Tony Sopranos’u Anlamak

The Sopranos dizisi tümüyle bir erkeklik trajedisidir. Bunu derken yapılan tüm eylemleri kabul ettiğim gibi bir fikre kapılmayın lütfen, demek istediğim; dizinin ana karakteri Tony Soprano, elde edip arttırdığı güçle içindeki mental rahatsızlıklar arasında bir savaş vermektedir. Yazıya başlayıp Tony Soprano hakkında daha fazla konuşmadan önce uyarmam gerek ki bu yazı bir Sopranos incelemesi değil, Tony Soprano’nun benim zihnimde uyandırdığı düşüncelerin kalem bulmuş hâli olacak.

İtalyan göçmenler Amerika’ya 1900’lerin başında gelmeye başladılar. Geldiklerinde her göçmen gibi ırkçı saldırılara maruz kalan İtalyan-Amerikalılar daha sonra çalışma azimleri ile toplumda çeşitli konumlar elde etmeye başladılar. Onları popüler kültüre katan semboller ise Amerika’da 1920’li yıllarda konulan alkol yasağı döneminde adlarını duyurmaya başlayan “Al Capone”, “Lucky Luciano” gibi suç liderlerinin yaptıkları oldu. Özellikle İtalya’nın Sicilya bölgesinden gelen İtalyanlar, dünyadaki çoğu göçmen gibi suç dünyasına karışmış ve zaman içinde yükselmiştir. Hatta NewYork gibi önemli şehirlerin suç dünyasını kendi aralarında hâlâ varlığını sürdüren beş aileye bile bölüşmüşlerdir. Ancak 1970’lere kadar İtalyan mafyası ve faaliyetlerinin ünü sadece Amerika ile sınırlıydı. Bu kavramı dünyaca ünlü yapan şey ise Mario Puzo’nun 1969 tarihli Godfather isimli romanının aynı adla Francis Ford Coppola tarafından 1972 senesinde beyaz perdeye yeniden yaratılması oldu. Yeniden yaratılmasıyla diyorum, çünkü Coppola romanın ana hikâyesini kitaptan alıp düz bir Mafya öyküsünden aile, politika gibi çok “kanlı” konuların üzerine oturtmuş. Öyle ki benim favorim olan ikinci filmde Vito’nun genç bir erkek olarak adım adım yükselip kendi suç imparatorluğunu kurduğunu görüyoruz. Zaten ikinci bölüm başlı başına iki ayrı filme denk kalitede, Coppola adeta tüm yaratıcı cinlerini çalıştırmış. Off, yine başladı Coppola övme saatlerim…

Peki tüm bunların şişman ve küfürbaz Tony Soprano ile nasıl bağı var? Gelin de anlatayım: Sopranos bir bakıma Godfather’ın Post-Modern çözümlemesidir. Corleone ailesi görece İtalya’dan yeni gelmiş, Amerika’ya adapte olmaya çalışan bir aile iken, Soprano ailesi artık tamamıyla Amerikalı olmuştur. Godfather’da sürekli altı çizilen “aile” kavramı, Sopranos da altı oyulmuş bir kutsallıkta duruyor. Bu, herkesin kendi davranışlarını meşru hâle getirmeye yarayan bir kavramken bireysel olarak hiçbir karakterin inandığı bir kavram değil. Bunun sebebinin aslında Soprano ailesinin bireyselliğin yükseldiği 90’lar Amerika’da yaşaması olabilir. Godfather’ın yaşandığı dünyada hâlâ bazı geleneksel değerler önemliyken, Sopranolar her şeyin çözülmeye başladığı, ortak değerlerin önemli olmadığı, herkesin kişisel değerlerinin ön plana çıkarıldığı bir dünyada yaşıyor. Ayrıca Godfather’da kadınlar ikinci plandayken Soprano da kadınlar biraz daha güçlü, en azından hikâyeye etki eden davranışlarında bulunabiliyorlar. Bu da Post-Modern dünyada cinsiyet rollerin de yavaş yavaş değiştiğini gösteriyor. Vito Corleone’nın yaşadığı dünyada eşcinsellik söz konusu bile olamazken Tony Soprano, en yakın adamlarından birinin eşcinsel olduğunu öğrenip ortadan kaldırmak zorunda kalıyor. Aslında The Sopranos için Godfather’ın, temelde ise Akdeniz kültürünün, taşıdığı tüm değerleri saldırgan biçimde yıkıp yeniden yaratan bir anlatı diyebiliriz.

Tony, altı sezon boyunca içine düştüğü tüm olaylarda zihnen iki kavramla kavga ediyor: Arkasında bırakacağı geçmişi ve ardında bırakacağı geleceği. Geçmişi ve onun getirdiği geleneği içten içe sevmediğini birdenbire bayılıp durmasından, ani sinir krizlerinden, hayali bir İtalyan kızla aşk yaşamasından, yeğenini gözünü kırpmadan vurabilmesinden anlayabiliriz. Psikoloğa duyduğu, aynı zamanda karısına da duyduğu ilginin altında yatan annesiyle olan hastalıklı ilişkiyi ele aldığımızda bile gördüğümüz şey Tony’nin geçmişinden getirdiği tüm mirasa saygı duymakla beraber içten içe nefret ettiğidir. Tony’nin geçmişinin sadece kendisini değil, aile üyelerini de mental açıdan olumsuz etkilediğini oğlunun intihar ettiği bölümde karısını Carmine’nin oğlunun içine düştüğü tüm bu sorunların Tony’nin ailesinin İtalya’daki köyden Amerika’ya getirdiği gelenekten dolayı olduğunu söylediği sahneden anlayabiliriz. Buna ek olarak daha doğarken ailesi tarafından “güçlü erkek” olmaya zorlanan Tony, içindeki merhametli, naif tarafla her zaman savaşmakta ve son iki sezonda bu savaşı “kazanmaktadır”. (Spoilersız yazmaya çalışıyorum ama yeğenini pompalı tüfekle öldürdüğü bölümden sonra adım adım bu konuda başarılı olduğunu düşünüyorum, bu da küçük bir ek olsun)

Geldiği gelenekten gizli gizli rahatsız olan Tony, ironik olarak kendisinden sonra kimin tahta oturacağını düşünmektedir. Kendisinden sonra gelecek kişi olarak önce Christopher Moltisanti isimli yeğenini düşünmektedir, ancak zaman içinde bundan vazgeçer hatta kendi elleriyle öldürür. (Spoiler şelalesi oldu bu yazı) Geride kalan tek veliaht olan oğlunun ise aklının bir karış havada olması onu daha da rahatsız etmektedir. Özellikle son sezonda oğlunun ruhsal gelgitlerine verdiği tepkiler aynı bizim Türk babaları gibi “hayal kırıklığına” dayanmaktadır. Çünkü her babanın hayali biraz da olsa oğlunun kendi yaptığı işi devam ettirmesi ya da en az kendisi kadar hayatını elleri altına alacak olgunluğa eriştiğini görebilmesidir. Tony bu iki şeyi de göremese de el mecbur çocuğunun isteklerine rıza gösterir.

“Behin the Curtain” isimli Youtube kanalının “How I Wrote” serisinde konuşan David Chase, Tony Soprano karakterini yaratırken tipik gangster hikâyesi karakterinden farklı olarak yarattığını söylüyor. Normalde bir öykü ya da filmde karakter kendisini gerçekleştirdiği yahut bizi büyük bir katarsise uğratan son olurken, Tony Soprano’da hikâye içinde bir ilerleme ve gerileme göremeyiz. O klasik bir kahramandan ziyade sanki bizim mahallemizde gördüğümüz ya da uzaktan tanıdığımız adamlara benzemektedir. Onu özgün kılan da budur. Kendisinden sonraki dizilerinde anti-kahraman karakterleri konusunda (Breaking Bad dizisinin ana karakterinin oynayan Bryan Cyrston bunu söylemektedir) ilham olmuştur. Kendisi Post- Modernde “kötü adam” anlatısını değiştirmiş, kötü adamların da gayet normal hayatlar yaşayabileceğini göstermiştir. Bu yönden David Chase’in cesur bir iş yaptığını söylemek mümkündür. Çünkü dizi filmlerde karakterler “kötü-iyi” olarak ayrılırken ana karakter genel olarak “maruz kalıp intikam alan/amacına ulaşan” olur. Ama bizim şişman ve küfürbaz Tony’miz gayet maruz bırakan, iğrenç şeyler yapan fakat daha sonra ailesiyle şevkli şevkli yemek yiyen bir abimizdir.

Son olarak Tony Soprano’ya hayat veren James Gandolfini’den bahsetmem gerekiyor. Kendisi New Jersey doğumlu anne ve babası İtalyan bir aktör, babasının çimento ustası olduğunu düşünürsek alt bir ekonomik sınıfta yetiştiğini söyleyebiliriz. Sinemayla 80’lerin sonunda ilgilenmeye başlayan Gandolfini, The Sopranos dizisinden başka olarak çok güzel işlerde rol almış (In the Loop,Animal Rescue gibi ), ayrıca Irak Savaşı sonrası travma yaşayan askerler hakkında yapılan bir belgeselin yapımcılığını yapmıştır. Yetiştiği aile yapısını göze alırsak oyuncunun karakteri oynarken çok da zorlanmadığını söyleyebiliriz. 2013 senesinde Roma’da kalp krizinden ölen Gandolfini, dünya dizi tarihinin en ikonik yüzü olarak -bence- tarihe geçti. Şahsi fikrim olarak televizyonda hep jön ya da “cool” adamlar görmekten bıkmış ben, babama ve bana benzeyen bu adamı çok seviyorum. Işıklar içinde uyusun.

YAZAR

Berat Şendil

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir