Müslüman Şamanlar

Eski dinin yankılarını yeni dinde yaşatmak, her din değiştiren toplumda olduğu gibi Türklerde de görülen bir durumdur. Din değiştiren toplumların liderleri başta olmak üzere bazı seçkinler, yeni dini daha iyi öğrenseler de halkın geneli için bunu söylemek çok güçtür. Halkın öğrendikleri kitabi bilgi değil, sözlü anlatımın aktarımlarıdır. Zaten halkın çoğu okuma yazma bilmiyor. Sözlü olarak gelen bu yeni bilgilerin hiçbiri zihinde kalmadığı gibi, eski bilgiler de hemen silinmiyor. Özellikle, okuyarak değil de önceki nesilden uygulama yoluyla ve sözlü olarak aktarılınca yaşanıyor bunlar. Bu yazıda sadece Türkiye’deki Müslüman Türklerin devam ettirdikleri şaman adetlerinin örneklerine yer vereceğim. Bahsedeceğim şeylerin hepsini Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bizzat gördüm. -Eminim bazılarını siz de görmüşsünüzdür.- Hemen hemen her yerde görülen adetler için yer belirtmeyeceğim ancak yalnızca bir bölgede gördüğüm birkaç ritüel var, onlar için yer ismi vereceğim. Öyleyse en bilinenden başlayalım.

Ölünün Naaşı Üzerine Bıçak Koymak

Genelde bu durum için yapılan açıklama “ölü şişmesin diye”dir. Peki, bu adetin ölü bedendeki şişmeye pek bir etkisi var mı? Emin değilim fakat şöyle bir gerçek var ki İslamiyet öncesi Türklerde bu adetin izleri görülmektedir. Ölü bedene kötücül ruhlar girmesin, yerleşmesin ya da o göğe (uçmağa, cennete) yükselirken onu cehenneme çekmesin diye konuyor. Demir, saf ve kutsal bir element olduğundan kötü ruhlar ona dokunamıyor, kaçıyor. Ölü beden üzerindeki demir, onu koruyan bir tılsım görevi görüyor. Eskiden hançer, kılış vb. konulurdu muhtemelen ama günümüz şartlarında evde keskin demir olarak bulunabilecek en kolay eşya bıçak. Toplumdaki bu değişimde ritüeldeki eşyaların da şekil değiştirmesi gayet normal. Hatta aynı mantıkla otağların (çadırların, evlerin) girişine de mızrak konurmuş otağa giremesin diye. Ölümde ruhunun acısını dindirsin diye Kuran okunsa da salonun ortasında ceset üstünde bir bıçak da buna eşlik eder.

Yatağın, yastığın altına konulan da aynı sebepten bıçak konulur. Özellikle korkan çocukların yatağının, yastığının altında bulundurulur. Elbette günümüzde duyarlı, bilinçli ebeveynler var; o yüzden bu tehlikeli kesici alet yerine yine demir ve sivri olan çengelli iğne koymaya başlamışlar. Kıyafetlerde görünen veya görünmeyen yerlere takılan boş çengelli iğnenin de görevi aynıdır. Nazarlığı elbiseye tutturmak için takılan çengelli iğneler ayrı, boş olarak takılan çengelli iğnelerden bahsediyorum. Yeni doğmuş çocuğun yastığına da geçirilir bir tane. Çocuk ölümlerinin fazla olduğu zamanlarda alınan bir önlem. Hatta, büyük çengelli iğneye takılan daha küçük çengelli iğneleri ceketinin astarına saplayan yetmiş yaşında bir amca gördü bu gözler. Zamanında hacca gitmiş, sünnete uygun sakal bırakmış, takkesini takmış, namazını büyük bir huşu ile kılmaya giden bir Müslümandı ama ceketin astarında İslam’ın dışında bir ritüeli taşıyor…

Loğusa Kadının Başına Kırmızı Kurdele

İlk bölümde de biraz değindik; eskiden çok olurmuş bebek, çocuk ölümleri. Aynı sağlık bilgisi yetersizliklerinden kadınlar da doğumu atlatamazlarmış bazen. Hatta kimi zaman anne ve bebek birlikte ölürmüş. Çok ciddi bir sorun… Bunun sebebi olarak “Alkarısı, Alkarası” görülür İslam öncesi inançta. İnanca göre Alkarısı yeni doğmuş çocuklara, yeni evlenmiş veya yeni doğum yapmış kadına musallat olurmuş. Onların ciğerlerini söker yermiş. Ama bu göze görünmez yaratığın gelmesini önlemenin yolları da var tabii. Bunun ilk yolu “kırmızı”! Kırmızıya gelemez bu Alkarısı. O yüzden kırmızı bir kuşak bağlarlar başına ki Alkarısı uzun parmaklarıyla taze annenin ağzına elini sokup ciğerini sökemesin. İşin ilginç yanı doğum sonrasında hem bebekte hem de annedeki hastalıkların çoğunun sebebi karaciğerdeki bazı rahatsızlıklar. Peki, “yeni gelin için ne önlemler alıyorlar?” derseniz, onun cevabı eski gelinlikler ve bindallılarda gizli. Eskiden geline kırmızı renkte elbiseler giydirirlermiş. Batı kültürüyle beraber gelen beyaz gelinlikte ise yine kırmızı görmemizin sebebi de bu. İlk başlarda gelinin anlına beşi bir yerde takarlarmış; kurdelesi kırmızı, zamanla boyna inmiş. Beline -karaciğer de orada- karılan kırmızı bir kurdelenin de görevi aynı. Tabii sonra nasıl bekaret anlamı kazandı, onu ben de bilmiyorum. Kadın sağlıklı olsun, al basmasın da…

*Alkarısının gelmesine Al basması denir, bu anlamıyla karabasan anlamı kazandığı yerler de olmuştur ancak temelde ikisi farklı varlıklar. (Sözlü kültür olduğu için bazen isim değişmeleri olur, bazen de birkaç kavram tek kelimeye indirgenir.)

“Ölünün Arkasından Mevlit Okutalım, Sevaptır”

Eski Türk inancında ölenin adına düzenlenen yuğ törenleri vardı. Bu törende ölenin ardından ağlanır, gelen misafirlere yemek verilir ve onun ardından günümüzde ağıtlara, mersiyelere karşılık gelen yuğlar söylenirdi. İslamiyet’in kabulü ile beraber bu törenlere Kuran okunması da eklendi. Onun dışındaki ritüellerin hemen hemen hepsi korundu. Biri, üçü, yedisi, kırkı, elli yedisi gibi adlarla anılan ve ölümünün ardından bu sürelerde okunan Kuranlar, dağıtılan cüzler de bunun başka bir yansıması. Kuran elbette İslami ama bu sayılar eski inancın sayıları. Eski inançta ölümün evreleri vardır. Ruh hemen canı terk etmez; bu önemli evrelerde de tüm bunlar onun geçişini rahatlatmak, kötü ruhları kovmak, Tanrıyı memnun etmek diye kabaca toplayabileceğimiz sebeplerle yapılırdı. İslam ile bundan vazgeçilmemiş, sadece Kuran ve Peygamberin doğumunu anlatan manzum eser olan “mevlit” eklenmiş. Tüm bu tören de bu okunan mevlit ile anılmaya başlanmıştır. Doğum, evlilik gibi diğer törenler de aynı akıbete uğramıştır. İslam öncesi verilen bu ziyafetler korunmuş; yalnızca Kuran, ilahiler ve mevlit ile İslamlaştırılmıştır. Bu kısımda Muğla Milas’ın bir köyünde gördüğüm bir mevlidi de söylemeden geçemeyeceğim. Bir merhumun kırkında okutuluyordu. Başlarda Kuran ve duaların okunması, sonrasında dağıtılacak yemeklerin hazırlanmasına kadar olaylar Anadolu’da gördüğüm genel sırayla seyrediyordu. Dua kısmında ise bir kadın bir tavaya koyduğu -adını hatırlayamadığım- bir ağacın kökünü yakmış, onun közünden çıkan dumanı gelen konuklar arasında gezdiriyordu. Kimisi de tavayı yüzüne yaklaştırıp bu dumanı içine çekiyor, çocuğunun yüzüne doğru yelliyor veya üfürüyordu. İslam öncesi, kötücül ruhları kovmak için yakılan tütsülerin günümüze kamış izleridir. Bunun cenaze töreninde yapılması da tesadüfi değil elbette. Başta da belirttiğim gibi; ölüyü onun boş bedenine musallat olan ruhlardan korumak, ölü bedeni rahatlatmak, ruhun daha rahat uçmağa (cennete) yükselmesini sağlamak için yakarmış şamanlar aynı ağacın tütsüsünü.

Bir diğer ölüm ritüellerinden biri de mezar taşlarıdır. Balbal denilen bu taşlar, ölen kişinin anılması için mezarının başına dikilirdi. Yaptığı iyi şeyler anlatılır ve onun soyundan gelenler onu unutmaz, anarlardı. Bu taşların insan başı şeklindeki üst kısımları öleni temsil edecek şeklide yontulurdu. İslam’ın doğduğu yere ve zamana baktığımızda ise bundan çok uzak bir durum görürüz. Hz. Muhammed (s.a.v) döneminde gömülenlerin naaşını belli etmek için bir taş konulur ama bu taşlarda ölenin kimliğine dair bir ibare olmazdı. Bugün yaptırdığımız mezarlıklar bu anlamıyla kurganlara daha yakın duruyorlar. Mermer ile yükseltilen ve mirasçıları tarafından ölenin kimliği yazdırılan, vasiyeti üzerine yazılan yazılar ile dolan yazıtlardan oluşuyor. İslamiyet’te görülen toprakla aynı seviyede kalmış mezarlar, yerlerini dönemin şartlarına göre taş, çimento, mermer gibi malzemelerle yükseltilmiş yapılara bırakmıştır.

Bir yazı dizisi olarak planladığım bu yazının ilk bölümünü bitirmiş oluyoruz. Allah’ın hakkı üçtür derler, öyleyse ilk yazıyı üç başlıkla bitirelim.

*Konu hakkında daha geniş bilgi almak için Seçkin Sarpkaya ve Mehmet Berk Yaltırık’ın kitaplarını okumanız ve çeşitli yerlerde yayınlanan sohbetlerini dinlemeniz önerilir.

YAZAR

Muhammed Ali Aktaş

EDİTÖR

Zeynep Gökçe Azman

0 cevaplar

Cevapla

Want to join the discussion?
Feel free to contribute!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir