdi
ama bu kadar da yeterdi
yâni artık seni
usulüne uygun şekilde defnetmeli
-seninle berâber gömeceğim
ben de bu başımın belâsı kendimi-
ve kendime, sadece kendime dönerek
aynı acıları yaşatabilecek hiçbir kadına
ölene dek selam dahi vermeyeceğim

burası
yâni bu kifâyetsiz kan deryâsı
bu sevdânın kabridir züleyhâ
ve biz, ikimiz
yâni gönlü yorgun iki hasta ruhlu
biliyorsun
bu mezarda ilelebet berâberiz
ve inanıyorum bizden sonra da
üç beş kırık kalp de olsa
yine de bu kabri ziyâret edecekler
kimisi sulayacak gözyaşlarıyla
kimisi yeni şiirler yazacak
ve okuyacak
ikimizi de anarak ruhumuza
kimisi de kusura bakmasın
haklı olarak uzunca sövecek bana
bilirsin
şâirler ölür ama şiirler ölmez hamiş
şâir değilim söyledim sana
ama olur da bunu şiirden sayarlarsa
başarabildim mi bilmiyorum ama
başarmışsam artık ölümsüzsün züleyhâ
tomris, mihriban, mona roza…
zannediyorum kattım seni de o kervana

bir gün olur da okursan bunları bil ki
ne ben şâirim ne nesir bunlar ne de şiir
ben sâdece gönlüme bastırıyorum elimi
bunlar ne harftir ne kelimedir ne dizedir
elimden yazgıma damlayan bolca kan
ve ona karışmış helkelerce sevdâ giryesidir

ah! tanrı, bu özlemek denilen zâlim urganı
ne vakit geçirdi şu garip gönlüme bilmem
gülen gözlerinde buldum hem derdi devâyı
sensiz uçmağda bile bir yudum gülemem

hâsılı bu kapı fazla kapalı
bu pencere fazla açık
bu yara fazla derin
bu kabir fazla dar
bu hayat fazla uzun
bu adam fazla yorgun
bu sevdâ fazla yasaklı
bu gönül fazla yanık

fazla ya da az ya da çok
bilmiyorum gönlüme saplı
bu kahrolası ıslıklı ok
atamadığımdan mı
yoksa kıyamadığımdan mı
bana kaç bin yıl evvelinden
belâlı, meş’um bir yâdigár kaldı
şimdi ben
alev alev bir mapushânede prangalı…
hey ulu tanrım!
yoksa bana çektirdiğin bu acı
bin yıllar evvelki bir itaatsizliğin cezâsı mı

yirmi altı kasım iki bin yirmi bir / eskişehir – şirintepe
saat 07:39

*nevizade geceleri

YAZAR

Fâtih Oğuz

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir